Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Giriş
Türkiye Cumhuriyeti Atatürk'ün kurmuş olduğu bir devlettir. Türkiye; modeli, siyasal yapı bütünüyle Atatürk ilkelerine dayanan bir devlet biçimidir Bu nedenle, Türkler için Türkiye Atatürk'tür, Atatürk Türkiye'dir. “Bir devletin, bir ulusun ya da bir siyasal rejimin kişilerle bağlantısı olamaz” diye itiraz edenler, Türkiye devletinin kurucusunun Mustafa Kemal Atatürk olduğunu hatırlamaları gerekir. Atatürk olmasaydı tarih daha farklı boyutlarda gelişebilirdi ve bu bölgede başka türlü devlet modelleri gündeme gelebilirdi. Bu açıdan Atatürk'ü tarihin seyrini değiştiren olağanüstü kahramanlardan birisi olarak kabul etmek bilimsel açıdan doğru olacaktır. Atatürk sayesinde Türk ulusu günümüzde dünyanın jeopolitik merkezinde rahat ve güvenli yaşayabilecek kadar büyük bir devlet kurabilmişlerdir. Yirminci yüzyıl gibi çok büyük siyasal değişimlerin yaşandığı bir dönemde Türk ulusu Atatürk'ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti devletinin sağlam çatısı altında güvenlikli bir biçimde yaşamını sürdürebilmiş ve günümüzün çağına ulaşabilmiştir.
Dünyanın jeopolitik merkezinde, tamamen Mustafa Kemal Atatürk'ün belirlediği ilkeler ve çizgi üzerine oturtulan Türkiye Cumhuriyeti bu nedenle öncelikle jeopolitik bir devlettir. Çünkü bu bölgenin bütün unsurları ve özellikleri dikkate alınarak ve Türk ulusunun geleceğe yönelik ulusal çıkarları açısından değerlendirilerek böylesine bir siyasal yapılanmaya gidilmiştir. Bu devlet kurulurken, belgenin haritası, nüfus ve kültür coğrafyası dikkate alınmış, aynı zamanda bölge halkı arasında yaygın olan dinsel inançlar değerlendirilerek, bölgenin kendi özelliklerine uygun bir ulusal devlet kurulmuştur. Yıkılan çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’ndan arada kalan bölgedeki halkın çoğunluğu esas alınarak bir ulus devlet yapılanmasına gidilmiştir. Bu nedenle Osmanlı coğrafyasını paramparça eden Sevr haritası yırtılıp atılmış yerine, üniter ve ulusal devlet özelliklerine dayanan bir çağdaş cumhuriyet devleti kurulmuştur. İşte bu nedenle Atatürk sonrası dönemde O'nun eserine sahip çıkmak ve gene O'nun ilkelerini savunmak “Atatürkçülük” olarak gelişmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Bugünün Türkiyesi’nin çağdaş bir cumhuriyet olması ve bölgesinin önde gelen güçlü bir devleti olması kurucumuz Mustafa Kemal’in çabaları ve daha sonra onun izinden giden Atatürkçüler’in mücadeleleri ile elde edilmiş başarılı bir sonuçtur. Türk ulusunun bu zaferinin arkasında Atatürk'ten gelen inanç ve kararlılık bulunmaktadır.
Lozan Antlaşması’na katılan İngiltere, Fransa ve İtalya gibi ülkelerin zorla kabul ettikleri Amerika Birleşik Devletleri’nin ise kabul etmediği bu tam bağımsız ulus devlet bir ulusal kurtuluş savaşı sonucunda ortaya çıkabilmiştir. Emperyalist Batı devletleri dünyanın jeopolitik merkezi olan bu bölgeyi kendi hegemonya alanlarına dönüştürmek isterken, bölge halkı bu saldırıya karşı direnmiş ve ulusal bir Kurtuluş Savaşı vererek kendi ulus devletini kurmuştur. Bölgeyi sömürgeye çevirmek isteyen emperyalist Batı devletleri kendileri ulus devlet olmalarına karşılık bu bölgede ulus devleti bir türlü kabul edememişlerdir. Onlara göre, imparatorluk arazisi kozmopolit bir nüfustan oluştuğu için emperyalist ülkeler arasında sömürge biçiminde paylaşılabilirdi. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkiye dışında kalan Ortadoğu arazileri bu biçimde paylaşılmış, İngiliz ve Fransız emperyalistleri bölgede kendi nüfus alanlarını oluşturarak, cetvelle çizdikleri sınırlar doğrultusunda kendilerine göre sömürge ve uydu konumunda yeni devletçikler icat etmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında orta çıkan bu tablo daha sonra İkinci Dünya Savaşı’nda da devam etmiş, 21. yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına kadar da Osmanlı hinterlandındaki siyasal tablo sürüp gelmiştir.
İsrail’in Kurulması ve Terör
İsrail'in kurulması bu durumun tek istisnasıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bölgede Filistin devleti oluşumunu geriye iterek, İngiliz ve Amerikan desteğinde bir İsrail yapılanması gündeme gelmiş ve elli yılı aşkın bir süredir, bölgede bir çok karışıklığın ve terörün gündeme gelmesine neden olmuştur. Vaad edilmiş topraklar olarak Tevrat'ta gösterilen alanda bir Yahudi devletinin kurulması, üç yüz yıllık bir proje olarak 20. yüzyılın ortalarında gündeme getirilmiş ve Atlantik güçleri, zengin Yahudi lobilerinin desteği ile İsrail kurulmuştur. İkinci Dünya Savaşı öncesin İsrail'in kurulma hazırlıklarını gören Atatürk, bu yeni siyasal yapının Ortadoğu dengelerini altüst edeceğini görmüş ve arkadaşlarına "Keşke İsrail Avustralya'da kurulsa" demiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük Türk'ün bu sözlerinin ne derece doğru olduğu sonraki yıllarda gündeme gelen gelişmelerle doğrulanmış ve İsrail'in kurulmasından sonra bölgede hiç bir zaman savaş ve terör eksik olmamıştır. Bölgeye yabancı bir unsur olarak dışarıdan gelen ve monte edilmek istenen İsrail devleti yarım yüzyıldır bütün Ortadoğu’nun savaş ve teröre mâruz kalmasına neden olmuş ve Ortadoğu barışını engellemiştir. Dünyanın merkezinde sürekli istikrarsızlık unsur olarak gündeme gelen İsrail olgusu, daha sonraki yıllarda bütün Arap ve İslâm dünyası ile beraber diğer üçüncü dünya ülkelerinin de rahatsız olmasına yol açan gelişmelere neden olmuş ve dolaylı olarak Türkiye de bu olumsuz gelişmelerden fazlasıyla etkilenerek rahatsız olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu bölgesindeki karışıklıklar Türkiye'de da sürekli olumsuz etkiler yaratmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu sonrasında Türkiye Cumhuriyeti dahil olmak üzere bölgenin bütün devletlerini ulus devlet olarak görmek istemeyen Batı ülkeleri, bölge coğrafyasına aykırı bir biçimde kurulan İsrail'i hem bir ulus devlet hem da bir din devleti olarak kabul etmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan Birleşmiş Milletler’in kararı ile kurulan bir küçük devlet, Batı ülkelerinin ekonomilerini kontrol altında tutan zengin Yahudi lobilerinin desteğiyle ayakta durmuş ve gene onların desteğiyle de dünyanın nükleer silâh gücüne sahip önde gelen ülkelerinden biri konumuna gelmiştir. Bu aşamada İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin koruyucu şemsiyesinden yararlanan İsrail, NATO aracılığıyla Türkiye'yi de bölgede kendi çıkarlar doğrultusunda kullanmayı başarmıştır. İsrail'in kurulmasından sonra Batılılar’ın bölgeye bakış açıları değişmiş ve sürekli olarak İsrail'i Ortadoğu'nun merkezi konumuna koyan bir yaklaşım geliştirilmiştir. Böylece zamanla Kudüs bölgenin merkezi kenti konumuna getirilmiş, Sion tepesi Siyonizm’in hedefi doğrultusunda dünyanın merkezi olarak gösterilmeye başlanmıştır.
Türkiye Merkezli Güvenlik Anlayışından
NATO Merkezli Güvenlik Anlayışına
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk gerek savaş sırasında, gerekse barış döneminde Türkiye merkezli bir güvenlik anlayış geliştirmiştir. Bu anlayışı geliştirirken de, mütareke döneminde emperyalist Batı devletleri ile işbirliği yapan İstanbul'u bir yana bırakarak, Kuvay-ı Milliye’nin başkenti olan Ankara'dan dünyaya bakan bir ulusal ve merkezî yaklaşıma öncelik vermiştir. Devlet kurucusu ve yöneticisi olarak geliştirmiş olduğu bu anlayışı daha sonraları kendisini izleyen kuşaklara bir miras olarak bırakmıştır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Atatürk'ün kurmuş olduğu devlet modelini onun yolundan giderek yöneten ve koruyan İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atatürkçü bir dış politika izleyerek Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı tehlikesinden kurtarabilmiştir. Dünyanın jeopolitik merkezinde yer alan bir bağımsız devlet olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında taraf olan gruplardan uzak kalınmış ve aktif bir tarafsızlık politikası izlenerek bu büyük belâdan Türk ulusu kurtarılmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasının gerçekleri üzerine kurulu olan Atatürkçü dış politika ve güven anlayışının doğruluğu bir kez daha İkinci Dünya Savaşı yıllarında ortaya çıkmıştır. Dünyanın en önemli ülkelerinden biri Sovyetler Birliği’yle gene o dönemin en büyük askerî gücü olan Almanya, Türkiye'yi savaşa sokamamışlar, Türkiye Cumhuriyeti sahip olduğa jeopolitik konumun gereği dünya dengelerine oynayarak, varlığını ve bütünlüğünü korumuştur. Sevr'den Lozan'a giden yolu büyük mücadeleyle açan İsmet İnönü, bu bilinçle olayları yönlendirerek; Türkiye'nin ulusal güvenliğini en zor dönemlerde bile koruyabilmiştir. Kısaca Atatürkçülüğün gereği olan Türkiye merkezli güvenlik anlayışının ülkemizin ulusa çıkarlarına ne kadar uygun olduğu İkinci Dünya Savaşı yıllarında kesinlik kazanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler Birliği’nin güneydeki sıcak denizlere inme politikası Türkiye'yi bu tarafsızlık çizgisinden Batı’ya doğru itmiştir. Savaş sonrasında Kars ve Ardahan'ın talep edilmesi yüzünden Türkiye Cumhuriyeti Sovyetler Birliği’ne karşı kendi güvenliğini bölge dengelerinde koruyabilmek için NATO'ya girmiştir. Bunun için Kore'ye asker gönderme bedeli ödenmiş, NATO'nun baş patronu olarak ortaya çıkan Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu'ya gelmesiyle beraber Türkiye'de bir NATO ülkesi konumuna sürüklenmiştir. NATO'ya girmekle bütün güvenliğini sağlanacağını zanneden Türkiye, bir süre sonra bu durumdan kendisinin değil ama NATO'nun merkezî ülkelerinin yararlandığını üzülerek görmüştür. Çünkü NATO ülkeleri Türkiye'yi Sovyet sınırında bir uzak sınır karakolu durumunu indirgemişler, Türkiye'de kurdukları askerî üslerle Sovyetler Birliği’ni yakından izlemeye almışlardır. Türkiye'nin NATO'ya girişi ile beraber NATO'da Türkiye'ye girmiş, askerî alanda olduğu kadar sivil alanda da örgütlenerek Türkiye'nin iç yapısında etkinliğimi artırmıştır.
Türk ordusunun, askerî yapısı, silâh vs. teknolojik düzeyi, eğitim ve yönetimiyle ilgili tüm diğer hususlar NATO merkezli olarak yönlendirilmeye başlanmış ve kısa zamanda Türk ordusu bir ulusal ordu konumundan NATO ordusu konumuna doğru geçiş yapmıştır. Ordunun komuta kademesinin daha çok NATO sicili alan askerlerce yönlendirilmesi nedeniyle, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nde karar mekanizmasında ulusal değil ama yavaş yavaş NATO üzerinde bloksal ya da sistemsel değerlerin öne geçtiği görülmüştür. Türkiye'nin Ankara merkezli ulusal yapısının korunması için kurulmuş olan Türk Silâhlı Kuvvetleri NATO'ya girdikten sonra, Batı sisteminin değer yargılarına daha önem verilen bir döneme de girmiştir. Soğuk savaş yıllarında dünya iki kutuplu bir bloklaşma yaşarken, bir açıdan normal karşılanabilecek bu durum son yıllarda ölçüyü kaçıran bazı gelişmeler nedeniyle sorun yaratmaya başlamıştır. NATO'ya girene kadar kendine özgü bir sistemi olan ve Ankara merkezli devletin ulusal sınırları içerisinde bir bütün olarak korunmasına ağırlık veren bir güvenlik anlayışıyla hareket eden askerî güçler sonraki döneme tamamen anti-Sovyet bir yapılanmağa yönelmiştir. NATO'ya girene kadar iyi ilişkilerde bulunulan komşu ülkeler, sonraki dönemde tehdit unsuru olarak görülmüş, İsrail nedeniyle Lübnan merkezli belgede gelişen terör olayları sanki İran, Irak ve Suriye'den kaynaklanıyormuş gibi bir durum yaratılarak; Türkiye güney komşuları ile karşı karşıya bırakılmıştır. Atlantik ötesi inisiyatif kendi bakış açısından bölge için stratejiler geliştirirken, Türkiye'nin eskiden beri uyguladığı ulusal stratejiler ikinci plâna atılmıştır. Bu durumda Türkiye'nin tehdit ve risklerinin artmasına neden olmuştur.
Okyanus ötesinden bölgeye bakan ve değerlendirmeler yapan ABD başkanı basın toplantılarında, iki kez, Türkiye'yi cephe ülkesi olarak tanımlamıştır. Okyanus ötesinden dünyanın jeopolitik merkezine yönelen bir savaşı, kendi petrol ve silâh endüstrilerinin çıkarları ile İsrail'in güvenliği için açmış olan Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin ve İsrail'in çıkarları doğrultusunda bölgede savaşa devam etmeğe kararlı görünmekte ama hem Irak'ta hem de bölge ülkelerinde çok büyük bir direniş ile karşı karşıya kalmaktadır. Bölge ülkeleri Atlantik inisiyatifinin Ortadoğu'yu işgal etmesine karşı işbirliğine yönelirken, ABD tam bu sırada “Büyük Ortadoğu Projesi” adı altında yeni bir projeyi dünya kamuoyuna açıklamış bulunmaktadır. Bölgeye petrol, hegemonya ve İsrail'in güvenliği için geldiğini dünya kamuoyundan gizlemek isteyen Amerika; “Ortadoğu ülkelerine demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisi götürüyorum” diyerek dünya kamuoyunu haksız saldırı ve işgaline ikna etmek istemektedir. Bir yılı aşkın bir süredir devam eden savaşı kaybetme tehlikesi ortaya çıktığı bu aşamada Büyük Ortadoğu Projesi’ni açıklamanın bir işe yaramadığını gören ABD bu kez de kendisinin denetimi altında olan bir askerî örgüt olan NATO'yu Ortadoğu'ya getirmenin hazırlıklarını yürütmektedir. Bu amaçla yeni NATO Zirvesi’nin toplantı merkezi olarak İstanbul seçilmiştir. İstanbul'u gelecekte bölge merkezi yapmak ve bütün Osmanlı ülkelerini İstanbul'dan yönetmek isteyen ABD, her zaman yaptığı gibi bu kez de Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olan Ankara'yı ikinci plânda bırakmaktadır.
NATO’nun Yeni Konsepti;
Savunma Amaçlı Güvenlik Anlayışından
Emperyal Amaçlı Güvenlik Anlayışına Geçiş
NATO, kuruluşu gereği bir savunma örgütü olarak oluşturulmuştur. İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bir araya gelmesinden oluşan Atlantik inisiyatifi, soğuk savaş döneminde Avrupa ülkelerini de aralarına alarak, Batı Bloku’nun savunma örgütü konumunda “Kuzey Atlantik İttifakı” adı bu örgütü kurmuşlardır. Sovyetler Birliği çökene kadar örgüt, komünizm tehdidinden önce üyelerini daha sonra da bütün dünya ülkelerini korumak üzere çeşitli görevleri yerine getirmiştir. NATO örgütü, komünist sistem yıkılana kadar kendisinden beklenen misyonu başarıyla yürütmüştür. Ne var ki, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bu blokun askerî örgütü olan Varşova Paktı da çözülmüştür. Varşova Paktı’nın kendi kendini feshetmesinden sonra NATO'nun da varlık nedeni ortadan kalkmıştır. Aslında Varşova Paktı’nın feshi ile beraber NATO'nun da feshedilmesi gerekirdi, çünkü ikisi de soğuk savaş döneminin koşullarında ortaya çıkan savunma örgütleri olduğundan bu dönemle sınırlı kalmaları gerekirdi. Doğu Bloku bunun gereğini yerine getirmesine karşılık Batı Bloku ABD'nin dünya hegemonyası politikaları yüzünden bunun gereğini yerine getirmemiştir. Soğuk savaş sonrası dönemde küreselleşme akımlarıyla beraber bir dünya hegemonyasına soyunan ABD, NATO'yu kendi egemenliğinin askerî örgütü konumuna sürüklemiştir.
NATO Antlaşması’na göre sâdece üye ülkelere saldırı durumunda askerî harekât yapabileceği açıklanan NATO, Sovyetler Birliği sonrasında sözleşmesini değiştirerek “alan dışı bölge” kavramını kabul etti. Böylece üye ülkelerin topraklarının dışında kalan alanlara da küresel güvenlik örgütü olarak NATO'nun müdâhale edebileceği görüşü geliştirildi. Batı ülkelerinin savunma örgütü olan NATO daha sonraları eski Doğu Avrupa ülkelerine açılarak bunları da içine aldı. Kosova sorunu gerekçe gösterilerek, bu ülkedeki iç çatışmalara ilk kez NATO'nun alan dışı müdâhale uygulamasıyla girmesi sağlandı. Böylece, NATO, ABD adına ve küresel imparatorluğun kurulması doğrultusunda dünyanın her köşesine müdâhale edebilecek bir askerî örgüt konumuna dönüşmektedir. Önceden üye ülkeleri güvenliği söz konusu iken, yeni dönemde ABD merkezli dünya hegemonya yapılanmasının gerekli gördüğü yere müdâhale etme ilkesi öne çıkmaktadır. Bu yeni durum savunma amaçlı güvenlik anlayışından emperyal amaçlı güvenlik anlayışına geçildiğini göstermektedir. Üye ülkelerin çıkarları geri plânda kalırken, küresel imparatorluk isteyen Atlantik güçlerinin hegemonya çıkarları öne geçmektedir. Bu yeni durum artık üye ülkeler için yeniden değerlendirilmesi gereken farklı bir aşamadır.
NATO’culuk mu? Atatürkçülük mü?
İstanbul Zirvesi ile NATO, Ortadoğu'ya getirilirken, amaç olarak Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirilmesi gösterilmektedir. Bu proje bölge ülkelerini oldukları gibi ele almamakta, arazinin bütününü çevrelemeyi hedeflerken, bölgedeki ülkelerin küçük eyaletlere bölünmesiyle yeni bir konfederasyonun, Atlantik güçleri ile İsrail ittifakının güdümünde, oluşumuna öncelik vermektedir. Türkiye bu aşamada ikili bir duruma sürüklemektedir. Hem NATO ülkesi olarak bölgeyi dönüştürenlerin içinde yer almaktadır. Hem de bölge ülkesi olarak dönüştürülecek ülkeler içinde bulunmaktadır. Dönüştürücüler bölgeyi kendi istedikleri gibi çok eyaletli bir siyasal oluşuma doğru sürüklerlerken Türkiye'nin parçalanması ve giderek dağılması da aynı süreç de gündeme gelecektir. Bu aşamada Türkiye Cumhuriyeti kendisini de ortadan kaldıracak bir plâna girmeye ve buna alet olamaya NATO disiplini çerçevesinde zorlanmaktadır. Bu aşamada NATO’culuk öne geçerken Atatürkçülük devre dışı bırakılmaktadır. ABD'nin hiç bir zaman Lozan Antlaşması’nı kabul etmediği düşünülürse, ABD için Türkiye'nin ulusal üniter ve çağdaş cumhuriyete dayanan siyasal yapısının önem taşımadığı, ABD'nin okyanus ötesinde bölgeye baktığı zaman araziyi bir bütün olarak gördüğü ve Türkiye'nin ulusal sınırları fazla ilgilenmediği anlaşılmaktadır. Bu çerçevede, Amerika Birleşik Devletleri’ni Atatürk'ün eserinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsız ve ulusal egemenliğe dayanan siyasal modelinin fazla ilgilendirmediği söylenebilir. Onlar, ülkemize bakınca toprak parçası görüyorlar ama bu ülkede bir devlet ve ulus bulunduğunu kabul etmek istemiyorlar.
ABD politikaları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyanın merkezinde kurul bulanan devlet modelinin dayandığı ilkeler çatışınca, NATO’culuk öne geçmekte ve Atatürkçülük tasfiye edilmektedir. Son yıllarda ülkemizin siyasal yapısını ekonomik silâhlar kullanılarak nasıl değiştirildiği ortaya çıkmıştır. IMF programları ile köşeye sıkıştırılan Türkiye, ekonomik yardımlar karşılığında sürekli olarak siyasal ödünlere zorlanmış ve bu sürecin sonucunda Atatürk'ün Türkiye’si yarı yarıya tasfiye edilmiştir. Türkiye ulusal gücü ve potansiyeli açısından fazlasıyla tehdit unsuru taşıyan bir çok uygulamaya ülkemiz Batılılar’ın zorlamalarıyla sürüklenmiştir. Batı sisteminin çıkarları gerçekleşirken, Türkiye için yeni yeni tehdit unsurlar ortaya çıkmıştır. Küreselleşme ve bölgeselleşme süreçleri ülkemiz açısı çok ciddî anlamda güvenlik sorunları yaratmıştır. Bu kadar tehdit ve riskin arttığı bir ortam da Türkiye'nin bunlarla mücadele edecek gücü elinden almıştır. Türkiye kısa bir süre içinde çöken ekonomisi ile dışa muhtaç bir konuma getirilmiştir. Atatürkçülüğün esası olan, “kendi kendine yeten güçlü Türkiye” ilkesi çiğnenmiştir. NATO’culuk böylesine bir durumun ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur.
İçinde bulunduğumuz koşullarda Türkiye'nin çıkarları ile küresel merkezlerin çıkarları ciddî bir çatışma içindedir. Kısacası Atatürkçülük ile NATO'culuk bu bölgede çatışmaktadır. Soğuk savaş döneminin eski dengeleri ortadan kalkmıştır. Yeni dengelerin oluştuğu bu aşamada Türkiye'yi yönetenlerin bütün gerçekleri görerek hareket etmeleri gerekmektedir. NATO'nun bölgeye gelebilmesi için öncelikle ABD'nin, Lozan'ı ve onun eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, varolan siyasal yapısı ile tanıdığını açıkça ilân etmesi gerekmektedir. Türkiye'yi bölecek ya da dağıtacak çözümlerin bölgenin geleceği için düşünüldüğü bir ortam da NATO’cu yaklaşımın Türkiye'nin ulusal güvenliğini sağlamak açısından yeterli olup almayacağı tartışma konusudur. Bu konuda Batılı dostlarımızın ve müttefiklerimizin Türkiye'ye ek güvenceler vermesi gerekmektedir. Ek güvenceler verilmediği noktada Türkiye'nin bölge ülkeleri ile bir araya gelerek Atatürk'ün zamanında kurulmuş olan Sadabat Paktı gibi ittifakları alternatif olarak düşünmesi söz konusu olabilir. NATO’culuk Atatürkçülüğü bitirmemeli aksine desteklemelidir. Türkiye'nin Atatürk'ün devlet modeli ile ayakta kalması ve bu modeli ile bütün bölge ülkeleri için örnek ülke konumuna gelmesi sağlanmalıdır. Ancak o zaman NATO’culuk Türkiye'nin güvenliğini sağlayabilir ve Atatürkçülüğün ayakta kalabilmesine yardımcı olabilir. NATO’culuk ve Atatürkçülük çelişmemeli aksine birbirini tamamlamalıdır.
Kaynak: NATO’CULUK ATATÜRKÇÜLÜĞÜ BİTİRİYOR - Prof. Dr. Anıl Çeçen