Pazar günü ölüm haberini aldığımda ülkesi İngiltere’yi terk edip, Paris’e yerleşen uzun boylu, sarışın, kıvırcık saçlı, mavi gözlü, yumuşacık bir sesle konuşan genç, dinamik bir adam ve 70’li yıllardan bu yana ondan izlediğim sayısız tiyatro eseri gözlerimin önünden ve yüreğimden geçmeye başladı. Sürekli akıntıya karşı yürüyen usta 97 yaşındaydı. Hakkında sayısız kitap yazılmış, kimilerinin “Tiyatronun Tanrısı” diye isim taktığı Peter Brook’u kısacık bir yazıda anlatmak zor. Ama deneyelim:
‘BOŞ ALAN’IN KEŞFİ
Rus ana babadan Londra’da doğmuştu. 24’ünde, Shakespeare oyunlarının yanı sıra opera ve film yönetiyordu. (“Sineklerin Efendisi” filmi nasıl unutulur ki!) En çok etkilendiği Antonin Artaud’nun “Vahşet Tiyatrosu”ydu... Ama buna bir de kendi araştırmalarını katacaktı. Genet’nin “Paravanları”, Weiss’ın “Marat Sade” oyunları, sirk atmosferinden yararlanarak sahnelediği ”Yaz Gecesi Rüyası” tanığımdır.
Paris 1968 olaylarını yaşarken sokaktaki tiyatrocuların elinde o yıl yayımlanmış Peter Brook’un “Empty Space” (Boş Alan) kitabı vardı. Ve kitap tiyatroculara yeni hedefler gösteriyordu. Bizde Ülker İnce’nin enfes çevirisiyle yayımlanan bu eser “Ölümcül Tiyatro, Kutsal Tiyatro, Kaba Tiyatro ve Şimdi Tiyatro” bölümlerini içerir ve Brook’un deneyimlerinden yola çıkarak her boş alanın tiyatro sahnesi olabileceğine; farklı yol yordamlara, yöntemlere işaret eder.
İngiliz tutuculuğu araştırmaya çok yer vermiyordu. Paris’e göçtü! Çeşitli ülkelerden gençlerle “Uluslararası Tiyatro Araştırmaları Merkezi”ni kurdu. Burada artık gösteriye değil seyirci-oyuncu ilişkisi, oyuncuyu biçimlendirme, alan yaratma, dil ve devinim olanaklarını araştırıyordu. Yetinmedi. Oyuncularıyla uzun bir Asya ve Afrika yolculuğuna çıktı.
Vurgulamam gerek: Bu yolculuklarda ve tüm araştırmalarında biçim kaygısı, yeni biçimler keşfetme çabası yoktu. Aradığı insanın iç yolculuğu, ruhsal derinliğiydi.
EN PARLAK DÖNEMİ
1974’de Paris’de yerleşik Tiyatrosunu kurdu. (Bouffes du Nord)
Ondan izlediğim ilk oyun Avignon Festivali’nde “Kuşlar Konferansı”ydı. 13. yy. İranlı tasavvuf bilgini Attar’ın “Simurg” destanından kaynaklanıyordu. Dev sahne bir İran kiliminden ibaretti. Oyuncular kuşları taklit etmedi; biz kuş olup, o halıda kuşların peşine takılıp yolculuğa çıktık. Kendi iç dünyamıza doğru... (Eğer Sahaflarda Alkım Yayınları’ndan çıkan “Karanlıktaki Işık” kitabımı bulursanız ayrıntılı tüm bilgileri bulursunuz.) Yıllar içinde izlediklerim şöyle: “Carmen’in Trajedisi”, operadan yarattığı ve sadece dört şancı/oyuncuyla bomboş bir arenada sahnelediği aşk ve ölüm tutkusuydu. Yalınlığın zirvesiydi ve görkemli operayı daha da güncel kılıyordu!
“Vişne Bahçesi”, soluk almayı unuttuğum bir şiir şöleniydi... Baş eseri saydığım “Mahabharata” dokuz saat sürüyordu. Bugüne dek tanıklık ettiğim en güçlü, en büyük imge zenginliğini ortaya koyuyordu. (Sevgili Tuncel Kurtiz ve Sevgili Kudsi Erguner önemli katkıda bulunuyordu bu esere)... “Fırtına”da ise Shakespeare soyutlamasının en ileri noktasını sunuyordu. Bu beş oyunda da su, toprak ve ateş hep başroldeydi. Peter Brook bunlarla yaşamı yeniden yoğurmuş ve yepyeni dünyalar yaratmıştı. Beşi de iç dünyalarımıza uzansa da dışa dönüktü. Kapsadıkları alanlar, içerdikleri anlamlar, yaydıkları sinerji çoğalıyor, büyüyor, yayılıyordu. Sonsuz yalınlık içinde sonsuz zenginlik...
İÇSEL YOLCULUKLAR
90’larda sahnelediği “L’Homme qui...” (O Adam ki...) Ünlü nörolog Olivier Sacks’ın “Karısını Şapka Sanan Adam” eserinden yola çıkmıştı ve tiyatro dünyasını bir kez daha altüst edecekti. Bir klinik odasında çıkılan, yalınlığın son sınırında dört oyuncu/hastayı dinlerken insan ruhunun bilinmeyenlerine, hatta en derin noktalarına doğru bir yolculuğa çıkarmıştı bizi. Ondan izlediğim son oyun 2000’lerin başında “Kostüm” ya da “Takım Elbise”ydi.. Güney Afrikalı siyah oyuncularla, insanın içgüdülerini dışa vuran bir öykü...
Artık dinlenebilir Peter Brook. O hep akıntıya karşı kürek çekenlerdendi. Sadece birlikte çalıştıklarının değil, tüm tiyatrocuların tiyatroya bakışını değiştirdi. Eserleri artık kayıtlardan izlenebilecek. (Peter Brook’la anı fotoğraflarımız, 20 yıl önce kovulduğum Milliyet gazetesinin arşivinde kaldı. Ustanın gidişine ve bir de buna yanarım!!!)