Bizim gazeteci Süleyman Tosunoğlu’nun kulakları çınlasın, Türkiye’de ne zaman seçim olsa, onun Fransız medya yöneticisi gazetecilerle yaptığı röportajı hatırlıyorum; Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan röportajlarda Fransızlar şöyle demişlerdi:
“Siz Türkiye’de, seçimin ertesi günü, iktidarın çantasını toplayıp sarayı boşaltmasını bekliyor musunuz?”
Aslında doğal olanı bu, seçim yapılır, kim kaybederse sarayları da ofisleri de boşaltır, kazananlar gelir.
Ama onlar inanmıyorlardı Türkiye’de böyle bir şeyin gerçekleşeceğine. Bu inançlarının nedeni de Türkiye özelindeki durumdan çok dünya genelindeki bir klişeye dayanıyordu:
“Otoriterleşen iktidar, seçimde kaybetmez.”
Yani, tıpkı Azerbaycan’da Aliyev’in veya Rusya’da Putin’in yüzde 90’lar alması gibi.
Biliyorsunuz sporda ‘Fair-play’ diye bir kural vardır, Türkçe’ye ‘Adil-oyun’ diye çevireceğimiz bu ‘fair play’in kuralı da bellidir. Kurallara her konuda dürüstlükle ve saygıyla uygulamak.
Peki 14 Mayıs’a giderken bu kurallar uygulandı mı?
Konuya daha net sorularla devam edelim:
- Devlet mekanizması, seçim kampanyası boyunca her partiye eşit mesafede durdu mu?
- Sahiplerinin büyük bölümünün iktidarla ilişkisi olduğu bilinen gazete ve televizyonlardan oluşan medyanın yüzde 90’ı, kampanya sırasında her partiye aynı oranda yer verdi mi?
- Daha önce, anayasa gereği tarafsız kişilerin atandığı devletin bakanlıklarında iktidar mensuplarının oturmaya devam ettiklerini biliyoruz, onlar tarafsız kaldılar mı?
- Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gereğince yayınlanan 3 Nolu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ekli cetvelinde yer alan bir maddeye göre, devletin tepesinde ne kadar önemli görevli varsa, tümünün görev süresi atandıkları Cumhurbaşkanı’nın görev süresi kadar. Yani Cumhurbaşkanı değişirse, yenisi kendilerini atamadıkça görevlerine devam edemiyorlar. Bu görevliler arasında Bakan yardımcıları, valiler, Diyanet İşleri Başkanı, MİT Başkanı, MGK Genel Sekreteri, Başkan Yardımcıları, daire başkanları, büyükelçiler, genel müdürler, YÖK üyeleri ve daha aklınıza ne kadar önemli görev varsa tümü yer alıyor. Şimdi tüm bu görevleri icra edenler seçim kampanyası süresince, iktidar kadar öteki partilere de eşit ve adilane hizmet verdiler mi?
- Anayasa referandumunda, kanunun açık hükmüne rağmen mühürsüz oyları geçersiz sayan, belediye başkanlığı seçiminde ise, İstanbul’da, aynı zarftaki üç oyu geçerli sayıp, birini geçersiz sayan, ‘iki kez Cumhurbaşkanı seçilen üçüncüsünde aday olamaz’ ilkesini de atlayan Yüksek Seçim Kurulu bu kez adil miydi?
- TRT, seçim kampanyası boyunca iktidara tüm partilerin bilmen kaç katından fazla zaman ayırdığı halde, ben ‘tarafsızdım’ diyebilir mi?
- Geçen seçimlerde, muhalefet kazandığı için haber akışına ara veren Anadolu Ajansı bu seçimde, gerçekten bir Cumhuriyet kurumu olduğunun hakkını verdi mi?
- On binlerce sandıktan çıkan tüm oylar, hakkaniyetle sayıldı mı?
- HDP için ‘terör destekçisi’ nitelemesi yapanlar, aynı nitelemeyi Hizbullahçılar için yapanlara saygı gösteriyorlar mı?
- İktidar, seçim sonuçlarını etkilememek için devlet kesesinden bol bol ulufe dağıtmadı değil mi?
Eğer tüm bu sorulara kesin bir ‘evet’ yanıtı veriyorsanız, hiç sorun yok.
Ama veremiyorsanız, Fransız gazete editörlerinin neden bu kadar karamsar olduğunu anlamak kolaylaşır.
Ama biz yine de pirimiz Çetin Altan’ın ‘Enseyi karartmayın’ sözlerini hatırlayalım ve ekleyelim:
Unutmayın, İstanbul halkı, İmamoğlu seçilirken yapılan haksızlıklara 800 bin oyla cevap vermişti.
Hala bir ikinci tur var.