Epeydir demlenen bir yazıydı bu. Târih profesörü Ali Akyıldız hakkında bir kitap çıktığını duyduğumdan beri yazmak istiyordum.
1984’de Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’ne başladığım zaman tanıştığım Ali Akyıldız ile bir sene aynı koridorda bulundum; fırsat buldukça sohbet ettim. Yıllar sonra Osmanlı Arşivi’nde kısa bir süre mesâi arkadaşı olduk. “Hakkında ilk ne söylemek istersin?” deseler her şeyi şöyle elimin tersiyle iter, cebinde beş parası olmayan yeni memur olmuş genç kızı bir kenara çekip âbilik yapmasını anlatırım. “Bir süre maaş alamayacaksın. İhtiyacın olursa ben buradayım. Kimseye gitme!” dediğini hiç unutmadım. Eminim, kendisi unutmuştur.
Mide kanamasına kadar uzanan sıkıntılı bir süreçten sonra akademik hayâta geçerek memûriyet zindanından kurtuldu. Gidişine çok imrensem de kaldım. Sonrası evlilik, çoluk çocuk derken benim Ankara’ya yerleşmem, araya epey bir mesâfe koydu. Emekli olup İstanbul’a yakın gelince irtibâta geçtim. Ben düz memur olarak emekli olmuştum. Ali âbi ise düz profesördü. Yâni hocaydı. Burada bir parantez açıp “düz profesör” ne demek anlatayım. Ankara’da bir edebiyat profesöründen dinlemiştim.
İki profesör karşılaşmış. Hâl hatırdan sonra birisi, hangi idârî görevlere, makamlara geldiğini sıralamış. Karşısındaki başını eğmiş. “Ben de böyle düz profesör kaldım.” demiş. Akademide “düz profesör krizi” diye bir sıkıntı olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Hocalıktan daha üstün bir makam mı vardı?
Rahmetli Âmil Çelebioğlu asistan alırken, “Hocalığı hiçbir bürokratik göreve değişmeyeceksin” diye yemin ettirirmiş. Bunu bize anlatan hocalarımızın bile bürokratik görevler için attıkları taklalara, girdikleri kılıflara şâhit olmak; hattâ zarar veririm diye ötelenmek, kalbimi kırmıştı.
Ali âbi, hocalığa halel getirmedi. Tek derdi, öğrenci yetiştirmek oldu. Kafama takılan konularda aramaya başladım. Tadına doyulmaz telefon sohbetleri ettik. Milliyetçi muhâfazakâr kesimin aydınları ve akademisyenlerinin yaşattığı hayâl kırıklığına, ilaç gibi geldi. Telefonda bile konuşmaya korkan arkadaşlarım, hocalarım vardı çünkü. İktidar eleştirisi yapınca koronadan kaçar gibi kaçıyorlardı. İncinmiştim velhâsıl.
Parasız kaldığımda “buradayım” diyen Ali Abi, fikirsiz, muhabbetsiz kaldığım bir zamanda da buradayım dedi. O midemi bulandıran mesâfeyi bir zerre olsun hissettirmemesi, benden ziyâde akademi adına içimi serinletti. Öğrencilerini kıskandım.
Ali âbiyi tanıdığımda rahmetli Halûk Dursun ve Hanefi Bostan asistandı. Onlar da benim için örnek insanlardı. Fakat her ikisinin de bürokrasiye ve siyâsete girmesi, akademik kimliklerinin önüne geçti. Hocalığı bıraktılar. Hanefi Bey’in cenâzesinde genç nesil yok gibiydi. Sendikacılar, ön saflara dizilmişti. Halûk Hoca’yı ise öncelikle siyâsîler uğurladı. Âmil Hoca’ya ettikleri yemini tutmamışlardı çünkü. Ali âbi böyle bir yemin etti mi bilmiyorum. Hocalığa sâdık kaldı. Hocalığı, her türlü bürokratik ve idârî görevden üstün tuttu.
Bu duygularım demlenirken şimdi yazıya dökmemin bir sebebi var. Fakülteden sınıf arkadaşım MSÜ rektörü Prof. Dr. Erhan Afyoncu, Avusturya maçı sonrasında sosyal medya hesâbında, “Viyana, 341 yıl sonra düştü.” diye bir mesaj paylaşmış. Şakadır dedim. Vallâhi değilmiş. Târihçiliğin aldığı mesâfeye gerçekten üzüldüm. Gerçi futbol kafasıyla yönetilen bir ülkede şaşırmamak lâzım.
Medya-iktidar ilişkisinde bir kural vardır. Medya, iktidarı salladığını zanneder ama dâima iktidar, medyayı sallar. Bu ilişkiyi masaya yatıran Wag The Dog filminin ana fikri şöyledir:
“Köpek, neden kuyruğunu sallar? Çünkü köpek, kuyruğundan daha akıllıdır. Eğer kuyruk daha akıllı olsaydı köpeği sallardı. Akıl, köpektedir. Bu yüzden kuyruğunu, istediği gibi sallar. Yâni iktidar, medyayı yönlendirir. Kuyruk, köpeği ne kadar sallarsa sallasın sonunda köpek, son sözü söylemektedir.”
Bu kural, akademi-iktidar ilişkisi için de geçerlidir. Siyâsetle içli dışlı olan akademisyenlerin kendisi gibi kalmalarına imkân ihtimâl yoktur. Hocalığı aşağı görüp yukarılara tırmanırken sallandıkça, salladıklarını zannederek avunurlar. Bilim, felsefe şöyle dursun, kendilerini bile unuturlar. Tenhâlarda ise siyâsette kaliteyi yükselttiklerini, siyâsete yön verdiklerini anlatırlar. Anlatan da dinleyen de, “Bu altın kaldırımlı, mina çiçekli, cenneti andıran nûrânî yolların nihâyetinde dâima ‘kirli bir etek mihrâbı’ bulunduğunu” bilir.
Teşekkürler Ali âbi! Kendin olduğun için, hoca kaldığın için ve akademik ağırbaşlılıktan tâviz vermediğin için teşekkürler…