Su politikaları uzmanı Dursun Yıldız yazdı.
İklim değişikliği ve gıda güvencesi gibi birçok yeni sorun, alışılageldik stratejik analizleri de değişmeye zorluyor. Su ve gıdaya ulaşmak için ülkelerin birbirleriyle sıcak çatışmaya girme ihtimali eskisinden çok daha sık bir biçimde konuşuluyor, akademik çalışmalara ve görüş yazılarına konu oluyor.
Geçtiğimiz nisan ayında Orta Asya’da bulunan Fergana Vadisi’ndeki İspara Nehri’nin denetimi üzerinden Kırgızistan ve Tacikistan arasında yaşanan bir günlük kanlı savaş gibi gelişmeler de tartışmaları alevlendiriyor. Benzer bir biçimde Nil Havzası, Dicle Fırat Havzası, Ürdün Nehri Havzası gibi su konusunda gerilimi sürekli olan diğer bazı sıcak bölgeler de mevcut. Oradaki anlaşmazlıklar da su savaşları olasılığını akla getiriyor.
Ama gerçekten öyle mi? Su savaşlarına ne kadar yakınız?
20. yüzyılda su kullanımı ve uluslararası su politikaları
20. yüzyılın başında siyasi sınırları belirlenmiş ülke sayısı 57 idi; 21. yüzyılda bu sayı 200’e yaklaştı. Bu artış dünyadaki karasal alanların yaklaşık yarısını oluşturan büyük nehir havzalarının da birçok ülke tarafından paylaşılması sonucunu doğurdu. Bu yüzyılda, artışı çok hızlanan dünya nüfusunu beslemek için sulu tarım ve topraktan en yüksek verimi elde etme amacındaki entansif tarım yoğunlaştı, hatta bu uygulamalar Yeşil Devrim adıyla anıldı. Hem Yeşil Devrim konsepti içinde hem de diğer sektörlerde su kullanımındaki artış, Birleşmiş Milletler tarafından görüldü.
Daha geriye gidersek, 20. yüzyılın son çeyreği, su kaynaklarının ticarileştirilmeye çalışıldığı, su sorunlarının uluslararasılaştığı ve politik düzleme kaydığı bir dönem oldu. 20. yüzyılın sonlarında dünyadaki kısıtlı temiz su kaynaklarını baskılayan koşullar hem arttı hem de farklılaştı. 20. yüzyıl boyunca 3 kat artan dünya nüfusu ile 7 kat artan su ihtiyacı, su kaynakları ile ilgili gelecek yorumu yapanların endişelenmesine neden oldu. Bu endişeler zamanla su kaynaklarının kirlenmesi, sınır aşan nehir havzalarında barajların yapılmaya başlanması ve iklim değişiklikleri ile daha da arttı.
Tüm bu sorunlar, ülkeleri sınır aşan suların, yani bir kaynak ülkeden doğup, sınırları geçerek başka ülkelerden denize dökülen suların nasıl paylaşılması gerektiğine ilişkin kuralları belirlemeye yöneltti.
Bu konudaki müzakerelerin sonuç vermesi zaman aldı; Birleşmiş Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu’nda 1950’li yıllarda başlayan çalışmalar ancak 1997 yılında Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanımına Yönelik Sözleşme’nin (The United Nations Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses) Genel Kurulda kabulüyle sonuçlandı ama sözleşmenin yürürlüğe girebilmesi için de 2014 yılına kadar beklemek gerekti. Bunun dışında BM Avrupa Ekonomik Komisyonu tarafından hazırlanan bir diğer sözleşme de (Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes) 1992 yılında kabul edildi ve 1996 yılında uluslararası geçerlilik kazandı.
Ancak bu sözleşmeler ülkelerin büyük bir bölümü tarafından kabul edilip yaygın bir uygulama alanı kazanmadı. Halen dünyada 276 sınıraşan nehir havzasının sadece 116’sında nehir havza yönetimi kurumu var. Sınıraşan havzalarda yer alan ülkelerin yaptığı anlaşmaların çoğu iki ülke arasındaki anlaşmalar olup diğer ülkeleri de kapsayan çok taraflı anlaşmalar değil. Dünya nüfusunun yaklaşık %40’ı sınıraşan nehir havzalarında yaşıyor. Tüm bu koşullar da sınıraşan su havzalarında dengenin çok sağlam olmadığını ve her an bozulabileceğini ortaya koyuyor.
Su konusunda çatışmadan çok anlaşma var
Su paylaşımına yönelik anlaşmazlıkların en eskisi 4500 yıl öncesine dayanıyor. O dönemde, iki Sümer kent devleti Lagash ve Umma sulamada kullanılacak suların paylaşımında sorun yaşayarak bilinen ilk su savaşının tarafları oluyorlar. Ancak o günden bugüne, tarih “su savaşı”ndan çok su anlaşmalarına sahne oldu.
Oregon Üniversitesi’nde Su Kaynakları Programı’ndan Prof. Aaaron Wolf, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün 805 – 1984 tarihleri arasında uluslararası su kaynaklarıyla ilgili 3.600 anlaşma tespit ettiğini yazar.1
Su gibi yaşamsal bir kaynağın savaşmak için çok uygun bir argüman olması savaş senaryosu yazan ve bunun üzerine hesap yapanların işini kolaylaştırıyor. Ancak bu konuda bilimsel çalışmalar var. Yıllar boyu ben de yaptığım derinlemesine incelemelerin sonunda “su”dan savaş yaratma çabalarının tümüyle gerçekçi nedenlere dayanmadığı; su kaynaklı bir çatışmanın savaş boyutuna gelmesine gerek duyulduğu zaman ise, herhangi bir nedenle gerginliğin bu aşamaya taşınabileceği sonucunu elde ettim. Ayrıca bir su savaşının uzun döneme yayılacak pratik bir sonucunun olabilmesi de oldukça güç.
Fakat elbette su kaynaklı olan veya olduğu iddia edilen pek çok gerilim ve çatışmaya sık sık şahit oluyoruz.
İsrail’in Galile Gölü
İsrail’in kuruluşundan bu yana su güvenlik alanı yaratmak için giriştiği askerî harekatlar bunlara örnek olarak verilebilir. Örneğin, 1964 yılında Arap Birliği İsrail’in Galile Gölü’nü besleyen, Lübnan ve Suriye’den doğan bazı nehirlerin suyunu çevirme kararı almış ve İsrail ordusu 1965‘te Suriye’deki çevirme çalışmalarının sürdürüldüğü bölgeye saldırmıştı. Çatışmalar sürmüş ve sonunda elbette farklı sebeplerin de etkisiyle Haziran 1967’de Altı Gün Savaşları başlamıştı.
İsrail sadece altı gün süren savaş sonucunda topraklarını 3,5 katı büyüttü. Bu topraklar arasında Batı Şeria ve Golan Tepeleri gibi yüzey ve yer altı suyu kaynaklarına sahip bölgeler de vardı. İsrail ayrıca 1982 yılında Güney Lübnan’ı işgal etti ve Litani Nehri sularını bir tünelle Hasbani koluna katarak yılda 500 milyon metreküplük suyu 2000 yılına kadar kendisine aktardı.
Bu su savaşlarının dışında Kırgızistan-Tacikistan, Mısır-Etiyopya, Azerbaycan-Ermenistan arasında zaman zaman alevlenen düşük yoğunluklu kısa süreli çatışmalar da yaşandı. Ancak bu çatışmaları Ortadoğu’da yaşananlardan farklı olarak küresel güçlerin devamında fayda gördükleri kontrollü gerilimler şeklinde düşünmek mümkün.
Hal böyleyken bu konularda en ufak bir gerilim, “su savaşları” manşetlerinin öne çıkmasına neden oluyor. Çünkü su gibi yaşamsal bir kaynak, savaşmak için çok uygun bir argüman olarak kabul görüyor. Bu alanda hesap yapanlar, iletişim teknolojilerindeki baş döndürücü ilerlemeyi de kullanarak istenilen algıyı yaratabiliyor. Böylece suyun savaşlara gerekçe gibi gösterilerek gerçek savaş ve hegemonya nedenlerinin örtbas edilmesi için kullanılması sürüyor.
21. yüzyılda su konusunda gerilimler yaşanacak
Fakat bütün bunlar gelecekte gerçek anlamda su kaynaklı gerilimler olmayacağı anlamına da gelmiyor.
21. yüzyılda da geçmişte olduğu gibi su konusunda gerginlikler olacaktır. Bu gerginlikler küçük çatışmalara da neden olabilir ancak mutlak bir su savaşını öngörmek çok kolay değil.
Aslında dünyada uzun dönemdir, yerel boyutta suyun paylaşımı kaynaklı; ülkesel boyutta kısa süreli sıcak çatışmalar şeklinde; küresel boyutta ise ekonomi odaklı su paylaşımı mücadeleleri, savaşları yaşanıyor.
Dünyada 1990’lı yılların ortalarında su ve atık su uzaklaştırma hizmetlerinin özelleştirilmesi dalgası yayılmaya başladı. 2000 yılında Dünya Bankası küresel su pazarının yaklaşık 1 trilyon dolar olduğunu açıkladı, bu rakam ulusötesi su şirketlerinin iştahını daha da kabarttı. Bu şirketler, Dünya Bankası’nın açtığı kredilerle su hizmetleri alanındaki yatırımlarını arttırdılar. Ülkemizde 1996 yılında Antalya Belediyesi de böyle bir deneyim yaşadı ve süreç uluslararası tahkim ile sonuçlandı. Özellikle azgelişmiş ülkelerdeki su hizmetleri özelleştirmeleri sonrasında su fiyatlarındaki çok büyük artışlar ve hizmet kalitesindeki düşüşler büyük sokak gösterilerine ve protestolara neden oldu. Firmalar bazı ülkelerden çekilmek zorunda kaldı. 2015 yılında Dünya Bankası kredi desteği verdiği su ve atık su hizmetleri özelleştirmelerinin yüzde 34’ünün tamamlanamadığını açıkladı.
Bu gelişmeler aslında insanlığı bekleyen su kaynaklı en büyük tehlikenin, su savaşlarından ziyade su üzerine küresel ticari politikalar alanında yaşananlar olduğunu ortaya koyuyor.
Aslında tüm bunların dışında gelişen başka bir su kaynaklı gerilim riski daha var. Dünya nüfusunun halen yarısı kentlerde yaşıyor. 2050 yılında toplam nüfusun yaklaşık yüzde 70’inin kentlerde yaşayacağı tahmin ediliyor. Türkiye dahil birçok ülkede bazı metropollerin nüfusu 15-20 milyona dayanmış durumda. Bu artış beraberinde öncelikle su ve sanitasyon ihtiyacının karşılanmasını getirdi ve birçok ülkede bu ilave su talebi komşu havzaların sularının transfer edilmesiyle karşılandı. Bu gelişmeler de 21. yüzyılda su konusunda ülkeler arasında silahlı çatışmalardan daha çok ulusal ölçekte kentler, eyaletler arasındaki su kaynaklı gerilimlerin artacağını gösteriyor.
Göz ardı edilen su kaynaklı tehlike
Mobil teknolojide 5G hızının birçok ülkede kullanıldığı, planlanan 6G hızının ise yaşamı çok hızlı bir değişime uğratacağı; yörüngesinde 40 bine yakın uydunun dolaşıp denetim sağlayacağı ve uzay yolculuklarının başlayacağı bir teknolojik dünyaya doğru ilerliyoruz.
Teknoloji baş döndürücü bir hızla gelişirken, dünyanın bazı bölgelerinde yaşanan su kaynaklı sorunlara komşu ülkelerin birbirleriyle çatışarak çözüm araması çok anlaşılabilir olmuyor. Bu nedenle çatışmadan daha çok iş birliği kapısı daha açık gibi duruyor.
Çünkü mevcut yaşanan baskılara küresel iklim değişikliğinin su kaynakları üzerinde yaratacağı baskıları da eklersek, bu durumda da ülkelerin savaşmak yerine iş birliğini tercih ederek çözüm yolu aramaları çok daha mantıklı.
Ancak gelişmiş dünya ekonomilerinin can damarı olan silah teknolojileri için yeni pazar ihtiyacını da göz ardı edemeyiz. Bu pazar arayışı 21. yüzyılda da sürecektir. Bu nedenle su gibi çok stratejik ve yaşamsal bir doğal kaynağın bu amaca yönelik olarak kullanım süresi uzatılacaktır.
Birleşmiş Milletler verilerine göre, dünyada halen 663 milyon insanın içilebilir suya erişimi bulunmuyor, yaklaşık 1,8 milyar insan da pis su kaynaklarını kullanıyor. Su sıkıntısı dünya nüfusunun yüzde 40’ını etkiliyor ve bu oranın gelecekte daha da artması bekleniyor. Bu durum, son bir yıldır tüm dünyayı teslim alan COVID-19 salgını boyunca mevcut olumsuz koşulların sonuçlarını daha da ağırlaştırdı. Bu durum herkesin yeterli suya ve sağlıklı yaşam koşullarına sahip olması gerektiğini bir kez daha gösterdi. Salgın sürecinde Türkiye dahil birçok ülkede abonelerin kesik olan suları açıldı. Aksi halde, bu koşullarda yaşayan insanlar tüm dünya için potansiyel tehdit olmaya devam edecektir.
Yaşanan salgın dönemi, görmek isteyenlere küresel dünyada yerel tehditlerin nasıl hızla küresel risklere dönüşebileceğini açıkça gösterdi. Bu deneyimin dünyada su ve sanitasyon ihtiyacı içinde olan milyarlarca kişiye nasıl yansıyacağını ise zaman gösterecek. Bu konuda çalışmalar sürüyor.
21. yüzyıldayız ve halen su ve suya bağlı hastalıklardan çoğu çocuk olmak üzere günde yaklaşık 2 bin kişinin yaşamını yitiriyor. Bu, kabul edilemez bir durum. Yaşadığımız çağda, su kaynaklarının barış ve iş birliği amacı ile kullanılması ve herkesin yeterli su ve sanitasyon imkanına kavuşması teknolojik olarak kolaylaştı. Ancak su çevresinde küresel ekonomik pazar yaratma ve stratejik hegemonya oluşturma politikaları sürüyor. Bu nedenle teknolojik gelişmeler, dünyadaki su ve sanitasyon hizmetlerindeki eşitsizliğin ortadan kaldırılmasında yeterince etkili olamıyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve https://www.uhahaberajansi.com’un editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 26 Mayıs 2021’de yayımlanmıştır.