Başlıktan da anlaşılacağı gibi bu kez farklı konulur arasında gezineceğim bir yazı yazmaya karar verdim.
Biz üç kız kardeş dönemimizin en iyi okullarından birinde eğitim aldık; Milli Eğitim Bakanlığının o günlerdeki kurallarına göre beş yıllık ilkokul, üçer yıllık da ortaokul ve liseyi eğitim dönemlerini bitirmeden önce son sınıflarda, okuduğumuz derslerden bitirme sınavına girerdik. Bizler bu sınavlardan yakındığımızda rahmetli annem, “siz bu sınavlardan mı şikâyet ediyorsunuz, biz her ders yılı sonunda sizin bitirme sınavlarınız paralelinde olgunluk sınavlarına girerdik. Sizin mezuniyet sınavlarınız yerine de Bakalorya denilen ve tüm yıllarda öğrendiklerimizin sorulduğu sınavlara girerdik. Sizler şimdi bize göre yarı cahil mezun oluyorsunuz” derdi. Şimdikiler bizlere göre bile kör cahil. Bir eğitimci olan annem bu günleri görseydi kahroldu kadıncağız. Geçen gün bir delikanlı dışarıdan lise bitirme sınavlarına gireceğini söyledi. Ortaokuldan beri tanırım kendisini. Lise birde okulu bırakınca çok yalvarmıştım devam etsin diye. Bari açık öğretim derslerini izliyor mu diye sordum, izlemiyormuş. Yeni sisteme göre sınavda 170 puan alırsa lise bitirme diploması veriliyormuş. Ömründe hiç roman okudu mu diye sordum okumamış. Şaşırmaktan çok üzüldüm. Lise birden lise dörde kadar öğretilenleri atla, sonra 170 puan al, diploma cepte. Bu durum yeni oluşmuş, diplomalı cahiller de insan, onlar da oy verecek, hayırlı uğurlu olsun. İster misiniz bunlar üniversite sınavlarını da kopyayla geçip en sonunda başımıza akademisyen kesilsin? Gerçi sorun yok onlar da bazı ağabeyleri gibi intihal yaparak bilim eserleri üretmeye başlar.
Dizilerimizle ilgili bazı görüşlerimi daha önceki yazılarımdan birinde paylaşmıştım. Şimdi o yazımda değinmediğim bir konuyu ele almak istedim. Hiç kimse doğal Türkçemizi kullanmıyor, sürekli yerel ağız kullanılıyor. Kimi başarılı, kimi değil; ama hiç gerekmediği bir ortamda, oyuncunun coğrafî kökeninin hiç önemli olmadığı durumlarda da kırık Türkçe kullanılmıyor mu çok sinirime dokunuyor. Televizyon programları insanların bilinçaltına işler, eğitici olmaları gerekirken neden bozuk bir dil pompalıyorlar hiç anlamıyorum. (Televizyondaki yanlış tonlamalara bir yenisi daha eklendi şahane sözcüğü iki uzun “a” ile söylenirken şimdilerde birinci “a” kısa ikincisi uzun olarak söylenir oldu.) Televizyonla ilgili diğer görüşlerimi gazetemizde yayınlanan “Yine Bir Televizyon Yazısı” adlı bölümde bulabilirsiniz. Ama sucuk, pastırma, botoks falandan geçtim, insanlar ekmek alamazken bir programda yılın mücevher modası irdelenmedi mi deli oldum. Bir de diziler tuhaf bir şekilde müzikallere dönüştü. Birdenbire yanık bir şarkı ya da türkü başlıyor, oyuncular gözlerini hülyalı, hülyalı süzerlerken başka sahnelere geçiliyor, etkinlik yok, bakışmalara devam, beş, on dakika süregeliyor; sonra esas olaya geçiliyor. Bu da dizi uzatmanın başka bir yöntemi. Bizler de eğer kayıttan izlemiyorsak zorunlu olarak istemediğimiz şeyleri dinlemek zorunda kalıyoruz.
“Yerli mallar” haftasındaymışız; yirmi yaş altına sorsanız o da ne derler; iyisi mi adını “Mallar Haftası” olarak değiştirmek; ne de olsa Türkiye’de maldan çok ne var ki.
Nedense birden aklıma geldi. Geçen gün taksiye bindim şoförle ülke sorunlarından söz ediyoruz. Adam “Koyun sürüsü gibi olduk diyeceğim ama koyunun hiç değilse eti yenir” dedi.
Kazananın para ikramiyesi aldığı bilgi yarışmaları yayınlanıyor. Birinci soru, “isminiz kaç harflidir”, yarışmacı yanıtlıyor ve doğru olduğunu öğrenince yüzünde başarısının verdiği sevinç gülümsemesi. İkinci soru “Türkiye’de kaç coğrafî bölge vardır?” Yarışmacı izleyiciye sorma joker hakkını kullanıyor. Çıkan şıklar arasında yedi en çok oylanmış, dokuz hemen sonraki sırada; yarışmacı korkarak “yedi” diyor. Doğru cevap çıkınca derin bir nefes alıyor. Bu zor yanıtı bilebildiği için pek mutlu. Sonraki sorularda tüm joker haklarını kullandıktan sonra hasbelkader beş bin lira kazanıyor. Tamam mı devam mı diye sorulduğunda şansını denemek için devam diyor. Beş bin lira uçup gidince de pek bozuluyor. Yurt dışındaki bilgi yarışmalarını izleyince ya bizim ya da onların uzaydan geldiklerini düşünüyorum.
Lise sonda ya da üniversite birdeyim. Nurdan, ben, rahmetli annem ve babam akşam seansına sinemaya gideceğiz. Hazırlanmaya başladım makyajımı yaptım, üstümü giydim, beğenmedim değiştirdim, saçımı düzelttim olmadı bozdum baştan yaptım vakit geçti evden çıkmamız gerektiğinde alelacele fırladım. Taksiye bindik; önde babam arkada annem, Nurdan ve ben oturuyoruz. Annem Nurdan’ı dirseğiyle uyarıp benim ayaklarımı gösterdi. Ben de merak edip baktım ki yerde sivri kulaklı pembe tüylü iki tavşan! Aceleden pabuçlarımı giymeyi unutmuş terliklerimle çıkmışım. Üçümüzü de gülme tuttu. Arabadan indik babam ayaklarımı gördü ve “koca kız oldun bunlarla mı sinemaya gidiyorsun, hem de gereksiz yere bu kadar süslendikten sonra” dedi ve biraz da öfkeyle önden yürümeye başladı. Annem babamın kızdığını anlayıp ona yetişti yatıştırmak için olsa gerek koluna girdi. Bir baktık babacığım Nurdan’la benim yanımda hayretle anneme bakıyor, annemin koluna girdiği adam ve annem de aynı şaşkınlığı yaşıyor. Babamın yapısında ve onun paltosunun renginde giyinmiş bir adamın koluna girmiş yanlışlıkla. Anneciğim alelacele özür dileyip gülmemek için kendini zor tutarak yanımıza geldi. Babam? Herhalde üç kadınla uğraşmak durumunda kaldığı için kendine pek acımıştır.
Ramazan davulcuları daha gün tam olarak ışımadan acımasızca davul çalıyorlar, neymiş, insanlar sahura kalkacakmış. Hastası olan var, küçük bebeği olan var, henüz uykuyu tutturmuş olan var, kimin umurunda. Eğer uyuyorsanız, uykunuzun en tatlı yerinde canhıraş bir davul sesi ile fırlıyorsunuz; sanırsınız Viyana kuşatmasına gidiliyor. Yetmiyormuş gibi bayrama yakın gururla kapınıza gelip ramazan davulcunuz geldi diye zilinizi çalıyor. Dinsel sömürü; ben mecbur muyum Müslümanlık gereklerini onların inisiyatifiyle yerine getirmeğe? Çalar saatler bile çağdışı oldu herkes cep telefonlarının alarmıyla uyanıyor. İlk başlarda henüz gözüm açılmamıştı herhalde ki bahşişlerini verirdim. Şimdi cep telefonumu gösterip işgüzarlık etmemelerini öneriyorum. Para kazanmanın da bir adabı olmalı.
Ramazanda taksiye bindim şoför niyetli misiniz diye sordu. Oruçlu muyum, değimliyim onu merak ediyor; ne karışıyor ki, tepem attı niyetli değilim ama iyi niyetliyim diye yanıtladım. Gülümsedi, “Hanımefendi, sigara içiyorsanız ve niyetliyseniz canınız çeker mi diye sordum; izninizle ben bir tane içeceğim de” dedi. Rahatına bakmasını söyledim.
Büyük marketlerde fileden yapılmış torbalar içinde portakal ve limon satılıyor. Bir torba alayım dedim, üstten gözükenler harika, araya sıkıştırılmış olanlar çürük çarık. Maalesef ben de kandırılmıştım ama bu durum nihayet kendi kesemi etkilemişti. Son yıllarda çok daha beter kandırılmalara tanık olduk. İtiraf edildi ve özür dilendi ama zararı kimlere dokunmadı ki.
Pastaneye gittim ufak tefek bir şeyler aldım doksan üç lira tuttu. Kasadaki görevli, “Doksan üç lira tutmuş yuvarlak hesap yüz lira” demez mi? Müşteri aleyhine yuvarlak hesap olamayacağını söyleyip ceza olarak seksen beş lira ödedim. Umarım dersini almıştır.