Çok güzel bir ülkede yaşıyoruz ama yıllardır iyi yönetilmediğimiz için gülmeyi unuttuk.
Dikkat edin, cadde ve sokaklarda yanınızdan geçenlere bakın, asık suratlıyız çoğumuz.
Kızgınlığımız, öfkemiz yüzlerimize yansımış adeta.
Gülümseyen çehrelere hasretiz.
Hele son yıllarda, gıdıklasanız gülecek halimiz yok.
Hoşumuza gidecek bir şeyler de göremiyoruz ki, arada bir tebessüm edelim.
Neye baksak, neyi görsek, ne işitsek asabımız bozuluyor hemen.
Sadece neşelenip gülmekten değil, hoşgörüden de uzaklaştık iyice.
Evde bir tuhafız, sokakta bir tuhafız, işlerimizde bir garibiz.
Toleranslarımız da sıfıra doğru gidiyor.
En küçük bir şeyde kızıyor, hiddetleniyor, köpürüyoruz.
Halden de anlamıyor, sebepler üzerinde de durmuyor, yargısız infazlarla doğrayıp duruyoruz birbirimizi.
Milletin yarısı bu dünyadan umudu kesmiş, gelecek dünyaya odaklanmış gibi yaşıyor.
Tüm yaşamını dine hapsetmiş, kurandan çok tefsirlerine hurafelere, çakma ulemalara inanıyor.
Kutsal kitabımızda olmayan şeyleri varmış gibi anlatanları dinlemek, dediklerini dinimizin gereğiymiş gibi kabullenmek zorunda kalıyor.
Güzelim dinimizi hakkını vererek topluma yansıtmaya çalışan, Kur'an’ın dışına çıkmamaya gayret eden, o kadar az din adamımız var ki…
Milletin geri kalan diğer yarısı da, dinimizi Anayasal suç işleme pahasına siyasete alet etmekle kalmayıp, idareye de iyice bulaştıran yönetimin baskısından, yanlışlarından ve inatlarından bunalmış vaziyette…
Bu kesimin özel yaşamına, neyi nasıl yapacağına planlı programlı bir şekilde ısrarla ve inatla müdahale ediliyor.
Kişilerin hak ve özgürlükleri kısıtlanıyor, Cumhuriyetin temel kurumları tanınmaz hale getiriliyor, Parlamentonun işlevleri budanıyor.
Yeni Türkiye adı altında, ülkemize üzerinden dökülen bir elbise giydiriliyor.
Gırtlağına kadar borca batmış, hazinesi erimiş, devletin fabrikaları ve malları satılmış bir ülke haline gelmemize yanıyoruz şimdi.
Tüm paramızı hesapsız kitapsız şekilde yollara, tünellere, alt-üst geçitlere-köprülere, gereksiz havaalanlarına, modern ve yüksek apartmanlara, gösterişli, lüks ve şatafatlı devlet yaşamına harcayınca, üstelik 7-8 milyon yabancıyı da sorgusuz sualsiz aramıza katıp, onların da masraflarını üstlenince, sermayeyi iyice tükettik.
Bunlar yetmiyormuş gibi, üzerine bir de salgın hastalık ülkeyi kasıp kavurunca, ekonomimiz tepetaklak oldu.
Mutfaklarda yangınlar çıktı.
Korkunç bir geçim sıkıntısı, peşpeşe zamlar ve dayanılmaz bir hayat pahalılığı milletin belini iyice büktü.
Şimdi nereye baksanız, kimle konuşsanız inanılmaz bir şikayet korosuyla karşılaşıyorsunuz.
Yönetimden şikayetçi olan kesime, geçim sıkıntısından etkilenen yönetim destekçileri de eklenince, hayatından memnun olmayanların güçlü korosunun sesi daha da yükseldi.
Bu sese seçim-erken seçim tartışma ve kavgaları, işsizlik çığlıkları, atanamayan öğretmenler, emeklilikte yaşa takılanlar da karışınca, ortaya çıkan gürültü Türkiyeyi iyice rahatsız etmeye, ortamı tehlikeli bir şekilde germeye başladı.
Gelecekten umut besleyenlerin sayısında müthiş bir azalma var.
Bu yüzden beyin göçü tüm hızıyla sürüyor.
İyi yetişmiş donanımlı insanlarımız, doktorlarımız, teknik elemanlarımız peşpeşe kaçıyorlar doğdukları topraklardan.
Gençlerimiz kapağı yurt dışına atmak için yarışıyorlar adeta.
İnanılmaz üzücü ve ürkütücü bir tablo ama gerçek maalesef.
Tabloya bakıp ağlamamak mümkün mü?
Zaten ağlak bir toplumuz.
Türkülerimize, şarkılarımıza, akşamları televizyonlardaki dizilere bir bakın.
Vurdulu, kırdılı, hazin hikayeli ve hep acı sonlu, kederli, hüzünlü şeyler.
Hüngür hüngür ağlamadan, elde mendil gözyaşlarını silmeden dinleyemiyor, seyredemiyorsunuz ki hiçbirini.
Yatağa huzurlu, sakin ve stressiz giremeyen bir toplumun, sabahları gülümseyerek yataktan çıkmasını ve güne gülerek güzel bakmasını nasıl bekleyebiliriz ki?
Türkiye hala Aziz Nesin’den başka bir mizahçı yetiştiremedi, Metin Akpınar-Zeki Alasya ikilisinden ve Levent Kırca’dan başka, ancak bir Cem Yılmaz’ı çıkarabildik.
Aslında mizaha yatkın bir toplumuz.
Çok güzel hikayeler, fıkralar üretebiliyoruz.
Nasrettin Hoca’lar, temel fıkraları filan müthiş.
Üstelik harika karikatüristlerimiz var.
Ama korkudan istedikleri gibi çizemiyorlar ki.
Geçmişte Demirel, Özal, Ecevit, Erbakan’ın korkunç karikatürleri çıkardı.
Gülüp geçerdi rahmetliler, hatta orijinallerini istetir, çalışma odalarına asarlardı.
Şimdi bunlardan birini çizeyim desinler, Avrupa İnsan Hakları mahkemesi bile çıkaramaz onları Silivri’den.
Biliyormusunuz, dünyada mizahta Rusya'dan sonra en iyi biz Türkleriz.
Ama bu iyiliğimizi bile korkudan sürdüremiyoruz ki.
Dünyada mutsuz, ağlak, tebessümü bile unutmaya başlayan ülkeler yarışması olsa, şimdi rahatça ilk üçe gireriz.
Bizi gülmeyi unutan, ağlak bir toplum haline yorgun, yaşlı, kavgacı, proje yerine laf üretmekte mahir, görevlerini gereği şekilde yapmayan politikacılar getirdi.
Bu kadro siyaseti meslek haline getirmiş, yerine yenileri oturtmamakta kararlı bir kadro…
Bu kadroyu mutlaka gençleştirmeli, yerlerine iyi yetişmiş, iyi eğitilmiş, kafalarını yeni dünyanın teknolojik yürüyüşüne paralel çizgiye oturtmuş zıpkın gibi gençlerimizi getirmeliyiz.
20 yıllık iktidarla, çeyrek asırlık liderlerle, seçim üstüne seçim kaybetmesine rağmen koltuğunu kaptırmamakta direnen genel başkanlarla, bir yere varamayız artık.
Dünyaya bakın, dünya siyaseti gençleşiyor, yorgun ve yaşlı ihtiyarların ellerinden tek tek kurtuluyor ülkeler.
Gençler, kadınlar hakim dünyaya artık.
Değişen dünyayı fark eden, değişime ayak uyduranlar yönetmeye başladılar ülkelerini.
Gelişmiş ülkelere yada gelişmeye kararlı ülkelere bakın.
Hepsi dine saygılı ama hiçbiri yönetime dini yaklaştırmıyor.
Bizim en büyük kusurlarımızdan biri de budur.
Anayasamız kesinlikle yasaklıyor ama siyasi çıkarlarımız için şerefimiz üzerine yemin etmemize rağmen, dini hem siyasete ve hem de devlet yönetimine iyice bulaştırıyoruz.
Sadece alınların secdeye değmesi yetmiyor, gönüllerin ve aklın da secdeyi iyice kucaklaması lazım.
Dini siyasetten uzaklaştırmayı becerirsek, yorgun ve yaşlı siyasi kadromuzu da artık evlerine gönderebilirsek, önümüz iyice açılır ve çağdaş yolumuza büyük bir moralle devam ederiz.
Gülen bir toplum haline dönebilmek öyle zor bir iş değil.
Yeter ki, yeni Türkiye’yi betonla ve dinle değil akılla, geriye yaslanarak değil ileriye koşarak ve yasalarımızı özen ve dikkatlice uygulayarak yaratalım.
CAN PULAK