Çocuklar bazen ne kadar da acımasız olabiliyor. Yıllar önce İstanbul’a gittiğimizde Ankara’dan göç etmiş bir arkadaşlarımıza gittik, başka konuklar da var. Beyler aralarında konuşurken hanımlar bana Ankara havadislerini soruyor ben de konuşmanın şehvetine kapılmış, hazır gönüllü dinleyiciler de bulmuşken elimden geldiği kadar etraflıca anlatıyorum. Derken kapıda beş yaşlarında bir erkek çocuk belirdi; ben konuştukça sürekli bana bakıyor, ben de zaman, zaman ona el sallayıp göz kırparak sevimlilikler yapmaya çalışıyorum. Sonra, bir ara çocuk ok gibi fırladı, Nasrettin Hocanın eşeğine ters binişi gibi kucağıma oturdu, yanaklarımı avuçlarının arasına aldı ve “Teyze, teyze sen hiç susmaz mısın?” demez mi?
Küçük bir çocuğun ailesinde bir ölüm olayı olur. Yavrucağın yaşı henüz ölüm kavramını çözmeye uygun değildir; herkese ne olduğunu sorar. İnsanlar da bunun bir süreç olduğunu ve çok yaşlandıktan sonra herkesin öldüğünü söylerler. Bir gün evlerine yaşlı bir çift ziyarete geldiğinde bizim çocuk karşılarına geçip parmağını sallayarak, “Biliyorum ki siz ölmek üzeresiniz” der.
Ben elli altı yaşındayken Cengiz bana bisiklet aldı. Hayatımda bisiklete binmemişim; zayıf bir çocuk olduğumdan bir de bisiklet tepesinde haytalık edip daha da kilo vereceğimden korktu ailem. Neyse, alınan bisiklete düşe kalka binmeyi öğrendim. Bisikletimin sağa sola devrilmekten boyaları kazındı, ben de yara bere içinde kaldım. Bari temiz bir bisiklete bineyim diye onu beyaza boyadım. Yazlıkta çok üzücü bir olay yaşadık, bir arkadaşımızı boğularak kaybettik. Herkes üzgün, ağlaşıyor. Bir arkadaşımın torunu, “Çiğdem ne oldu, neden herkes ağlıyor” diye sordu. Dilim döndüğünce ölümün korkulacak bir şey olmadığını ama insanların sevdiklerinden ayrıldıkları için üzüldüğünü falan uzun, uzun anlattım; sonunda da öğrenmek istediği başka bir şey var mı diye sordum. “Çiğdem neden bisikletini beyaza boyadın” dedi!
Kaan ilkokula yeni başladı, babaannesi okulu sevmesini, okuyup adam olduktan sonra onu güzel bir kızla evlendireceğini söyledi. Kaan, “Okumam şart değil ben zaten annemin teyzesiyle evleneceğim” deyince kayınvalidem dehşetle, “Asla izin vermem o koca kızla evlenmene” diye isyan etti.
Pazara gidiyorum Kaan da gelmek istedi, birlikte gittik. O zamanlar küfeciler vardı, sırtındaki küfelerinde sizin alışverişinizi taşırlardı. Oğlum okula başladığında bu kadar okumak yeter deyip on gün sonra eğitimini sonlandırmağa karar verince babaannesi eğer okumazsa en zor işlerde çalışmak zorunda kalacağını söylemiş o da küfeciyi iki büklüm görünce bana döndü, koca sesiyle “babaannesinin sözünü dinlememiş, okumadığı için işte küfeci olmuş” dedi.
Ben küçük, masum bir çocuğum. Nurdan’ın doğum günü. Babam seyahatte; annem çarşıya çıkıp küçük ablama bir armağan almaya vakit bulamamış ama onun mahzun olmasını istemediğinden mutfağa girmiş onun en sevdiği yemekleri ve doğum günü pastasını yapmış; akşam kutlayacağız. Birden aklıma dâhiyane bir fikir geldi, hemen annemle paylaştım. En büyüğünden bir kuru soğan alalım, pelür kâğıtlarına üst üste sararak bir top yapalım sonra bu topu şık bir ambalajla Nurdan’a armağan olarak verelim; heyecanla açsın, açsın sonunda kuru soğanı bulsun diye önerdim ve tabii annemden kalayı yedim. “Sana böyle bir şey yapılsa hoşuna gider mi? Düşündüğünü yapacak olursan senin doğum gününde ne armağan alırız ne de yemek yaparım.”
Masum bir çocuğum ya, Nurdan’la birlikte teyzeme gece yatısına gittik. O mutfakta bize yemek hazırlarken onun yağmurluğunu, başıma da yüzümü epeyce örtecek bir şapka giyip gözüme güneş gözlükleri taktım, elime bir kalem alıp arkadan usulcacık rahmetli teyzeciğimin sırtını silah süsü vererek dürttüm ve sesimi kalınlaştırarak, “Ya canını, ya malını” dedim. Teyzem korkuyla bir çığlık atıp döndü, ellerime sarıldı, “Evde çocuklar var, lütfen bize kıyma” diye yalvardı. Ben kendimi tutamayıp gülmeye başlayınca da bana çok kızdı.
Yalnız çocuklar değil acımasız olanlar. Kovit ve türevleri de son derece acımasız. Onlar acımasız ama insanlar da idraksiz. Hasta sayısı giderek arttıkça insanlar aldıkları önlemleri gevşetiyorlar. Kimi aşı olmayı reddediyor kiminde de aşı oldum diye bir rahatlık bir rahatlık.
Bu yazının başlığı “Pis Bir Yazı”. Neden, çünkü suya sabuna dokunmadım. İnsan suya sabuna dokunmayınca üzerine yapışmış olan kirleri yıkayamaz. Aslında “etliye sütlüye dokunmadan” da diyebilirdim ama çok harcıâlem olurdu. Bu aralar kimse etliye de sütlüye de dokunamıyor. Etli yemekler ancak televizyon kanallarındaki yemek programlarında. Löp, löp etler, bonfile - biftekler, balıklar, tavuklar, karidesler, yetmiyor av etleri itinayla pişiriliyor etliye dokunamayanlar da bunları izliyor yalnız bir problemleri var izlerken tuhaf bir orkestra onlara eşlik ediyor; durup dinliyorlar nereden geliyor bu kötü müzik diye. Karınları doyuramayan insanlar biraz saf oluyorlar, belki de o yüzden aç kalmayı hak ediyorlardır. Gelen orkestra sesi falan değil yalnızda karınlarının gurlaması.
Sütlüye gelince, ilk aklıma gelen tatlı oldu. Süt, şeker, yumurta derken içine giren şeyler o kadar pahalı ki sütlü tatlı almak bir yana evde pişirmek için bile bir servet harcayabilirsiniz. Peynir çeşitleri, yoğurt, ayran ve diğer süt ürünlerinin de yanına yanaşılmıyor. Eskiden insanlar ucuz olsun diye simit ayranla bir öğünlerini atlatabilirlerdi; şimdi bunları alırken cebinde geriye ne kadar paraları kalacağını düşünür oldu. O nedenle en iyisi ne etliye ne sütlüye dokunmamak. Ne acı ki onları uzaktan sevmek aşkların en güzeli demek duruma geldik.