Soğuk savaş döneminin güvenlik örgütü olan NATO, Türkiye’deki sivil örgütlenmesi açısından tartışılırken, Romanya’nın başkenti Bükreş’te son zirve toplantısı yapıldı. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi, her siyasal dönemin örgütlenmesi ya da devlet modelleri zaman içerisinde eskimekte ve içine girilen yeni dönemlerde bu gibi yapılanmaların varlığı ya da devam edip etmemesi tartışma konusu olmaktadır. 21. yüzyılın başında artık NATO için de benzeri bir değerlendirme dönemi söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, dünyanın yeni süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin öncülüğünde kurulmuş olan Batı Bloku’nun savunma sistemi olarak NATO, yarım yüzyılı geride bırakan bir tarihe sahip olan bir uluslararası kuruluş olarak, bugünün dünyasında ne gibi bir yere sahip olacağını bilememekte, kurucu patron olan ABD’nin güdümünde bazı kesimlerin özel çıkarları doğrultusunda yönlendirilerek yeni bir tür emperyalizmin koruyucu ya da bekçisi konumundaki güvenlik örgütü durumuna doğru sürüklenmektedir.
Asıl hedefi, komünizm tehdidine karşı Batı İttifakı içinde yer alan Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerini bir araya getirmek olan NATO, dünya tarihine İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan Kuzey Atlantik inisiyatifi doğrultusunda girmiş ve kimlik kazanmış bir uluslararası güvenlik örgütlenmesidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Rusya’nın önderliğinde bütün Kuzey Yarımküre’yi ve Doğu Asya ülkelerini kapsayan Sovyetler Birliği’nin dünyaya sosyalist sistemi yaymasını önlemek üzere kapitalist sisteme sahip olan Batılı ülkeler “hür dünya” görünümü altında NATO örgütlenmesi içinde yer almışlar ve uluslararası geliştirilen savunma projeleri ile süreç içerisinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan illerini talep etmesi üzerine, Türk devleti de Batı savunma sistemi içerisinde yer almaya karar vermiş, bu doğrultuda komünist yayılmacılığa karşı Kore Savaşı’nda hür dünyanın askerî güçleri içinde Türk askeri de savaşarak, Türkiye NATO ittifakı içinde yer almaya giden yolda önemli bir adım atılmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Türkiye’de demokrasiye geçilmesiyle beraber ABD Ortadoğu’ya gelmiş, İsrail’in kurulmasıyla da NATO savunma örgütü Türkiye’de yerleşerek, dünyanın merkezî bölgesinde, Sovyet Bloku’nun hegemonya kurmasını önlemiştir. Türkiye’nin merkezî coğrafyadaki jeopolitik konumu, başta ABD olmak üzere bütün Batılı ülkeler açısından önem taşıdığından, NATO Türkiye’ye tam olarak girmiş, askerî yapılanmanın yanı sıra, sivil kadrolarla da NATO’nun Türk siyasetinde yer aldığı görülmüştür. Bir Batı savunma ittifakı olan NATO Türkiye’ye yerleşirken, dünyanın merkezî alanında Batı hegemonyasını sürekli kılmak ve Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere ulaşmasını önleyerek, Batılı kapitalist sistemi bütün dünyaya yaymayı hedefliyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında NATO üzerinde ABD ve Batı İttifakı’nın bu politikasının sancılarını Türkiye fazlasıyla çekmiş ve bu yüzden zaman zaman iç karışıklıklar yaşayarak askerî dönemlere sürüklenmiştir. Batı ve ABD hegemonyası doğrultusunda NATO kaynaklı askerî müdahaleler Türkiye’nin siyaset sahnesinde Demoklesin Kılıcı gibi baskı unsuru olmuştur.
NATO gibi güçlü bir siyasal ve askerî örgütlenme sayesinde ABD’nin öncülüğündeki Batı İttifakı soğuk savaşı kazanmış, izlenen politikalar sayesinde bir tek kurşun atılmadan sosyalist sistem tasfiye edilmiştir. Böylesine önemli bir değişim süreci içerisinde, dünyanın merkezindeki ülke olarak Türkiye önemli olaylar ile karşılaşmış, Türk devletinin bu dönüşüm süreci içerisinde kendi inisiyatifini kullanarak ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etmesine ne yazıktır ki ABD, NATO yapılanmasını kullanarak, izin vermemiştir. Soğuk savaş dönemi sona ererken ve bütün dünya küreselleşme dönemine doğru sürüklenirken, bütün dünya devletleri değişimi kavrayarak buna uyum sağlamaya çalışırken, ABD ve Batı dünyası NATO üzerinden Türkiye’yi eski soğuk savaş koşullanmaları doğrultusunda ellerinde tutmaya gayret etmişler ve bu doğrultuda NATO’nun Türkiye’deki sivil kadrolarını kullanarak, Türk siyasetini yönlendirmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında başta Almanya ve İtalya olmak üzere bütün NATO üyesi Avrupa ülkeleri bu askerî örgütün gizli sivil yapılanmalarını tartışma alanına getirerek tasfiye etmişler, ama böylesine bir adımın atılmasına ABD kendisine bağlı kadrolarla Türkiye’de izin vermemiştir. Avrupa ülkelerinde yirmi yıl önce yapılan bu tür tartışmalar ve yenilenme girişimlerinin Türkiye’de NATO aracılığı ile engellenerek, tam da ABD’nin İran üzerinden bütün Avrasya kıtasına yönelik bir askerî harekâta kalkışması aşamasında gündeme getirilmesi son derece ilginç bir durumu yansıtmakta ve böylece Türkiye’nin Avrupa dışında ele alındığını bir kez daha kanıtlamaktadır. Avrupa Birliği’ne tam üye yapılmayan Türkiye sırf güvenlik nedeniyle NATO’ya üye yapılmış ve şimdi de ABD ile beraber Batı İttifakı’nın çıkarları doğrultusunda bir cephe ülkesine dönüştürülmek istenmektedir. Batılı ülkeler kendi güvenlikleri için Türkiye’yi kullanmalarına rağmen, ortak ittifak içinde yer aldıkları Türkiye’nin cephe ülkesi konumuna sürüklenmesine seyirci kalmışlar ve kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliği için kendilerini yükümlülük altına sokmamışlardır. Böylesine çifte standartlı bir durum da NATO örgütünün konumunu küreselleşme sürecinde Türk kamuoyunda tartışılır bir duruma getirmiştir. Bir güvenlik örgütü olan NATO, küreselleşme döneminde artık Türkiye için güvensizlik üreten bir konuma gelmiştir. Değişen koşullarda yeni bir değerlendirme yapılmaması, bu durumun nedeni olmuştur.
1949 yılında Washington Antlaşması ile devreye giren NATO örgütü, Türkiye ve Yunanistan’ın katılmalarıyla, bir Batı İttifakı kuruluşu olarak soğuk savaş döneminde yoluna devam etti. Ne var ki, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsız kalan bazı Doğu Avrupa ülkeleriyle, Varşova Paktı’na üye olan sosyalist devletler de kendi içlerinde bir dönüşümü gerçekleştirdikten sonra NATO’ya üye olmaya başladırlar. Sovyetler Birliği bir Rusya merkezli bölgesel ittifak olarak dağılırken, Fransa ve Almanya’nın öncülüğünde oluşturulan Avrupa Topluluğu da daha sonra bir kıtasal birliğe yönelmiş ve bu aşamadan sonra Avrupa Birliği doğuya doğru genişlerken, eski sosyalist Doğu Bloku ülkelerini Birliğe üye yapmaya başlamıştır. Almanya-Fransa işbirliğine dayanan bu kıtasal örgütlenmenin ABD hegemonyasını tehdit ettiğini gören Amerikan devleti de, bu kez Avrupa Birliği’nden önce davranarak, Çek Cumhuriyeti’nin başkenti olan Prag’da yapılan NATO zirvesi ile Doğu Avrupa ülkelerini öncelikle NATO ittifakı içine aldırmıştır. Böylece Avrupa ve Amerika arasındaki hegemonya çekişmesi, NATO ile beraber Avrupa Birliği’nin doğuya doğru genişlemesi sürecinde tırmanma göstermiş, bu yarış küreselleşme aşamasında Batı İttifakı’nın kendi içinde yeni çekişmelere neden olmuş ve Türkiye bu aşamada Avrupa ile Amerika arasında sıkışıp kalmıştır.
Yeni dönemde Rusya’nın D-8 ülkeleri arasına yer almasını sağlayan ABD, Rusya ile ilişkilerini geliştirirken, kendisine karşı direnen Avrupalı büyük ülkelere karşı yeni bir denge kurarak NATO üzerinden doğuya doğru açılma siyasetini sürdürmüştür. Rusya kapitalist sistem ile dünyaya açılırken, Doğu Avrupa ülkelerinin NATO içerisinde yer almalarına ses çıkarmamış hızla, kapitalist sistem içerisinde Batılı ülkelerle rekabet edebilecek güçlü bir konuma gelebilmeye öncelik vermiştir. Rusya’nın bu durumundan yararlanan ABD, Avrupa Birliği’nin doğuya doğru ilerlemesinin önünü kesebilmek uğruna, Doğu Avrupa ülkeleri içinde NATO üzerinden örgütlenmiş ve Avrupa Birliği’nin yeni dönemde kendisine karşı bir inisiyatifi bu bölgede geliştirmesinin önünü kesmiştir. Böylesine bir politikada, Avrupa Birliği’ne tam üye olamayan Türkiye’nin sıkışık durumundan da ABD fazlasıyla yararlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin yerine kendisine rakip bir karşı kutbu Avrupa Birliği’nin oluşturmasına izin vermek istemeyen ABD’nin, NATO örgütü aracılığı ile kendisine bağlı bazı gizli örgütlenmelerle, dünya dengelerinde kendi çıkarları doğrultusundaki politikaları İttifak’a üye olan ülkeler üzerinde baskı unsuru olarak kullandığı görülmüştür. ABD’nin bu gizli politikalarından en fazla zarar görün ülkelerden birisi Türkiye olmuş, NATO örgütü aracılığı ile yürütülen baskı politikaları sonunda ABD’nin çıkarları ve istekleri doğrultusunda üye ülkelerin yönlendirilmeleri gerçekleşmiştir. Askerî örgütlenmenin yanı sıra geliştirilen sivil ve gizli yapılanmalar ABD emperyalizminin NATO’yu istediği gibi kullanmasını sağlamıştır.
Küreselleşme döneminde, soğuk savaş döneminin savunma örgütü olan NATO’nun bu kez bir savunma örgütü olmaktan çıkarak hegemonya kuruluşuna dönüştüğü görülmektedir. ABD’li yetkililer her ne kadar bu durumu gözlerden kaçırmak isteseler de, Avrupa ülkelerinde başlayan NATO tartışmalarının ABD ile Avrupa Birliği arasında yeni gerginlik unsurlarını oluşturduğu görülmüştür. Türkiye’de NATO üzerinden istediği gibi at koşturan ABD’nin böylesine bir hareket serbestliğine Avrupa ülkeleri içinde sahip olmaması, NATO içindeki tartışmaları artırmış, İttifak’a yeni üye olan Doğu Avrupa ülkelerinin konumu üzerinde ABD ve Avrupa Birliği arasında çok ciddî gerginlikler yaşanmıştır. Böylesine bir aşamada, Avrupa Birliği’ne tam üye yapılmayan Türkiye’nin konumundan ABD fazlasıyla yararlanmış ve Türkiye’nin içindeki varlığını Avrupa Birliği’ne karşı her fırsatta kullanmıştır. Doğuya doğru yayılma ve genişleme politikası doğrultusunda Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri yeni bir rekabet yarışına kalkarken, NATO örgütlenmesi, ABD’nin üstünlüğü olmuştur. ABD NATO’ya giren her ülkeye girerek, NATO örgütlenmesi görünümünde kendisi için gerekli olan her türlü yerleşmeyi tamamlamış ve bu ülkeleri birer Amerikan uydusu ya da denizaşırı eyaleti konumuna getirmiştir. Avrupa’nın eski emperyalist ülkelerine karşı sürdürülen bu ABD hegemonyası NATO içinde yeni tartışmalara neden olurken, yarım yüzyıllık bir ortaklıktan sonra Avrupa ülkeleri NATO’dan çıkarak bir Avrupa savunma kuruluşu oluşturma planını devreye sokmuşlardır. Ortaçağ sonrasında dünyayı beş yüz yıl yöneten Avrupalı emperyalist ülkeler bir türlü ABD emperyalizminin uzantısı ya da bekçisi konumunu NATO içinde kabul edememişlerdir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, NATO’nun bir ABD örgütlenmesine dönüşmesi üzerine gündeme getirilmiştir. Önümüzdeki dönemde eğer NATO ABD hegemonyasının bütün dünyaya yayılmasının örgütlenmesine dönüşürse, Avrupalıların kendi savunma örgütlerini kurmak üzere NATO’dan ayrılma yoluna gidecekleri anlaşılmaktadır. ABD bu görüş ayrılığını gizlemek üzere ne kadar çaba sarf ederse etsin, Avrupa’nın önde gelen eski emperyalist ülkeleri bir ABD emperyalizminin parçası olmayı reddederek, NATO’ya karış yeni bir güvenlik örgütünü Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesinde orta çıkarmaya hazırlanmaktadırlar. Küreselleşmenin bir ABD merkezli hegemonya düzenine dönüşmesini Avrupa Birliği’nin öncüsü olan ülkelerin kesinlikle kabul etmedikleri anlaşılmaktadır. NATO içindeki bu gerginliği ABD, yeni üye olan Doğu Avrupa’nın küçük ülkelerini yanına çekerek aşmak istemektedir. Ne var ki, dünyayı beş yüz yıl emperyalist bir düzen içerisinde yönetmiş olan Avrupa’nın büyük ülkelerinin böylesine bir ABD hegemonyasına alet olmayacakları şimdiden belli olmuştur. ABD bu durumu aşabilmek için birçok girişimi gündeme getirmesine rağmen istediği sonucu alamadığı için, Batı İttifakı içindeki anlaşmazlık bugün de devam etmektedir.
Irak Savaşı sırasında ABD Başkanı Bush, “eski Avrupa’yı tanımadığını ve kıtanın doğu ülkelerinden meydana gelen genç Avrupa’yı hedef aldığını” söyleyerek aslında, Avrupa’nın batısında kendisine karşı ortaya çıkan direnmeyi aşabilmek üzere NATO’nun genç üyesi olan Doğu Avrupa’nın küçük ülkeleriyle beraber hareket etmeyi sürdüreceğini açıkça ifâde etmiştir. Bu doğrultuda NATO’ya üye olan Balkan ülkelerinde ABD, NATO ittifakının ötesine giderek, kendisi için özel askerî yapılanmalar yönelmiş ve gelecekte muhtemel bir yeni Balkan Savaşı ya da Avrasya harekâtını düşünerek, bir daha çıkmamak üzere bu ülkelere girmiştir. ABD’nin bu ikili tutumu Avrupa ülkelerinde ciddî tepkiler yaratmış ama bu ABD emperyalizminin yayılmasını dizginleyememiştir. ABD, Avrupa ile ihtilaflarını dünya kamuoyundan gizlemeye çalışırken Rusya ile geliştirdiği ilişkilerini öne çıkarmak istemiş ve bu durumdan yararlanarak Avrupa ülkelerinin direnişini kırmak için uğraşmıştır. Türkiye’nin Avrupa’nın dışında kalan konumundan fazlasıyla yararlanan ABD, D-8 örgütlenmesi içinde Rusya ile başlattığı ilişkileri daha da geliştirerek Rusya yakınlaşmasını Avrupa Birliği üzerinde bir yeni baskı unsuru olarak kullanabilmenin arayışı içinde olmuştur. Bir süre için bunu başaran ABD, daha sonra Rusya ile belirli konularda karşı karşıya gelince gene Avrupa’nın eleştirilerine karşı yalnız kalmıştır.
Avrupa Birliği üzerinde, Rusya’yı bir baskı unsuru olarak kullanmak isteyen ABD, Rusya Federasyonu’nun NATO içinde gözlemci statüsü ile yer almasının önünü açmış ve NATO ile Rusya arasında bir Barış İçin Ortaklık sözleşmesinin imzalanmasını gerçekleştirmiştir. Eski Varşova Paktı üyesi ülkeleri de bir bütün olarak kapsayan Barış İçin Ortaklık, ABD’nin NATO üzerinden doğuya doğru yayılması sırasında Rusya’nın engel olmamasını sağlamak üzere düşünülmüş bir çözüm olmuştur. Ne var ki, zaman içerisinde ABD’nin gerçek emperyalist emellerinin açığa çıkması üzerine, bu barışçı girişim de devre dışı kalmıştır. NATO, yeni üyelerle doğuya doğru ABD emperyalizminin yayılışı doğrultusunda geliştikçe, Amerikalılar için barış ortaklığı anlamını yitirmiştir. Rusya’da bunun üzerine, Avrupa ülkelerinde yapılan güvenlik zirvelerinde Amerika’ya karış meydan okumaya başlamıştır. Özellikle Almanya, yeni dönemde ABD yayılmacılığına karşı Rusya ile yakınlaşmaya başlamış, ABD’nin emperyalist baskılarına karşı eskiden olduğu gibi bir Prusya-Rusya dayanışmasına giderek gelecekte kuzeyde yeni bir birlik oluşturacak düzeyde gündeme gelmeye başlamıştır. Rusya ile Almanya’nın dünya güvenliği için bir denge oluşturmak üzere yakınlaşmaya başlaması üzerine ABD ve İsrail, Sarkozy gibi kendilerine yakın bir politikacının Fransa’nın başına gelmesini sağlayarak, Avrupa Birliği’ni ortadan ikiye bölmüşlerdir. Avrupa Birliği’ni fiilen ortadan kalktığı yeni aşamada, dünya yeniden Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin koşullarına geri dönmüştür. Bu yeni dönemde NATO’nun konumu daha fazla tartışma konusu olmaktadır.
Yirmi yıllık bir küreselleşme denemesinden sonra, dünya soğuk savaştan sıcak savaşa doğru gitmektedir. Özellikle Amerika’nın, Irak ve Afganistan’da sıcak çatışmalara girmesi ve bunu Ortadoğu’da İsrail ile, Avrasya’da da küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda zorlaması, bütün Avrupa ülkeleri ile beraber doğunun ve Asya’nın önde gelen devletlerini de rahatsız etmektedir. Yeni dönemde ABD, İran’a yönelik bir savaşı bölgeye zorlaması nedeniyle başta Türkiye olmak üzere bütün Avrasya ülkeleri cephe ülkesi olmaya doğru sürüklenmektedirler. ABD böylesine hegemonya savaşı planlarında NATO’yu kullanabilmek üzere yeni bir strateji geliştirmiş ve “terörle mücadele” kavramını öne çıkararak kendisine karşı çıkan diğer Batılı ülkeleri ortak düşmana karşı kendi inisiyatifi altında birleştirebilmenin yollarını aramıştır. Özellikle Taliban ve El-Kaide gibi terör örgütleri böylesine bir ortak hedef yaratarak, ABD’nin terörle mücadele politikasının öne çıkmasını kolaylaştırmışlardır. ABD terörü kullanarak Batı İttifakı’nı yanında tutabilmenin çabası içinde olmuş ve bu doğrultuda NATO toplantıları düzenleyerek dışa karşı ortaklığın devam ettiği izlenimi vermeye çalışmıştır. 11 Eylül olayları bu doğrultuda kullanılarak dünya medyası aracılığı ile ABD’nin hegemonya politikasına elverişli bir ortam yaratılmak istenmiştir.
Yeni dönemde, Varşova Paktı’ndan vazgeçen Rusya, ABD’nin saldırgan emperyalist tutumundan fazlasıyla rahatsız olmuş ve yeni dönemde dünya dengelerinin oluşturulabilmesi amacıyla bu kez, Çin ile bir araya gelerek Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurmuştur. ABD’nin Irak ve Afganistan saldırıları üzerine Şanghay İşbirliği Örgütü yavaş yavaş bir askerî yapılanmaya dönüşmüş ve kuruluşun son Kırgızistan zirvesinde büyük bir askerî tatbikat yapılmıştır. Irak ile dünyanın merkezine, Afganistan ile de Avrasya kıtasına saldıran ABD’nin bu tutumunu Avrupa ülkeleri benimsememiş ve NATO içerisinde ABD’ye sürekli olarak karşı çıkmışlardır. Batı’nın patronu olarak bir dünya egemenliği peşinde koşan ABD’ye Avrupalı ülkeler itiraz ederken, Avrupa Birliği’nin bir karşı denge yaratması mümkün olamamıştır. Bunun üzerine Rusya, Çin ile yakınlaşarak ve Orta Asya’daki yeni bağımsız olmuş Türk Cumhuriyetleri’ni de içine alarak Şanghay İşbirliği Örgütü ile ABD’ye karşı bir Doğu Savunma Paktı yaratabilmenin arayışı içinde olmuştur. Çin ve Rusya gibi çok büyük bir askerî güç olan Hindistan da İran ile beraber ABD saldırganlığına karşı, Asya’nın ve doğunun korunması sürecinde Şanghay İşbirliği Örgütü ile yakın işbirliği içine girmişlerdir. ABD’nin Irak ve Afganistan’daki saldırganlığını Suriye ve İran gibi yeni ülkeler üzerinde sürdürmesini istemeyen Asya ve doğu ülkeleri, giderek Şanghay İşbirliği Örgütü etrafında yeni bir korunma mekanizması çatısı altında toplanmaya başlamışlardır. Çin ile Rusya’nın başını çektiği böylesine bir bütün güvenlik yapılanması, ABD saldırganlığı önünde çok büyük bir set yaratmış ve yavaş yavaş bütün dünya ülkeleri tarafından desteklenmeye başlamıştır.
Amerikan devletinin Evangelizm’in kıyamet senaryosuna, Siyonizm’in dünya hegemonyasına ve Yeni Muhafazakarların 11 Eylül benzeri çılgınlıklarına kilitlendiği bu aşamada, küreselleşmenin patronu konumundaki ABD petrol, silâh ve otomotiv tekelleri Amerika’yı Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru zorlamaktadır. Soğuk savaş döneminde Vietnam savaşını kaybeden ABD’de bunun intikamını İran üzerinden bütün Asya’da almak isteyen yeni bir çılgın dalganın öne geçtiği görülmektedir. Daha Irak bataklığından çıkamayan ABD Siyonizm’in merkez bölge egemenliği uğruna üç trilyon dolarlık bir ekonomik yıkıma mâruz kalmıştır. Bu yüzden Afganistan’da yeterince Çin’e karşı güç sağlayamayan ABD, hegemonya çılgınlıklarına NATO üzerinden bütün Batı ülkelerini de dâhil etmek istemekte ve Batı’nın temsilcisi olarak dünyanın doğusunu saldırırken, bir Doğu-Batı savaşında bütün Batılı ülkeleri NATO disiplini içerisinde kendi yanında tutmak için baskı yapmaktadır. Son Bükreş Zirvesi’nde Bush açıkça bütün NATO üyelerini yeni bir 11 Eylül olayı ile tehdit ederek, Batılı ülkeleri de bu belaya sokmak istemiştir. Başta Almanya olmak üzere, Fransa, İtalya ve İspanya gibi büyük ülkeler bu ABD çılgınlığına karşı çıkmışlardır. NATO’nun İstanbul Zirvesi’nde görülen durumun bir benzeri Bükreş’te ortaya çıkmıştır. Türkiye ABD baskısı ile bu zirvede pasif kalırken, Avrupa’nın büyük ülkeleri bir Üçüncü Dünya Savaşı çılgınlığına karşı çıkmışlar ve NATO’nun Ortadoğu’ya taşınarak Üçüncü Dünya Savaşı’nda ABD’yi kullanan güçlerin savaş oyuncağı olmasına izin vermemişlerdir.
Amerikan devlet kendisini Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyen altı lobinin baskısı altında yalnız kalmaktan kurtulabilmek üzere, işi NATO’ya havale ederek yükü paylaşmak istemektedir. Evangelistler ile Siyonistlerin, Yeni Muhafazakârlarla beraber Amerikan devletini ele geçirmeleri, petrol, silâh ve otomotiv şirketlerinin de savaşı körükleyen bir ekonomik politika içinde olmaları, Amerikan devletini Üçüncü Dünya Savaşı uğruna bir çöküşe sürüklemiştir. Dünyanın süper gücü olan Amerika bugün bir büyük ekonomik krize, savaş çılgınlıkları yüzünden mâruz kalmıştır. Aklı başında Amerikalılar, savaş isteklisi çılgın lobilerin elinden Amerikan devletini kurtarabilmenin mücadelesi içine girmişlerdir. ABD Başkanlık Seçimleri’nde bu durum fazlasıyla netlik kazanmıştır. ABD’yi çılgınlıklardan kurtaracak bir sağduyunun, devletin başına gelmesini isteyen aklı başındaki Amerikalılar Başkanlık Seçimleri’ne giderek ağırlıklarını koymaktadırlar. Seçimlerin sonucu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkıp çıkmayacağını da belirleyecektir. Amerikan halkı böylesine bir bilinçle hareket etmeye başladığı için bütün dünya kamuoyu bu aşamada ABD Başkanlık Seçimleri’ne kilitlenmiş görünmektedir. ABD, çılgın lobilere karşı çıkabilecek aklı başında bir Başkan seçebilirse, dünya saldırgan politikalardan ve emperyalist işgallerden kurtularak yeni bir barış dönemine girebilecektir.
Dünyanın süper gücü konumunda olan Amerikan devletini bir savaş makinesine dönüştürmek isteyen çılgın lobilere karşı Amerikan halkı galip gelirse, ABD hegemonyası altındaki NATO örgütü de savaş senaryolarına alet olmaktan kurtulabilecektir. Bu aşamada Amerikan halkına ve devletine önemli görevler düşmekte, ABD’yi ve bütün dünyayı ciddî bir çöküşe sürükleyecek her türlü savaş senaryosuna karşı direnmeleri gerekmektedir. Savaş makinesinin çılgınların eline geçmemesi için Amerikan halkı ve devleti işbirliği yapmalı ve Başkanlık seçimlerinden savaş senaryolarına karış çıkacak bir adayın zaferle çıkmasını sağlamalıdırlar. Amerika bunu başarabilirse yirmi birinci yüzyılda da üstünlüğünü koruyabilir, aksi takdirde savaş senaryolarına alet olacak bir Amerika Avrasya çöllerinde ve dağlarında dağılıp gidecektir. Irak’ta ortaya çıkan üç trilyonluk borç stokunun en az on misli Avrasya macerasında ABD’nin başına bela olacaktır. Avrasya’da hegemonya kurabilmenin ardından koşan ABD yönetimi, arka bahçesi olan Latin ülkelerindeki etkisini yitirdiğini görerek kendine gelmelidir. Arka bahçesini kontrol edemeyen dünyaya egemen olamaz. Irak’tan çıkamayan İran’a saldıramaz, Afganistan’da zorlanan Hazar ya da Sibirya bölgelerine giremez, ABD bunları tek başına aşamayacağını bildiği için NATO’yu da kendisini savaşa zorlayan oyunlara alet etmek istemekte, savaşı bir Doğu-Batı çekişmesine dönüştürmek istemektedir.
Amerika’nın dünya egemenliği planına göre NATO merkezinin Brüksel’den Türkiye’ye taşınması düşünülmektedir. Hatta kamuoyundaki söylentilere göre tıpkı Merkez Bankası’na İstanbul Ataşehir’de yeni bir yer hazırlanması gibi NATO için de İzmir’in Balçova bölgesinde yeni bir yerleşim merkezinin hazırlandığı söylenmektedir. ABD’nin Avrasya savaşı sürecinde Ankara’nın devlet olarak devre dışı kalması, ekonominin İstanbul üzerinden savaşın da İzmir üzerinden Batı’nın denetimi altında yönlendirilmesinin planlandığı Türk kamuoyunda artık açıkça tartışılmaktadır. Konya ovasının üç kıtaya yönelebilecek bir savaş senaryosunda merkez askerî alana dönüştürülmesinin düşünüldüğü basına yansımıştır. Bütünüyle Anadolu’yu hem bir cephe ülkesine hem de emperyalizmin dünya hegemonyasının kalesine dönüştürecek böylesine bir çılgınlığa ne Batılı ülkeler ne Doğulu ülkeler ne de Türkiye “evet” demeyecektir. Ne var ki, savaş isteyen lobilerin bütün dünyayı bir maceraya sürükleyecek böylesine planları zorlamaları doğrultusunda ciddî bir güvenlik sorunu ortaya çıkmaktadır. NATO’nun böylesine bir dönemde güvenlik örgütü olmaktan çıkartılarak hegemonya ve saldırı kuruluşuna dönüştürülmesi bütün NATO ülkelerini tehdit altına sürükleyecektir. Bunu çok iyi bilen Batı’nın büyük ülkelerinin ABD zorlamalarına Bükreş Zirvesi’nde karşı çıkmaya devam ettikleri görülmüştür. ABD bu olumsuz duruma karşı yeni üye olan küçük devletlerle beraber ortak bir eylem planı geliştirmek durumunda kalmıştır.
Bükreş Zirvesi’nde, NATO’nun Balkanlar’daki örgütlenmesinin tamamlanması doğrultusunda, Arnavutluk ve Hırvatistan’ın üyeliği kabul edilmiş ama Yunanistan’ın itirazı nedeniyle Makedonya’nın üyelik kararı alınamamıştır. Yunanistan Güney Makedonya’nın kendi sınırları içinde bulunması nedeniyle bir türlü Kuzey Makedonya’nın bağımsız devlet olmasını kabul etmemektedir. Bu nedenle Makedonya Balkanlar’da ortada kalmıştır. Ayrıca, doğuya doğru genişleme politikaları doğrultusunda Ukrayna ile Gürcistan’ın üyeliği de tartışma konusu olmuş ve eski Sovyetler Birliği’nin eyaleti olan bu iki ülkenin NATO üyesi olmasına Rusya karşı çıktığı için Ukrayna ve Gürcistan NATO üyesi olamamışlardır. Yeni bir Slav Birliği peşinde koşan Rusya Federasyonu bu doğrultuda Sırbistan ve Beyaz Rusya ile beraber Ukrayna’yı da böylesine bir birliğe dahil etmek istemekte ama batının itirazı ile karşılaşmaktadır. Sorus fonları ile desteklenen turuncu devrimler Gürcistan ve Ukrayna’nın Rusya’dan uzaklaşmalarını sağlayamamışlardır. Rusya Kiev’in doğusunda yaşayan yirmi beş milyonluk Rus nüfusa dayanarak Ukrayna’nın geleceğinde hak iddia etmekte ve gerekirse, Doğu Ukrayna’yı Rusya Federasyonu içine almayı düşünmektedir. Rusya’nın benzeri bir planı Kuzey Kazakistan için de söz konusudur. Böylece, Rusya yeni dönemde Panslavizm politikası doğrultusunda Doğu Ukrayna ile Kuzey Kazakistan’ı sınırları içine almaya hazırlanmaktadır. Ayrıca, Panortodoksizm doğrultusunda, Rusya Gürcistan ile Ermenistan gibi iki küçük Hıristiyan Kafkas ülkesinin geleceği ile de yakından ilgilenmektedir. Bu doğrultuda Gürcistan’ın NATO içinde yer almasını Rusya kendi güvenliği açısından kabul etmemektedir. Gürcü Devlet Başkanı’nın ABD vatandaşı olması, Turuncu Devrim ile desteklenmesi de bu küçük Hazar ülkesinin NATO’ya üye olmasını sağlayamamıştır. ABD’nin Gürcistan üzerinden NATO’yu Kafkaslar’a sokmak istemesi, Hazar bölgesinde yeni üsler kurarak İran ile beraber Çin ve Rusya’ya karşı bir askerî yapılanmayı sürdürme planlarına Rusya bölgenin eski patronu olarak karşı çıkmıştır. Bu yeni aşamada artık Rusya ile oluşturulan Barış İçin Ortaklık anlaşmasının da geride kaldığı görülmektedir. Petrol şirketlerinin Hazar’a girmek istemesi ABD’yi Gürcistan üzerinde yoğunlaşmaya yönlendirmekte ve Rusya’yı da karşı önlemlere sürüklemektedir. Rusya’nın ABD’ye karşı direnişinde NATO üyesi olan Avrupa ülkelerinin desteği olduğu görülmektedir. Bölge dışı emperyal güç olan ABD’nin Hazar’a girmesini istemeyen Avrupalı ülkeler Rusya ile yeni bir enerji ortaklığına girerek Hazar havzasından daha fazla pay alabilmenin arayışı içindedirler. ABD gibi on bin kilometre öteden gelerek savaşmadan, Rusya ile kurulan ittifaklar sayesinde Avrupa ülkelerinin gelecekteki enerji sorununu barış içinde çözebilmenin çabası içinde oldukları görülmektedir. Avrupa’nın barıştan yana tutumu Çin ve Rusya da desteklemektedir.
NATO’nun Füze Kalkanı Sistemi, Rusya, İran, Çin, İslâm dünyası ve bütün doğu ülkelerini hedef alan bir Üçüncü Dünya Savaşı hazırlığıdır. Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yerleştirilmek istenen füze kalkanları bir Prusya-Rusya ittifakını önleme çalışırken, gelecekte Hazar ve Sibirya havzalarını ele geçirecek derece geliştirilen emperyalist saldırı planın ön aşamasıdır. Bu sistem tam olarak kurulursa Türkiye NATO üyesi bir ülke olarak bütünüyle Üçüncü Dünya Savaşı’nın cephe ülkesi konumuna gelecektir. Bu durumda bütün Doğu ülkeleri Türkiye’yi hedef alan savunma sistemlerine yönelecek ve Türk ulusunun üzerinde yaşadığı topraklara karşı ateş menzilleri oluşturabileceklerdir. Yeni NATO Ortadoğu’ya gelirken bir Avrasya savaşına yönelmekte ve geleceğin kutup merkezlerini tehdit etmektedir. Ve geleceğin kutup merkezi olabilecek Rusya, Çin ve Hindistan’ı doğrudan tehdit etmektedir. Böylesine bir durum da NATO’nun artık ABD’nin tekelinden çıkartılması gerektiğini ve Birleşmiş Milletler’e devredilerek dünya ordusuna dönüştürülmesinin zorunluluğunu açıkça göstermektedir. Avrupa ve ABD’nin yollarının ayrıldığı bir aşamada NATO artık Batı savunma sistemi olmaktan çıkmış Atlantik emperyalizminin Truva Atı konumuna gelmiştir Üçüncü Dünya Savaşına giden yolda dünya barışının korunması için artık NATO’nun BM’nin denetimi altına alınması zorunludur.
Bir Üçüncü Dünya Savaşı ardında koşan altı büyük lobiye Amerikan devletinin teslim olması, NATO’yu gelecekte bu savaşın saldırı örgütü konumuna getirebilecektir. Böylesine bir durum dünya barışına zarar vereceği gibi, güvenlik için oluşturulan bir kuruluşun savaş aracına dönüşmesine yol açacaktır. Güvenlik örgütlerinin saldırı kuruluşlarına dönüşmesi, dünya aklının kaybedilmesine neden olacak yirmi yüz yıllık uygarlık birikiminin ürünü olan bugünkü dünya düzeni çökecektir. İsa’nın dönmesi için kıyamet bekleyenlerin ekmeğine yağ sürülecektir. Böylesine bir durumun acilen önlenmesi gerekmektedir. Tek başına dünya devletlerinin gücünün yetmediği noktada, dünya uygarlığının merkezi olan Birleşmiş Milletler örgütünün göreve davet edilmesi gerekmektedir. İki büyük dünya savaşı sonrasında evrensel barışı kurmak ve bunu geleceğe dönük kurumlaştırmak üzere oluşturulan Birleşmiş Milletler’in hem Genel Kurulu ile hem de Güvenlik Konseyi ile duruma el koyması gerekmektedir. Barıştan yana olan bütün güçler ve dünya devletleri Birleşmiş Milletler çatısı toplanmalı ve bu uluslararası örgütün alacağı kararlar doğrultusunda savaşa giden yolun önü kesilmelidir. Güvenlik konseyinde üye olan Çin ve Rusya, Almanya ve Fransa ile beraber hareket ederek, İngiltere’yi de yanlarına alarak Birleşmiş Milletler üyesi olan bütün dünya ülkelerini bir barış platformunda bir araya getirmelidirler.
ABD’yi kendi çıkarları doğrultusunda bir savaş makinesi olarak kullanan lobilere karşı, NATO üyesi ülkeler bir araya gelerek, NATO’nun bir güvenlik örgütü olarak Birleşmiş Milletler’e bağlanmasını karar altına almalıdırlar. NATO erişmiş olduğu büyük askerî güç ile Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşmeli ve Güvenlik Konseyi ile Genel Kurul’un kararları doğrultusunda hareket etmelidir. Ancak o zaman Amerikan devletini işgal etmiş olan savaş lobilerinin senaryolarına alet olmaktan kurtarabilecektir. Birleşmiş Milletler’in barış güçleri dünya barışı için yetersiz kalmaktadırlar ama NATO gibi güçlü bir güvenlik örgütü Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşürse o zaman dünyanın neresinde bir devlet savaş çıkarırsa insanlık ve dünya barışı adına Birleşmiş Milletler kararı ile bir dünya ordusu olarak NATO duruma müdahale edecektir. Yeni dönemde NATO adı artık geride bırakılmalı, Birleşmiş Milletler Ordusu adı altında dünya barışına katkıda bulunmaya bir güvenlik örgütü olarak devam edilmelidir. Zirve toplantıları ile NATO’nun yönlendirilmesi artık mümkün olamamaktadır. Bu durum dikkate alınarak NATO artık Birleşmiş Milletler’e taşınmalı ve bu büyük evrensel örgütün ordusu olarak dünya barışına katkıda bulunmalıdır. Böylece Avrupa’nın ayrı bir ordu kurması ya da Şanghay İşbirliği Örgütü’nün bir askerî birliğe dönüşmesi de önlenecek, bütün kıtalar ve ülkeler dünya barışı için Birleşmiş Milletler ordusunun gücü altında evrensel barışa kavuşma şansını elde edebileceklerdir. Birleşmiş Milletler ordusu ile de güçlenecek ve o zaman Genel Kurul’un aldığı kararlara bütün devletler uymak zorunda kalacaklardır. Küresel savaşın yerini evrensel barışın alabilmesi için bir an önce NATO’nun Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşmesi zorunlu görünmektedir. Bu doğrultuda NATO merkezi İzmir’e değil New York’a taşınmalıdır.
Kaynak: NATO BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ORDUSU’NA DÖNÜŞMELİDİR - Prof. Dr. Anıl Çeçen