Dedikodunun tarihi kökeni, dilin ortaya çıkışına kadar gidiyor ve morfolojik açıdan dedikodu kelimesi geçmiş zaman (çekim) ekini alarak dedi ve kodu şekline gelmişlerdir.
Siyasette ise iki dedikodu konusu gündemi sürekli ve yere meşgul eder.
Biri erken seçim diğeri kabine değişikliği dedikodusudur.
Bunlar zaman zaman ortaya atılır ve siyasetin normal işleyişi içinde amaç çoğunlukla gündemi değiştirmektir –ki tarihteki örnekleri oldukça fazladır-.
Tıpkı içinde bulunduğumuz günlerde karşımıza çıktığı ve belli aralıklarla ortaya atılan yerli yersiz spekülasyonlar gibi.
İşte tam da bu bağlamda amacı sürekli iktidar olmak olan ve dedikodu yapmaktan kendisine sorun çözme görevini unutturan Sayın Meral Akşener’i nereye nasıl konumlandırmak gerekir?
Kendileri ülkücü-MHP tandanslı olsa da bu benzetmemin nedeni bitmek tükenmek bilmeyen koltuk sevdasından dolayıdır.
Hoş, hangi siyasetçi “koltuk sevdasında değildir” dediğinizi duyar gibiyim.
Amma velakin Meral Hanımın hakkını yememek gerekir.
Siyasetin her gömleğini giymiş ve her role bürünmüştür.
Hatırlatmak gerekirse, bir zamanlar Sayın Tansu Çiller'in manevi kızı olmamış mıydı?
Devamını zaten medyada neredeyse dakika başı herkese hatırlatılıyor.
Hani Mehmet Ağar'la yakınlaşması, sonrasında Mesut Yılmaz’la olan umutsuz yolculuğu…
En önemlisi ise bugün kanlı-bıçaklı olduğu Ak Parti’nin kurucusu olmasıydı.
Sayın Tayyip Erdoğan ve Sayın Abdullah Gül ile Anadolu'yu karış karış gezmesi…
Sayın Erdoğan’a verdiği listeye rağmen oyun istediği gibi kendi kurallarına göre oynanmadığında “ver elini MHP!” demişti.
Yeni gömleğinin markası bu defa “Liberal Meral”, “Milli Görüşçü Meral”, “Bozkurt Meral” ve “Dişi Asena” oluvermişti.
Sonrasında ise “eş durumundan” dolayı MAO-Komünist markası ile de ilişiklenmişti.
Yine de Devlet Bahçeli sayesinde yıldızı bir kez daha parlamış, MHP’de Milletvekili ve Meclis Başkanvekili olmasına rağmen orada da rahat dur(a)mamıştı(!)
Sayın Akşener’in siyasete girdiği ilk günden, koalisyonda Bakan olduğu, günümüze kadar her hali her ortama ayak uyduran *tardigradları çağrıştırmıyor mu?
Sizi siyasette tutmak için bedel ödeyen kişiye “sıtma” demek, düne kadar bir parçası olduğunuz Altılı Masa’ya “kumar masası” demek, kişisel ihtirasla suçlamak, başka bir partinin mensuplarını siyasi etiğe yakışmayacak şekilde isyana davet etmek ancak planlı bir ihanetle açıklanabilir!
Oysa Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, seçime girebilmesi için 15 Milletvekilini kiralık vermemiş miydi ve Meral Hanım, ömür boyu minnettar kalacağını ifade etmemiş miydi?
Bu durumda nezaket çerçevesinde “Sayın Kemal Kılıçdaroğlu'nun adaylığını benimsemiyoruz ve bu noktada yollarımızı ayırıyoruz” diyemez miydi?
Peki, bu Altılı Masa periyodik buluşmalarında ne konuşuyordu?
“Rant açgözlülüğünün” tavan yaptığı, “İmar Barışı” denilen “ucube yasa” nedeniyle çürük binaların inşa edildiği ülkede ortalık toz dumanken bu yakıştı mı?
50 bine yakın can kaybı ve yüzbinlerce yaralının olduğu bir deprem felaketi varken siyasette yaratılan bu deprem yakıştı mı?
Bugün gelinen noktada ise önce ekonomik krizin yol açtığı sorunlar, yaşanan deprem felaketi ve süreci yönetememede olduğu gibi siyasette yaşanan deprem sonucunda seçmenin, seçimde oy verme davranışıyla umudunu ne derece yitirip yitirmediği görülecektir.
20 yıldır ülkenin başında olan iktidar için Napolyon’un “Obur iktidar, hazımsızlıktan ölür.” sözü yerinde bir yakıştırma olacaktır.
Kâğıt gibi evlerin inşasına izin verilmesi, deprem olduktan sonra liyakatsizlikten ve ekonomik gerekçelerden koskoca devletin aksiyon alamaması direkt siyasi sebeplerdir.
Deprem siyasi değildir ancak sonuçları siyasidir ve bu gerçek ne yaparsanız yapın halı altına süpürülemeyecek kadar büyük bir gerçektir.
“Hesap soracağınız”, ülkeyi sömürenleri göndereceğiniz günler yakınken, tepişmek değil bir an evvel iş başına koyulmak marifettir.
Bu esnada Meral Hanımın sözlerine takılmaktansa yapılabilecek çok daha önemli şeyler var. Muhalefetin tamamı olarak;
- Ortak bir açıklamayla ortak bir ses yükseltmek,
- Vekillerin Bakanlıkların önüne yığılması,
- Ortak bir hukuki başvuru yolu seçip yargıyı kilitlemek,
-
Talepleri hep bir ağızdan sıralamak, diğer yandan halkı da yönlendirerek iktidarı sıkıştırmak ve daha birçok şeyi düşünmek ve denemek mümkündür.
Sizce öfkeli insanlar olarak, birbirimize saldırmak, yanımızdakini ısırmak, arkamızdakine vurmak, biraz ötemizdekini aşağı itmek gibi asla yapıcı olmayan deşarj yöntemlerine yer vermek doğru mudur?
Bu, birbirimize yapabileceğimiz en büyük kötülüktür ve bu kötülüğü ne yazık ki sosyal medyada yapılan paylaşımlarda da fazlasıyla görmekteyiz.
Hatırlayalım, Gezi Olayları’nın ardından da “hiçbir şey eskisi olmayacak” denilmişti.
Bugün ne Adana’da, ne Adıyaman’da, ne Diyarbakır’da, ne Gaziantep’te, ne Hatay’da, ne Kahramanmaraş’ta, ne Kilis’te, ne Malatya’da, ne Osmaniye’de, ne de Şanlıurfa’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacağı gibi siyasette yaşanan depremde, ne muhalefette, ne de iktidardan yana da “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!”
Önce kendi içimizde birbirimizi susturmamalı ve korkutmamalıyız.
Sonuna kadar tartışabilmeli ama tartışmayı aşağılamakla karıştıranlara cevap vermekten de korkmamalıyız.
“Dayanışma” demek, “herkesin aynı şeyi düşünmesi demek değildir”.
“Dayanışma”, bir tehlikeyi her şeye rağmen birlikte savuşturma refleksidir deprem gibi, siyasetteki çürük elmalar gibi.
Dillendirilmeyen mezhep, etnik kimlik ayrılıklarına son verilmelidir.
“Sizden-bizden”cilik yapmak, mevcut iktidarın Türkiye’yi getirmek istediği noktaya isabet ediyor ve ne yazık ki büyük bir çoğunluk bu ağa göz göre göre düşüyor.
Oysa etnik gruplar yönünden zengin bir ülke olduğumuz bunun kültürel ve siyasi birçok sonucunun olduğu toplumsal yaşantımızı ve kültürümüzü de etkilediği aşikârdır.
“Etnik gruplar” sözünü duyar duymaz “aman ayrımcılık yapmayalım” ya da benzeri kaygıları öne sürmeye gerek yoktur.
Konuya yüzeysel bakmaktansa kültürel yönleri daha detaylı incelemekte fayda vardır.
Bir kişi veya gruba yaş, ırk, renk, milliyet ya da etnik köken; cinsiyet, medeni durum; özürlülük; dinî inanç, toplumsal konum veya diğer kişisel özellikler nedeniyle başka kişi veya gruplara göre farklı davranılması ayrımcılıktır ve bu türden bir ayrımcılığa alet olunmamalıdır.
Çünkü bu ülkede yüz yüze baktığımız, arkadaşlık, komşuluk yaptığımız belki de meslektaş olduğumuz Abaz, Arnavut, Çerkez, Dadaş, Ermeni, Gürcü, Kürt, Laz, Musevi, Rum, Tatar, Yörüklerimiz, Sünnilerimiz, Alevilerimiz, Ateistlerimiz, Deistlerimiz hatta –beğensek de beğenmesek de- artık T.C. vatandaşı olmuş Araplarımız da var.
Bütün bu değerlerimizi birbirinden ayırmak hiçbir görüşe ve insanlığa yakışmaz.
Özgürlük ve mücadele maskesi altında birbirine çelme takanların, belki de en çok savuşturulması gereken tehlikeler olduğu unutulmamalıdır.
Hiçbir siyasetçi milletin efendisi değildir.
Ülkenin tek efendisi, milletidir.
Franklin D. Roosvelt’in dediği gibi “Politikada hiçbir şey kazayla olmaz. Olmuşsa, öyle planlanmıştır.”
Yani Türkiye’nin bugünkü özeti ne kaza ne de kaderdir.
Aşkım Tan
05.03.2023-Ankara
askimtan@yahoo.com
* Tardigrad: Tardigradlar mikroskobik canlılar olup omurgasız hayvan şubesinden. Yaklaşık 960 türü biliniyor. Küçük olmalarına rağmen olağanüstü ortam koşullarına da dayanıklıdır. Yüksek sıcaklıktaki bölgelerden, denizin derinlerine, kutuplardan, atmosferin üst katmanlarına, radyasyona, susuz ortamlara kadar her yerde yaşayabilirler. Aynı zamanda, göl, tatlı su kaynakları, taş duvarlar ve çatı gibi daha ılımlı ortamlarda da bu canlılar görülebilir. Genellikle nemli ortamlarda yaşayan bu türler, düşük nem ortamlarında da hayatta kalabiliyor.
Beyni, iki gözü ve sindirim sistemi var olup kalp ve akciğerleri bulunmayan bir varlıktır. Kuru ortamlarda büzülerek dokularında bulunan suyu buharlaştırıp oksijen tüketimini neredeyse durduruyorlar. Bu kendini koruma evresinde insanoğluna zarar veren birçok şeyden neredeyse burnu bile kanamadan kurtulup, uygun ortamı bulunca normal yaşantısına geri dönüyor. Aşırı uçlardaki ortamlara da böyle uyum sağlıyor; yarı-ölü evreye geçiyorlar. Bu evrede metabolizma hızı neredeyse sıfırlanıyor. Vücutlarındaki su oranını çok çok alt seviyelere getirip (% 3lere) yarı-ölü moda geçiyorlar. Böylece yüksek sıcaklılardan, ölümcül soğuklardan hatta radyasyondan bile etkilenmiyorlar. Nemli bir ortama geçtiklerinde ise hiçbir değişim olmadan eski hallerine dönebiliyorlar.
Tardigradların bu dayanıklıklarını ölçmek için birçok deney yapıldı. Uzay boşluğunda çok uzun süreler bırakıldılar. Burada kaldıkları süre içinde havasız vakum ortama, yüksek radyasyona ve susuzluğa rağmen hayatta kalmayı başardılar. Bu ortama maruz bırakılan tardigradlar, yeniden nemli ortama yerleştirildiklerinde hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiler.