Şehir ve şiir arasındaki münasebet yalnızca harflerinin oluşturduğu aliterasyonlardan ibaret değildir. Ait oldukları medeniyetlerin haşmeti ve çöküşüyle bütün bir sergüzeşt-i hayatını sinesinde saklayan, onu perdeleyen günü gelince çözülmek üzere şifreleyen iki sırdaş iki yoldaştır.
ŞİİRE VE ŞEHRE DAİR
ONUR AKBAŞ
onurakbastde@gmail.com
Her kıtanın kalbinde gözdesi olarak sakladığı, deniz kabuğunda inci-emsal bir şehir vardır. O şehirlerde o kıtaların sergüzeşt-i hayatını saklayan pek çok numuneler görürsünüz. Ancak İstanbul ki, onun gibi iki kıtanın gözdesi, onun gibi gamzesinin oku Bağdat'ta şi'ri kadîmi terennüm eden şaire bile Leylâ-emsal görüneni yoktur. “İstanbul bir melâ'ike-i deryâ-yı latiftir ki yalnız hazin hazin sâhillerine yüz sürerek pîşgâhında akıp giden deryânın safâsı mevki'inin bütün cihân içinde akransızlığını isbâta kifâyet eder.” der, Namık Kemal. Ona göre güzellikler deryasının meleği olan İstanbul'un güzellikteki kemal derecesini görmek için sahillerine “hazin hazin” bakmak yeterli olacaktır. Bir medeniyetin çöküş eşiğinde bulunan yazar hüznün güzelliğini dahi bu son medeniyete beşiklik eden bu şehrin sahillerinde bulur. Adı söz konusu olduğunda nesre dahi bu şekil şairanelik lütfeden İstanbul, şiirin büyülü tepelerinden nasıl görünür yahut şiire ne büyülü manalar lütfeder kim bilir…
Devrinde, “aşk” denildiğinde adının anılmaması devrinin en cahili tarafından bile hicap kabul edilen Nedîm, “Acem mülkü” diye tabir ettiği tüm dünya bir taşına ancak karşılık gelen bu şehre, şehrin kendine lütfettiği şairliğin vefa borcunu ödüyor.
“İnsâf değildir anı dünyâya değişmek
Gülzârların cennete teşbîh hatadır.” Diyerek, bir adım daha öteye gidiyor, bu şehrin gül bahçelerini cennete teşbihin eşiğinden döndürüp bunun bile hata olduğunu söz iklimine ilan ediyordu. Zevk tepesinin şairi, zevkin feyzini aldığı bu şehri tarif ederken bağlarının köşklerinin, saraylarının, şevkin, zevkin ve mutluluğun harcından mürekkep olarak anlatırken de şöyle diyecektir:
Kûhsârları, bağları kasrları hep
Güyâ ki bütün şevk u tarab zevk u safâdır.( Nedîm)
Güzel düşüncenin yegâne menba'ı güzel düşünmektir. “Kişi kendinden bilir…” ibaresiyle tasdik etmiş, bir diyen. Haşim, gerçek şiiri anlatırken, şiir hakkında, herkesin mertebesine göre mana devşirdiği bir bahçe imajını uyandırır kafamızda. Şehir de böyledir işte… Herkesin duygu, düşünce, beklenti, özlem ve hayallerine ve elbette bunların kalitesine göre bir şeyler bulduğu, kâğıda dökülmemiş parnas bir şiir gibidir İstanbul… Ruh dünyası bin türlü karmaşalarla dolu olanların tepesinden bakarsanız bu şehre “Marmara'nın mavi kucaklayışı içinde sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.” Görürsünüz İstanbul yerine.
Şairler meclisinde övdüğü sayesinde yer alıp, başka bir zaman övdüğüne söverek pirim alan bir ruhtan başka kim görebilir İstanbul'u şu şekilde:
“Hep levs-i riyâ dalgalanır zerrelerinde,
Bir zerre-i saffet bulamazsın içerisinde.” (Tevfik Fikret :Sis)
Kimi zaman onu terennüm eden şairin sîretinde görülen bu şehir kimi zamanda buhranlar tepesinde tercüman olur ülkemin yaralı diline:
“kanatları parça parça bu ağustos geceleri
yıldızlar kaynarken
şangır şungur ayaklarımın dibine dökülen
sen
eğer yine İstanbul'san
yine kan köpüklü cehennem sarmaşıkları büyüteceğim
pancak pancak şiirler tüküreceğim
demek yine ben
limandaki direkler ormanında bütün bandıralar ayaklanıyor
kapı önlerinde boyunlarını bükmüş tek tek kafiyeler
yahudi sokaklarını aydınlatan telaviv şarkıları
mavi asfaltlara çökmüş
diz bağlıyor
eğer sen yine İstanbul'san
kirli dudaklarını bulut bulut dudaklarıma uzatan
sirkeci garı'nda tren çığlıklaıiyle bıçaklanıp
intihar dumanlari içindeki haydarpaşa'dan
anadolu üstlerine bakıp bakıp
ağlayan
sen eğer yine İstanbul'san
aldanmıyorsam
yakaları karanfilli ibneler eğer beni aldatmıyorsa
kulaklarımdan kan fışkırıncaya kadar
yine senin emrindeyim…”(Attila İlhan; İstanbul Ağrısı)
Ekmek kavgasında emek yoğuranın film şerididir gözünde İstanbul'da yaşadığı hayat. Ekmek kavgasında emek yoğuranın derdiyle dertlenen nâzımların nazmında… Her ne kadar imrenilecek şey olmasa da hayatları…
“…Haydarpaşa koyunda
martılar inip kalkıyor.
denizde leşlerin üstünde.
İmrenilir şey değil martıların hayatı…”(Nazım Hikmet; Memleketimden İnsan Manzaraları)
Özlemdir, İstanbul. Öldürülüp mezara konulan, kalkar da dirilir diye üstüne taşlar örtülen “Atlastan Cepkenli” yiğit akıncı ruhuna duyulan. Şanlı bir medeniyetin sevgilisidir. Müjdecisidir vuslatın hasret yokuşlarından esen rüzgar misali. Varlığı denizle kavuşması gibi, kavuşmayı öğretir birbirinden cüda kalmış “vâ hasretâ” diyen gönüllere…
“…Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, edâ, iklim;
O benim, zaman mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visâle;
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misâle.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım…
İstanbul,
İstanbul…”(Necip Fazıl; Canım İstanbul; Çile)
Sıladır İstanbul, bir bardak suyunu dahi evvel-ahir içmişlere. Boğaz'dan hayalen de olsun geçmişlere… Çağların dağdağasında kaybolmuş yitiklere evdir, yuvadır, kim bilir belki de kıymet bilinmezliklerde bir yitik…
“…Hani nerde o İstanbul?
Nassı koymuşlar ki ona,
İstanbul'u kodunsa bul!..” (Can Yücel; Daüssıla)
Ve ezcümle:
“…o senin bir türlü belleyemediğin
kuştur. bir türkünün hallacında dağılmış
keçedir. onu doğuda nehirlerin kaynaklarına basıyorlar
balkondur. en bencil sarmaşığa çekilidir tetiği
lekedir. eski frikya üzümünden inansız menekşeden
taştır. bizansın yıkılışını kibirle sürdürmektedir
çocuktur. babasınınkine benzer annesinin yüzü
çünkü mutlu istanbul kadını alır erkeğinin yüzünü
çünkü daha dün dört tarafından çekiştirilmiş utancınla
şiirime güvenli bir barınak aramıştın…” (Cemal Süreya; Bir Kentin Dışarıdan Görünüşü)