Ben kendi halinde ufak tefek bir tekneyim, öyle pür çalım koydan koya uçuşmam; sakin bir tabiatım vardır. Sahiplerimi yakın koylardan birine usul, usul götürürüm. Demirimi atarlar, kıçtan alarga bırakırlar, ben de zincirimin izin verdiği kadar dönenirim. Sahiplerim güneşlenirler, müzik dinlerler, denize girerler. Küçük bir odacığım vardır orada mayolarını değiştirirler, bazen hemen, hemen odanın tümünü kaplayan yatakta dinlenirler; keyiflerini tamamlayıp köyümüze dönerler. Bazen arkadaşlarını da davet ederler; o zaman ben biraz kirlenirim ama yine de hoşuma gider, keyifle üstüme yerleşmelerine aldırmam, ne de olsa sosyal bir tekneciğim. Adımı “Raca” koydular. Neden acaba diye düşünürken çok şeker bir köpek getirdiler bir gün, ona da “Raca” diyorlar. O zaman anladım ki Hint Prenslerini kıskandıklarını.
Bizim köyde bir ablam var. Abla dediğime bakmayın, boyu posu benden ufak ama yaşı büyük. Benden önce gelmiş köye. Deli fişeğin biri. Belli ki biraz hiper aktif hiç yerinde duramaz; sabahtan akşama bir oraya bir buraya koşuşturur durur. Genellikle pür çalım vın diye yanımdan geçip, çıkardığı dalgalarla beni rahatsız eder. Bu yüzden sanırım adını “Pegasus” koymuşlar. Odası falan da yok. Haddini bilmeden o da bazen konuklarını denize götürür. Benim sahip olduğum duşu da yok, gecekonduda gibi Şaşal şişelerinde su götürüp çalkalanıyorlar.
Pegasus’un yaşadığını asla yaşamak istemem. Temizlikse temizlik, doğrusu kaptan hanım(!) titiz bir kadındır, eşi ve oğlu pek aldırmazsa da o her zaman ablamı mis gibi tutar. Ama kızcağıza da hiç rahat vermez; vira o koy bu koy dolaşır.
Günün birinde sinemamızın sultanı Türkan Şoray kızının bir arkadaşının ailesini ziyaret için köyümüze gelmiş. Ben tabii daha doğmamış olduğum için Pegasus’a binmek zorunda kalmış. İnsanlar buldukları ile yetinmeliler ne de olsa. Şimdilerde, ne acı ki bizlere yalnızca hoş bir anı olarak kalan Gökova İngiliz Limanı’nda küçük bir koya girip demirlemişler. Türkan Şoray’ın ve ev sahiplerinin kızı da onlarla birlikte. Kızlar yağlanıyor, yağlanıyorlar biraz güneşlendikten sonra cup denize atlıyor. Hani yüzseler canım yanmaz; biraz serinledikten sonra çıkıyorlar ablama, yine yağlanıyorlar sonra güneşten bunalıp yine atlıyorlar suya. Kaptan hanım tekneden ve yolculardan sorumlu, “yağlanıp, yağlanıp hemen tekneye çıkmayın. Üstünüzdeki yağlar kaygan zemin oluşturur; bir kaza gelmesin başımıza” diye uyarıyor ama dinleyen yok. Sonunda Türkan Şoray ve kaptan hanım denize giriyorlar, epey bir yüzdükten ve denizde sohbet ettikten sonra artık çıkma vakti geldiğinde ev sahibesi, “önden ben çıkacağım ve elinizi tutup çıkmanıza yardım etmek istiyorum” diyor. Türkan Şoray denizden çıkıyor ve ne yazık ki ablamın içine atlarken kızların neden olduğu vıcık, vıcık yağdan ayağı kayıyor. Küt diye bir ses! Türkan Şoray düşmüş ve düşerken belini vurmuş, yaprak gibi titriyor. Hemen demir alıp hareket ediyorlar ki dışarıda Poseidon, oğullarından Notos’u yanına alıp denizi alabora ediyor. Kaptan hanım zor şer İngiliz Limanı’nın iskelelerinden birine yanaşıyor. İniyorlar, o arada ev sahibi ve eşi de gelmiş, onları bekliyor. İskele lokantasına girip bir şeyler atıştırıyorlar ama Sultanımızın, hiç bozuntuya vermemesine karşın hiç de tadı yok.
Hep birlikte, tekneyi orada bırakıp arabalarla geri dönüyorlar. Kaptan hanım fevkalade suçluluk içinde. “Türkan Hanım siz Türk sinemasının ve tüm toplumun göz bebeğisiniz. Bir zarar gördüyseniz ben çok, pek çok üzülürüm. Ayrıca Türk milleti valla beni tükürüğüyle gömer” deyip duruyor. O zarif hanımefendi ise nezaket sözcüklerini esirgemiyor.
Türkan Şoray doğru evinin olduğu Bodrum’a, oradan da Istanbul’a geçiyor. Beli kırılmış!
Haberlerde bomba patlıyor, “Türkan Şoray Marmaris koylarının birinde bir arkadaşının yatında düştü ve bel kemiği kırıldı!”
Ablam, karpuz kabuğu gibi teknesi yat olarak anıldığı için, kaptan hanım da kimsenin kendisini bu nedenle suçlayamayacağından tüm üzüntüsüne karşın biraz ferahlıyorlar. Tabii, ablam kim, yat olmak kim!
Ablamın anıları yazmakla bitmez. Onun çok renkli bir yaşamı olmuş. Bir sefer de kendisini kaptan zanneden hanım arkadaşlarını, içkilerini, mezelerini almış; hep birlikte güneşi batırmaya çıkmışlar. Derken Turgut Özal içinde bir yığın kanduralı Arap’ın olduğu bir yatla üstlerine gelmeye başlamış. Kaptan hanım durur mu, hemen el kol işaretleriyle uzaktan geçmesi konusunda kendisini uyarmış. Dinleyen kim! Turgut Özal kendisine el sallanıyor diye düşünüp kornayla tekneyi selamladıktan sonra tam gaz ve teğet geçerek tekneyi sıyırmış. Hanımlar ne mi yapmış? Sırılsıklam olup bütün yiyeceklerini denizdeki balıklara ikram ederken kova, kova su boşaltmışlar. Ama kadın milleti, durur mu hiç? Yine de içki sefalarına devam etmişler.
Kaptan hanım kimdi biliyorsunuz sanırım!