8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 120 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000’i aşkın kişi katıldı. 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka’nın Kopenhag kentinde toplanan 2. Enternasyonal’e bağlı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın “Internationaler Frauentag” (International Women’s Day – Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı yılları arasında sosyalizmin yayılmasından çekinen bazı ülkelerde anılması yasaklanan Dünya Kadınlar Günü, 1960’lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleşen çeşitli gösterilerde anılmaya başlandı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu da 16 Aralık 1977 tarihinde 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak anılmasını resmen kabul etti.
Türkiye'de “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” 1921 tarihinde kutlanmaya başlandı. 1980 darbesi döneminde dört yıl kutlama yapılmadı. 1984'ten itibaren her geçen gün daha da geniş kitlelerle kutlanmaya devam ediliyor.
“Türkiye’de kadın olmak daha küçük bir kız çocuğu iken kamusal alanda güvende olmadığını öğrenmek demek. Parkta, bahçede, sokakta, meydanda, sahilde, otobüste, akla gelen her yerde her an sözlü veya fiziksel tacize uğrama ihtimalinin bilincinde olmak demek. Kimse öğretmez, yaşayarak, bizzat deneyimleyerek öğrenir bu ülkede her kadın bunu. Ve kendince önlemler, hatta savunma yöntemleri geliştirir. Kimse göstermez; hayat öğretir.
Türkiye’de kadın olmak, sokağa adımını attığın andan itibaren tedirgin olmak demek. Binecek otobüs seçmek demek. Ne tıka basa dolu olmalı ne de çok boş.
Türkiye’de kadın olmak, otobüse biner binmez radar gibi etrafı tarayıp kendine güvenli bir köşe seçmek demek. Tramvayda, bir erkeğin yanındaki veya karşısındaki boş koltuktan hangisine oturacağınıza karar vermek demek. Metroda oturan bir erkeğin karşısında ayakta durmamak demek. Bir erkekle aynı yönde dikilmemek demek. Rahatsızlık veren bakışları fark etmemek için telefona gömülüp etrafla ilgilenmemeye çalışmak demek. Her durakta bir boşluk yakalayıp kendini oraya atmak demek.
Türkiye’de kadın olmak bazen de hep kavga etmek demek. “Ne bakıyorsun? Ne yapıyorsun?” diye bağırıp çağırmak demek. Türkiye’de kadın olmak, kendini savunmak için aikido, wing chun, krav maga ve kick boks yapmayı öğrenmek demek.
Türkiye’de kadın olmak, kıyafetini hep savunmak zorunda kalmak demek. Türkiye’de kadın olmak “Mutlaka bir yerini açmıştır, mutlaka göz süzmüştür, mutlaka kırıtmıştır, mutlaka kuyruk sallamıştır, mutlaka aranmıştır” zihniyetiyle yılmadan mücadele etmek demek.
Türkiye’de kadın olmak, cinsiyetinden ötürü her adımda hesap vermeye mecbur bırakılmak demek. Türkiye’de kadın olmak, kadınlığın ‘şeytani’ bir yanı olduğunu ve kadınların zapturapt altına alınması gerektiğini ima edenlere sabahtan akşama küfretmek demek.
Türkiye’de kadın olmak, cinsiyet kaynaklı adaletsizliklere bakıp sinir hastası olmak demek”
Bu satırlar Melis Alphan’dan. Artık değişsin bu düzen. Kadın sorunları son bulsun. Hayatın her alanında kadınlar olsun. Dünyayı ve Türkiye’yi güzellik kurtaracak. Güzellik kadınlarda, bizim kadınlarımızda. Haydi bir kere daha yazalım Nazım Hikmet’in o dilimizden düşmeyen satırlarını..
“Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız”