Üzüntülü yerler bize göre değildir. Herhangi bir cenaze töreninde ya da acıklı bir ortamda bizi kesip keyifle yediniz mi? Hiç sanmıyorum. Oysa düğünlerde, doğum günü partilerinde, nişan törenlerinde, yılbaşları ve Noel’de, ve aklınıza gelecek tüm kutlamalarda biz başköşede oluruz her zaman. Esas oğlana, esas kıza bazen de her ikisine birden bizi kesme onurunu bağışlarız.
O kadar çok çeşidimiz vardır ki, illâki bir ya da bir başka çeşidimizi sevmeyene rastlamadım. En tatlı sevmeyenler bile güzel yapılmış bir pasta sunuldu mu önce zorla ucundan azıcık bir tattıktan sonra keyifle bizi yediklerine tanık olduğum çoktur. Aslında akıllı insanlar her çeşidimizi severler hatta bazı hayvanların bile bizi keyifle yediklerine tanık olmuşumdur.
Çok çeşitlerimiz vardır. Meyveli, çikolatalı, kat, kat süslü püslü halimizle bir görsel şölen yaratırız. Biraz abartarak bin tane yapraktan oluştuğuna inanılan bir türümüz bile vardır.
Siz hiç “hamburgerci mayonezi”, “makarnacı ketçapı” ya da “köfteci hardalı” duymamışsınızdır sanırım, çünkü yok böyle bir tanım; ama “pastacı kreması” diye özel bir puding çeşidi vardır ve bizim olmazsa olmazlarımızdandır.
Tek sorunumuz biraz meşakkatli bir yaratılmış olmamızdır. Bir kere kimse bizi karnında büyütüp ya da kuluçkaya yatıp doğurmaz. Onun için bizi yaratana anne demeyiz; o kişi bize çile çektirir aslında. Önce yumurtalar şekerle şiddetle dövülür; bu bizim cenin halimizdir; sonra diğer malzemelerle besleniriz. Ardından çok kötü kalpli bir şey yapılır ve bizi kızgın fırınlarda pişirirler. Pişip pişmediğimizi anlamak için oramıza buramıza çatal, bıçak, kürdan falan saplarlar. Kürdandan biraz gıdıklanırız ama çatal, bıçak gerçekten canımızı yakar. Bir an önce bu cehennemden kurtulmak için dua etmekten başka bir şey gelmez elimizden.
Sonunda pişeriz; o! Huzur. Yavaş, yavaş soğuruz. Tam huzura erdik diye sevinirken kocaman bir bıçakla karnımızdan ikiye, bazen de üçe ayrılırız; yaramız kanamasın diye olacak aralarımıza bazen kahverengi bazen krem rengi bir merhem sürerler. Sonra sanırım acıktığımızı düşünürler ki karnımızın her bir katının içine akıllarına esen meyveyi, ya da çikolata parçaları falan koyarlar. Nedense karpuz ya da kavun koyanını hiç görmedim. Neyse, katlarımızı yerleştirirler ellerinde gereğinden fazla merhem kalır onu da üstümüze sürerler. Sonra başlarlar bizi süslemeye. Ne akıllarına gelirse koyarlar; meyve, boncuk, duruma göre bebek, gelin damat, hatta Noel Baba bile koyanlar olur. Sonra kıvırcık, kıvırcık ya da tombulumsu süsler sıkarlar. Artık güzellik yarışmasına bile katılabiliriz. Aslında bizim kadar süslenen, süslenmeyi kendisine yakıştıran başka bir yiyecek yoktur.
Sonunda herkesin heyecanla beklediği an gelir ve biz sahnede yerimizi alırız. Doğum günüyse üstümüze mumlar dikerler. Eğer yeni yaşına giren küçük çocuklar ya da çok yaşlılarsa sorun yok. Yaşlıların yaşı kadar mum dikmeye üstümüzde yer bulmak hiç de kolay değildir o nedenle yalnızca iki mum koyarlar kestirmeden olsun diye; biri giden yılları diğeri gelecek yılları simgeler. Küçüklerin de yaşları az olduğundan bir sorunumuz olmaz ama gençler ve hele de orta yaşlılarla başımız dertte. Delik deşik oluruz; bir de mumların altındaki çanaklar öylesine küçüktür ki onlar eridikçe bizim üzerimize damlar, canımız yanar ve biz de tekrar cehenneme dönüyoruz diye korkarız.
Mumlar üflenir ve bazen bir bazen iki hatta daha çok insan bıçağa sarılır bizi kesme yarışı başlar, kimse bıçağı bırakmaya yanaşmaz ve sonunda hep birlikte keserler. Ardından temiz, pis kokulu ne ararsanız girmediğimiz ağız kalmaz. İşte o anda bizim de yaşamımız son bulsun isterseniz…
Geçen gün bir büyüğümüz söyledi, pek de söyleyemedi ya; anladığım kadarıyla biz Parisli miymişiz ne? Siz anlamış mıydınız kendisinin ne demek istediğini? Aslında o şehirde oturan devlet erkânından bir kadıncağız kafası kesilmeden önce parasızlıktan aç kalanlar pasta yesin demiş; ama onun demek istediği sanırım hamurla yapılan tüm yiyeceklermiş. Yanlış anlaşıldığı için kafası koparılmış. Bu da devlete ders olsun, öyle abuk sabuk konuşmasın.