Yaz geldiği zaman çok sevinir ve o güzelim sıcak günler geçtikçe sonbahar geliyor diye kızarım. Günler kısalacak, güneş yüzünü göstermekte nazlanacak, denize girilemeyecek, ağır giysilerin hamallığını yapmadan tüy gibi hafif giyeceklerle dolaşamayacağız diye düşünür hatta sonbaharı seven insanlara içimden biraz sinirlenirim bile. Ne var ki istemediğim günler gelince ruh halim tümüyle değişir. Sonbaharın serinliği sanki içime sıcacık duygular ışınlar.
Küçüklüğümde sobalı bir evde otururduk. Sonbahar gelince soba kurulur, odun, kömür çıtır, çıtır yanmaya başlar; evin içinde değişik bir atmosfer oluşur. Sobanın üstünde bazen sıcak su bekletilir, biz çocuklar ellerimizi yıkarken üşümeyelim diye, bazen portakal mandalina kabukları yerleştirilir, ev mis gibi kokar. Kestaneler pat küt patlayarak pişer.
Pazar kahvaltılarında, muhtemelen sarı yaz başlayıp dışarılar sıcak evlerin içi serin olduğunda cam açılır eve temiz hava girer, bir taraftan da sobanın üstünde ekmek kızartılır, ev mis gibi kızarmış ekmek kokar. Üzerlerine tereyağı sürülür. Bir kenarda küçük bir tas içinde herkesin isteğine göre rafadan, kayısı, lop yumurtalar teker, teker pişer. Tüm aile bir arada keyifle kahvaltı yapılır.
“Keyifle” faslı benim için geçerli değildi çünkü hiçbir şey yemediğim gibi kahvaltı da etmek istemezdim. Rahmetli babam benimle pazarlık yapardı ben de sonunda bir tek dilim tereyağlı ekmek yemeği kabul ederdim. Babam bunun üzerine neredeyse beş dilim kalınlığında bir parçayı kızartır tereyağını süngere emdirir gibi sürer beni tongaya düşürürdü. Hepsini yer miydim? Hiç sanmıyorum. Soba yakmak gerekmediği günlerde ise havayı kırsın diye akşamları mangal yakılırdı ve anneanneme toprak cezvede kahve pişerdi. Rahmetli anneannem ben yedi yaşındayken ölmüş beni de çok üzmüştü.
(“Lâf lâfı, lâf torbayı açar” derler ya, anneannemle ilgili çarpıcı bir anım aklıma geldi. Her gün ev halkı bir yerlere dağıldığında o, ben ve benimle sözde ilgilenen bir abla baş başa kalırdık. Anneanneciğim beni oyalamak için masallar anlatırdı eh! Bende de ablalar var; küçük ablam kendi de henüz küçük olduğundan onunla oyunlar oynardık ama pek masal faslına girmezdik ama büyük ablamız rahmetli Beldan’cığımın anlattığı masalları anneannem yineleyince bunu biliyorum, bunu da biliyorum diye istemezdim. Kadıncağız sonunda, bir gün bana cenneti anlatmaya başladı: “İyi çocuklar büyür iyi insanlar olur; vakitleri gelince de cennete giderler. Cennet herkesin gitmek istediği bir yerdir, rengârenk çiçeklerle süslüdür. Şırıl, şırıl dereler akar, evlerin duvarları muhallebi kaplıdır, bahçelerde Tuba ağaçları baş aşağı durur, dalları aşağıda kökleri yukardadır” falan filan. Ben muhallebiden nefret ederim, cennette de beni yemeye zorlayacaklar diye ürktüm, o tuhaf ağaçları da gözümde canlandırırdım. Doğal olarak tuttururdum ben cenneti istemem, cehenneme gideceğim diye. Uyumlu bir çocuk olduğumu sanırdım ama herhalde bazen anneannemi bunaltırdım hiç farkında olmadan.)
Sonraları soba faslı bitti, yitirdiğimiz anıların yerini konfor aldı. Sezonun ilk kaloriferi yandığında radyatör dilimlerindeki suyun dolaşımı nedeniyle evin içinde oluşan tıkırtıları hemen fark ederim, içim ısınır.
Sonbaharda manavlar ve bölge pazarları rengârenk olurlar. Çocuklara ödev olarak verilen “sonbahar pazarı” resimleri gözümde canlanır. Böyle bir resmi becerdiğimi sanmayın; çöp adam bile çizemem. Neyse, sonbaharda Ankara’da balık bollaşır. (Haddinize düştüyse şimdilerde tüm ailenin bir öğünde yalnızca balık ve salatayla doyacağını varsayın. Balık ateş pahası; üç yanı denizlerle kaplı bir ülkede artık çok az sayıda çıkan yerli balığın yanına yanaşılmıyor, ithal balıklar ise güzelim Karadeniz, Marmara, Akdeniz balıklarının eline su dökemiyor.)
Benim çocukluğumda öyle havası alın torbalarda yaz, kış sucuk, pastırma satılmazdı; o nedenle de insanlar ancak sonbaharda herkesin çok sevdiği bu iki lezzet kumkumasına kavuşurdu. Kurutulmuş pastırma hevenkleri, sucuk kangalları bakkallarda, şarküterilerde yerlerini alırlardı. O zamanlar her gelir düzeyinde olan insanlar bu yiyecekleri satın alabilirlerdi. Şimdi durum farklı. Orta gelirli insanlar, “hadi bir hovardalık yapayım eve pastırma götüreyim” derler. Adam başı ikişer dilim alabilecek ekonomik güçleri varsa ne âlâ. Gelir düzeyi daha düşük olan çoğunluk “bu sefer kalsın, belki gelecek aya” diye iç geçirir. Televizyonda özellikle yemek saatlerinde çıkan sucuk reklâmları beni son zamanlarda çok üzüyor. Kim bilir kaç çocuk sucuk isterim diye kendini yere atıyor ve anne babalar alım güçleri olmadığı için nasıl da perişan oluyorlar.
Sonbaharda turşu kurulur. Domates konserveleri hazırlanır. Tarhana yapılır. Tabii gücü yetenler için geçerli…
Güzeldir sonbahar. Yaz boyu tek renk gördüğümüz ormanlar eğer Karadeniz taraflarındaysa bir renk cümbüşüne dönüşür; güneşli günlerde bakarsınız morumsu bordo, altın sarısı, açık yeşile dönük civciv sarısı, hardal rengi, bakır rengi, araya sıkışmış yeşil yapraklar canlı ışık altında pırıl, pırıl parlar.
Bahçeli evlerin duvarlarını saran sarmaşıklar kızıla bürünür. Yerlerde sapsarı ve kızıl yapraklar; dallarda bir mahmurluk, sanki kış dinlenmesine çekilmişler.
Sonbaharda kestane çıkar. Sokak satıcıları kestane kebap satmaya başlar. Taze cevizi kırarsınız, içinden çıkan küçük beyinciğin zarı ucundan tutunca soyuluverir.
Yağmur yağar, eğer bahçeli bir yerdeyseniz etraf buram, buram toprak kokar. Ardından güneş çıkarsa dallarda kalmış olan tek tük yapraklar sevinçle ışıyıverir.
Sonbahar Ankara’da aslında üç mevsimdir; sabah saatlerinde serin bir havaya kalkar ona göre giyinirsiniz, öğlen oldu mu güneş bir ısıtır ki giysilerinizi çıkarıp atmak gelir içinizden, yaz sıcağı bastırmıştır. Sabah güneş gören yerlerde dolaşmaya özen gösterirken şimdi köşe bucak gölge ararsınız. İşiniz uzar da sabahki giysilerinizle hâlâ sokaktaysanız kış ayazının bastırmış olduğunu anlarsınız.
Sonbaharda iki coşkulu günü ardı ardına yaşarız. Büyük özverilerden sonra kurulan Türkiye Cumhuriyetinin kurulduğu günde kutlanan Cumhuriyet Bayramı ve kurtarıcımız, önderimiz, benliğimizi ve birey olmaklığımızı bize armağan eden, biz kadınları birinci sınıf vatandaş konumuna getiren, en büyüğümüz, en sevdiğimiz Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün ölmezliğinin simgesi 10 Kasım.
Sonbaharda ne çok değerimizi hâlâ aydınlatılmak istenmeyen terör olaylarına kurban ettik. Başta büyük Atamız, hepsi haklarını helâl etsinler.
Sonbahar ile ilgili daha acı tatlı neler yazasım var ama sizleri yormak istemedim…