Tavan arasındaki odaya geldiğinde hemen uykuya dalmak için sabırsızlanıyordu. Ne kadar çok uyursa öğlen öğününü atlatıp akşamı bir liralık “az çorba” ile geçirebilecekti. Bir anda sessize aldığı cep telefonunu hatırladı.
ONUR AKBAŞ
Az kalmıştı… Ne kadar az? Ne ölçüde az, bilmiyordu? Lakin bir şeylerin sonuna az kalmıştı? KPSS’ye, sınavdan sonra şekillenecek iş hayatına, Zeynep ile durumunun netleşmesine, az kalmıştı. Bu azlık arttıkça dermanı azalıyor, her sabah göğüs kafası, kesesi ile birlikte daralıyordu. Dört sene okumak neyse de bir sene de formasyon için nasıl para yetirsindi babası. Bankanın verdiği üç yüz liralık kart doluyor, yatan kredi ile boşalıp az bir faizle yine gelecek ay yatacak kredili bursu bekliyordu. Cebinde iki lira olduğu zaman günü kurtarıyordu. Yarım çorba sınırsız ekmek bir lira ediyordu. Öğlen mercimek akşam işkembe yetiyordu. Çevredeki arkadaşların ona açtığı krediden borçtan sigara parası da çıkıyordu. Bu sene bir garip başlamıştı vesselam. İlk defa kredi kartı kullanmış, ilk defa borcu faiz yemiş, ilk defa bir kızı yanağından öpüp saçını okşayarak Zeynep’e ihanet etmişti. İlk defa abilerin sözünden çıkmış, sigaraya yeniden başlamış, mesul olarak verildiği evde kalmayıp virane bir evin teras katında sınıftan arkadaşları ile kalmaya başlamıştı. Bu sene bir garipti. Zira bunca günah ve ihanet, hafizanallah, her gece deprem olacak korkusuyla yatma, sabah bir felaket haberi endişesi ile uyanma. Ve bütün bunların sebebinin kendisi olduğunu bilmenin mesuliyeti. Efendi hazretlerinin “hüzünlü gurbet”te kendisi gibi günahkarlar için döktüğü göz yaşları aklına geldikçe uykusu iyice kaçıyor, bu uyku düşmanlığına üstünde yattığı yatağın gıcırtıları ve tahta kurularının sebep olduğu kaşıntılar eşlik ediyordu. Burnu delik arkası basık ayakkabılarını giyip dört adım ötede duran sigarasını almak için yürüdü. Odanın tahta zemininin üstünde halı yoktu. Aldığı sigara hariç pakette altı tane vardı. Bu da onun yarın fakülteye gidip gelmesine yeterdi. Yatağa doğru çok takırtı çıkarmamak için büyük adımlarla ilerledi, yatağa paralel camdan yansıyan ay ışığına sırtını döndü. Sigarasını yaktı. Derin bir nefes alarak Zeynep’i düşündü. O da çok uzatmasaydı, kendisi ile birlikte yola çıkan arkadaşlarının hepsi muvaffak olmaya başlamış mezun olduktan sonra evlilik planları yapmaktan öteye geçilmiş kimilerinin aileleri bile tanışmıştı. Oysa Zeynep, hep tarikatı ve onun kurallarını ön plana sürmüş. Babasının Çanakkale’deki konumunu, erkeklerle konuşmanın haram olduğunu söylemiş. Yetmemiş açık açık reddetmiş. Ama sınıfta, gözlerini kendisinden ayıramamış, çeşitli hal ve tavırlarla kendisinden vazgeçmemesi için cesaret vermekle beraber, bazen yoğun ısrarlarının önünü alamayınca havadan sudan da olsa kendisiyle beş ayda bir telefonda muhabbet bile etmişti. Bu “okul bitsin sabret…” anlamına geliyordu. Yo hayır kendi yanılgısı değildi bu bazı hafta sonu akşamları buluştuğu “ehli dünya” (Tarikattan olmayana böyle denirdi.) arkadaşları da aynı çıkarsamada bulunmuşlardı. İşte o sona doğru yaklaşılıyordu. Ters giden bir şeyler vardı. Sigara bitecek Zeynep’in gösterişten değil sırf davayı temsil için taktığı markalı turuncu örtüsünün içindeki beyaz yüzünün aydınlığında uykuya dalabilecekti. Şimdi memlekette ne yapıyordu acaba? Formasyonu kazanamamıştı. Olsun kazanamasındı. Evin gelecekteki erkeği olarak kendisinin kazanması yeterdi. O, tarikatın okullarında görev alır evin mutfak masrafını çıkarırlardı. Zeki kızdı aslında ama demek ki dünyayı bu kadar önemsemiyordu. Mütevazı bir hayat ve kitaplar daha ne isterdi ki emindi, Zeynep de aynısını isterdi. Yatağa uzandı. Bir türlü hayalini getiremedi gözünün önüne… Konsantre olamadım diye düşündü kendi kendine… Olmuyordu. Karanlığa odakladığı gözlerinin önüne kıvır kıvır saçları, beyaz ama sivilceli yüzü, kısacık boyu ve hiç yüzünden eksik olmayan gülüşü ile biri geliyordu gözlerinin önüne. Sakladığı bir gerçek gibi gülümsüyordu karşısında… Gözlerini kapayıp yeniden açtıkça görüntü iyice belirginleşiyordu. Günah işlemiş ya da Zeynep’e ihanet etmiş gibi direkt uykuya dalmak istiyor ama olmuyordu. Utanıyordu, karanlıktan gökyüzünden, Tanrıdan, ay ışığından, efendi hazretlerinden, dünyanın dört yanında koşturan ışık fedailerinden utanıyordu. Oysa o görüntü, evet Şule’ydi bu. Biraz öne çıkan dişleri, kadife ve kahverengi mini eteği altında beyaz çorabı ve salladığı ayaklarında turuncu beyaz ayakkabıları ile karşısında ona gülümsüyordu. İçine temiz bir duygunun dolduğunu, çoraplarındaki beyazlığın karanlık gecesini doldurduğunu hissediyordu. Hayalin akışına iyice teslim olmuş alt kısmı sivilceli dudağı ile kendisine:
“- Ya çok gıcıksın…” deyişini gecenin sessizliğinde karşısındaki görüntü ile birlikte bir ilahi gibi tekrar ediyordu. Karşısında dişiliğini kullanmaya çalışan acemi ve masum görüntü karşısında günah hayal etmek ne kelime vecd içinde kasılan vücudunun katılığı bir ağırlık olup yatakta bir gıcırtı olarak ortaya çıkıyordu. Kendisine ailenin ve tarikatın öngördüğü mutaassıp kız tipi yerine bugün “ehli dünya” bir kızın görüntüsü ile bilinmeyen bir yere çocukluğu ile birlikte gittiğini hayal ederken duyduğu serinlik Temmuz’un gündüzünde insanları yakıp kavuran sarı sıcağını unutturmuştu. Şule kumraldı.
…
Gece yaşadığı serinlik sırtında kulunça dönüşmüş halde uyandı yataktan. Mustafa sesleniyordu yan odadan: “Hadi uykucu, çorbayı içelim. Derse gecikeceğiz.” Sigara kokan pijamasını çıkarıp sigara kokan gömleğini ve kumaş pantolonunu giyer giymez iki Mustafa ve bir kendisi çıktılar dışarıya. Çorbalarını aynı lokantada içip kampüse götüren dolmuşlardan birine bindiler. Hocası karşısında sınıfsal eziklik hissettiği doktor karısına laf sokmalarından enstantaneler sunduğu derse yirmi dakika kalmıştı. Çaprazından gelen yoğun parfüm kokusunun olduğu tarafa döndüğünde üst devreleri olan, ama formasyonu bu sene kazandığı için aynı sınıfta oldukları, bütün özelliği konuşma diksiyonu güzelliği, yapma kalın kaşları, yanaklarındaki allıkları ama hakkı yedirilmez biçimli kalın dudakları olan Züleyha ile göz göze gelince içindeki gıcıklanmadan utandı. Tanrı yanında olmasa da temsilcileri olan ablalar ve abilerden mutlaka birileri burada olabilirdi. Hareketleri ile kendini ele vermesi yeterdi. Şule’yi düşündü bir an… İçine dolan masumiyet, dolmuştan inerken sıcak sabah rüzgarı ile çarpışınca bir kere daha aradı gözleri Züleyha’yı, bulamadı…
İki saatlik blok ders bitince etrafındakilere bakmadan kampüsten dolmuşların kalktığı yerde buldu kendini. Hızlı olmalıydı her anlamda. Zira artık bir şeylerin sonu yaklaşıyordu. Bir hafta kalmıştı sınava. Başarmalıydı, Zeynep için, dava için başarmalıydı. Sarı sıcak yamandı. Bu sıcakta kamyon sırtında direksiyon sallayan babası gelmemişti. Ona gelene kadar Din ü Mübin için koşturanlar vardı. Annesinin “Sizin için çalışıyor, bazen sırtı aylarca su görmüyor.” Sözünün önemi kürsüden duyduğu yiğitlerinin ağlamaklı tonda anlatılan kahramanlıkları arasında kaybolup gidiyordu. Tavan arasındaki odaya geldiğinde hemen uykuya dalmak için sabırsızlanıyordu. Ne kadar çok uyursa öğlen öğününü atlatıp akşamı bir liralık “az çorba” ile geçirebilecekti. Bir anda sessize aldığı cep telefonunu hatırladı. Yatmadan. Bir yıldır Zeynep’ten geleceğini hayal ettiği telefon gelmiş olabilirdi. Ekranda bilmediği bir numaradan gelen iki cevapsız arama kalbinin atışını hızlandırdı. Arayanların abiler olabileceği ihtimalini de aklında bulundurarak muhtemel bir hayal kırıklığına karşı hazır hissetti kendini. Üçüncü çalışta açılan telefonda karşıdan gelen ses tanıdığı bir sesti. Elife idi bu. Zeynep ile arasındaki kontağı sağlayan Elife’nin sesiydi. Bir evrak işi çıkmıştı kendisi Hatay’da idi ablaları ona eş adayını oradan uygun görmüşler o da tanışmaya gitmişti, telefona cevap alamayınca Mukaddes’i arayıp işini hallettirmişti. Bu konuşmalar olurken karşıdakinin meseleyi Zeynep’e getireceğini “Ne duruyorsun, ara kız senden haber bekliyor…” diyeceğini çoktan öngören bir eda ile karşıdakini dinlerken, gelen Zeynep’li cümlelerin kodunu çözen zihnine saplanan dikenlerle his etti beynindeki yanmayı. Şaka, korkutma ya da oyun olabilir diye düşündü. Karşı taraf dün de Zeynep’in kınası olduğunu Mühendis olan çocukluk arkadaşı ile ertesi haftaya düğünleri olduğunu bunun için kendisinin de Çanakkale’ye gideceğini söylüyordu. Birkaç hal hatır sormanın ardından en son verdiği cevabı bile hatırlayamadan kendisini çorbacıda buldu. Evden on beş dakika mesafede olan çorbacıya kadar üçüncü sigarasını da attıktan çorbacıdan içeri girdi. L şeklindeki iç kısımda en kuytu köşeyi buldu. Elife’nin cümlelerini tekrar ediyordu. Utanıyordu. Bu sefer Tanrıdan değil, tarikattan değil, günahlarından değil, annesinden, babasından, yitip giden gençliğinden belki bir daha nerede göreceğini bilemediği Şule’den çocukluğundan, ehli dünya gözle baktığı tüm kızlardan, erkeklerden utanıyordu. İki Bin Sekiz 15 Temmuzunun sıcağı bir başka vuruyordu kafasına, lokantacı her zamanki gibi bir Mahzuni türküsü açmış etrafı kaygısız gözlerle süzerken, o utancından büzüştüğü köşede ücret istemeyen az ağlama hakkını kullanıyordu. Duvarda asılı müzik çalar hopörleründen çıkan ses içeriye doluyordu:
“Sarı sıcak yamandır ahha Memmet emmi
Gölgedeki bilmiyor dehha Memmet emmi..”
AĞUSTOS 2017
DELİLER TEKNESİ ÖYKÜ TEKNESİ