“Önce söz vardı.” Diyor, kitab-ı kelam. Bütün varlıkları iki harfi ( “kâf” ve “nun” ) arasına sığdıran. O yüzden” hikmetle çağır”manın elifbasıdır, dilin dönmeye başlama makamında döndüğü her hece. O yüzden ehli dil susarken bile konuşmanın mümkün olduğunu sükut adlı çığlıkla talim ederler. Her söz suret itibariyle en karanlık elbiseyi de giyse o siyahlığının manası dahi ancak hakikat güneşinin ışığıyla görülür. Karanlık, ışığın var olduğu bir zeminde mana bulur. Zira “yok” tabiri bir şeyin önceden “var” olmasının sonucu olarak ortaya çıkar. Bu yüzden bunca varlığın içinde koca bir yokluk çıkaran zihniyet karşısında: “Hiçbir şey yoktur olsa da bilinemez” sözü bile akla bir miktar yaklaşma olarak kabul edilmiştir ehl-i kelam tarafından. Zira bir var edeni inkar etmek bunca varlığı ve o varlık arasındaki münasebeti ve o münasebet etrafında, idareyi, sistemi, düzeni ve o düzeni kuracak zekayı ve hikmeti bütünüyle inkarı gerektirir. Bunları inkar etmeden bu işi “sonlu olan”a yüklemek akıl ve kalp ekseninde bir yere sahip değildir ve olamaz da. Yalnız aklın ekseninden veya kalbin ikliminden bütünüyle kopmamışlar için durum biraz daha farklıdır. Bu bağlamda şair hem akıl hem de kalp dairesinden bütün bütün kopamaması itibariyle “kopmamışlar”a dahildir. Bu münasebetle Necip Fazıl,” ilahi idrak emanetinin ,insanda insanüstü mevhibesini temsil etmeye memur yaratık….” Olan şaire, bal yapma makamında kendini izah edemeyen arı misalli, farkında olmadan belki de bilip sezdirmeden bir hafiye ustalığı ve hassasiyeti ile hakikati arattırır. Bu yüzden ateistinden dindarına varana kadar her şair farkında olmadan hakikati arar. Şiir vadisinden devşirilen bütün mısraların üzerinde tüllenip duran hakikat kokusu bu sebeptendir. Zira şiir “o belde” şairinin ifade ettiği gibi:
“O belde?
Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde;
Mâi bir akşam
Eder üstünde dâimâ ârâm;
Eteklerinde deniz
Döker ervâha bir sükûn-ı menâm.
Kadınlar orda güzel, ince, sâf, leylîdir,
İster adına” idealar alemi” densin isterse, hakikat iklimi, aynı kaynaktan süzülüp gelen bir inci kimine göre de bir rahmet damlasıdır şiir. İnsan kalbine ilham olup düşen bir nimet olduğu için. Bu yüzden Necip Fazıl'ın tarifiyle “Allah'ın mahrem ülkesi meçhuller alemi” ya da Orhan Veli'nin tavsifiyle:
“Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.”
Diye ifade ettiği o yer ki bütün mısraların suyu, hamuru orada yoğrulur. İşte o hamur ki: kimi zaman bir gözyaşı şeklinde tecessüm eder, kimi zaman bir hüzün makamında meydan okur bir nara olur, derdine ortak dahi olamayacak rakiplerin yüzüne karşı fuzuli misali:“Dost bivefa, felek birahm, devran bisukün Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, tali' zebun” Diyerek 2015 yılında kaybettiğimiz, Nobel sahibi şair: Tomas Tranströmer de bize göre bu “kopmamış/kopamamış”lardandı. 15 Nisan 1931'de Stockholm'de doğdu. İlköğrenimini Södra Latin School'da yaptı. Stockholm Üniversitesi Edebiyat Bölümü'nde psikoloji ve şiir üzerine öğrenim gördü, 1956'da psikolog olarak mezun oldu. Stockholm Üniversitesi Psikoteknik Enstitüsü'nde danışmanlık yaptı. 1960-65 yılları arasında Roxtuna'da tutuklu gençlere psikolojik danışman hizmeti verdi. Serbest psikolog olarak çalıştı. 1960'lı yılların sonuna doğru kendini tümüyle yazmaya adadı. Üslubu itibari ile bizdeki “sehl-i mümteni” şairlerini hatırlatan bir şairdi, Tomas Tranströmer. Andrew Brown The Guardian'da ondan bahseen yazısında, onun ateist yönüne vurgu yaparken bir gerçeği atlamıyor: anı ve o ana bağlı devinimleri yaşayan şair, kendi köşesindekhakikatleri çırpınışlarına kendini kaptıran bir kelebek oluverirdi. Yukarıdaki tespitler ışığında şiirin “bir hakikati arama işi” olduğunu şairlerin isimlerinin önlerindeki sıfatlarda değil de hakikatin kucağında yeşeren mısralarında aramak bir kere daha önemli ve yerinde bir yol olsa gerek