Jeopolitik gerçeklikler birbirleriyle bağlantılıdır ve tarih üstü nitelikleriyle bir gün karşınıza dikilirler. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yüzleştiği fiili gerçeklik de bu kanunun teyidi olarak beliren bir durum. Öyle ki ne Ege ne Doğu Akdeniz öncelikle hukuki değil siyasi sorunlardır ve bu, tek başına -en önemli parametrelerden biri olmakla birlikte- bir enerji paylaşım meselesinden öte, daha geniş bir güç mücadelesidir. Birinci Dünya Savaşı sonrası koşullarının bizi kendisine bağladığı tarihsel bağlamın Sevr ve Lozan üzerinden yansımasıyla, 1960 ve 70’lerin çözülemeyen başat diplomatik meselesi Kıbrıs’ın jeopolitiğe dönük sonuçlarını içeren geniş bir hikâyeyi bugüne taşıyan bir sorundan bahsediyoruz. Bu bakımdan öncelikle bunun altını çizmekte yarar var; zira tarih, güncellenmiş haliyle ve biriktirdikleriyle yeniden masada.
1947 Paris Anlaşması ile Yunanistan’a verilen on iki adanın jeopolitik anlamı, 2000’lerin ilk yılları itibarıyla Yunanistan, İsrail, Mısır ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) arasında, Doğu Akdeniz’de doğalgaz arama ve sondaj çalışmaları çerçevesinde yapılan işbirliği anlaşmalarıyla reel bir karşılığa evrildi. Türkiye’yi ve diğer Akdeniz ülkelerini dışarıda tutan söz konusu adımlar bütünü, temelde deniz yetki alanları ve kıta sahanlığı ekseninde yürüyen tartışmalardı ve tamamı, hukuki zeminden çok, de facto inşa edilmiş tek taraflı ve keyfi jeopolitik yorumlar üzerinden geliştirilen argümanlara dayanıyordu. Nitekim Yunanistan’ın bugün temel tezinin yine aynı argümantasyona dayanması da karşımıza çıkan sorunun hukuki değil siyasi nitelikli oluşuyla ilgilidir.
Bu noktada, Avrupa Birliği’nin (AB) 2000’lerin başında Sevilla Üniversitesi’ne hazırlattığı ve “Sevilla haritası” olarak bilinen dokümanda, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın azami sınırlarını tanımlayan, hacmine ve Türkiye kıyılarına olan yakınlığına bakılmaksızın, üzerinde yaşam bulunan her Yunan adasının kıyısını baz alarak Yunanistan’a ait bir kıta sahanlığı ve deniz yetki alanı hesaplayan çalışma, Yunanistan ve AB açısından -tek taraflı biçimde- meselenin hukuki inşa sürecini ifade ediyor. Türkiye ise de facto inşa edilmiş deniz sınırlarının hukuki ve adil olmadığını, dolayısıyla bu sınırlara dayanan doğal kaynak geliştirme hakkı ve bundan türeyen faaliyetler bütününün meşru zemine dayanmadığını ifade eden pozisyonda duruyor. Yani Doğu Akdeniz’de, kıyıdaş tüm ülkelerin iktisadi çıkarlarına ilişkin deniz yetki alanı belirlenme kriterinin, tek taraflı ve fiili inşalardan öte, uluslararası hukuk merkezli bir yola çıkışla belirlenmesi gerekliliği öne çıkarılıyor ve Yunan adalarının kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge (MEB) bağlamında deniz yetki alanı hakkına sahip olmadığı savunuluyor. Yunanistan’ın iddiasının aksine, ana karalar gibi adaların da kıta sahanlık ve tam yetkili MEB hakkına sahip olmasının, hukuki zeminden ve Uluslararası Adalet Divanı (UAD) kararlarından yola çıkılarak mümkün olmadığını, bir nevi gasp ve ihlal durumu ile karşı karşıya bulunulduğunu vurgulayan bir pozisyon Türkiye’ninki.
1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nden (BMDHS) mülhem bir yorumlamayla hareket eden Yunanistan ise çelişik biçimde, bizatihi ilgili sözleşme uyarınca, aynı zamanda kara ülkesi olan bir devletin adalarının deniz yetki alanlarına sahip olmasının, her koşulda uygulanabilecek bir kural olmadığı vurgusunu ve UAD’nin (1977 İngiltere-Fransa, 1984 Malta-Libya, 2012 Nikaragua-Kolombiya davalarında olduğu gibi) benzer kategorideki farklı ihtilaflara ilişkin, kıta ülkesinin doğal uzantısında bulunan adaların kıta sahanlığı ve MEB haklarının bulunmadığını vurgulayan kararlarını yok sayıyor; üstelik bu hususu İyon denizindeki egemenlik hakları bağlamında İtalya ile yapmış olduğu deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmasında bizatihi kabul etmiş ve kendisine ait adalar için bu yönde bir talep ortaya koymamış olmasına karşın... Dolayısıyla bugün Doğu Akdeniz ve özelde birtakım adaların -ki Meis bunların en stratejik olanlarındandır- kıta sahanlığına ilişkin ne MEB ne de deniz yetki alanı hakkı doğurması mümkün.
Fakat sorun öncelikle bu mu? Yani Akdeniz’de yer almasına karşın on iki ada grubuna bağlı olan Meis adasına mücavir bölgede Türkiye’nin ilan ettiği Navtex’in (denizcilere duyuru) durumu, hangi zeminde bir soruna öncelikli olarak işaret ediyor? Belirtilmesi gereken şey, burada jeopolitik bir fiili inşanın söz konusu olduğudur. Yunanistan, Rodos adasının MEB alanı ile Rodos’un 78 mil uzağındaki Meis adasının MEB alanını birleştirmek suretiyle, Türkiye’nin Akdeniz’deki MEB alanını Antalya körfezine sıkıştırma amacını taşıyan siyasi bir ajandadan hareket ediyor. İlan edilen Navtex’e gelen aşırı dozlu ve agresif tepki de Meis adasının kıta sahanlığı olarak varsaydığı bölgede -ki hukuki zemindeki kararların bu yönlü olmadığını pekâlâ bilmesine karşın- yapılacak faaliyetlere ilişkin siyasi/iktisadi kaygıdan ileri geliyor.
Ne hukuki ne siyasi bakımdan çözüme kavuşturulabilmiş Kıbrıs meselesinin, tek taraflı ve keyfi bir şekilde araçsallaştırılarak GKRY, Yunanistan ve AB tarafından bu fiili inşaya içkin olarak kullanılması ise meseleyi daha da kesifleştiren ve derinleştiren bir unsur. Nitekim GKRY’nin 2003’te Mısır, 2007’de Lübnan ve 2010’da İsrail’le imzaladığı MEB anlaşmaları, ilgili ülkelerin deniz yetki alan iddiaları üzerinden kotarılmaya çalışılan çıkarlarıyla ilgili hamlelerdi. Tahmini rakamlara göre 122 trilyon metreküplük hidrokarbon rezervinin Türkiye ve diğer Akdeniz ülkelerinden bağımsız, tek taraflı biçimde çıkarılması, işlenmesi ve dünya piyasalarına aktarılması, hem bu ülkelerin jeopolitik ve iktisadi arzularını hem de Avrupalı enerji devlerinin enerji ihracatçısı olma hülyalarını anlatıyor esasen. Nitekim Yunanistan, GKRY, Mısır ve İsrail uluslararası enerji devleriyle (İtalyan Eni, Fransız Total, Amerikan ExxonMobil ve Noble Energy, Hollandalı Royal Dutch Shell, İsrailli Delek Group) yaptıkları anlaşmalar eliyle, tek taraflı ve keyfi biçimde enerji zenginliğini tekelleştirerek ve uluslararası hukuk normlarını çiğneyerek, keşfedilen kaynakların paylaşımını sürdürmekteler. Kıyıdaş diğer Akdeniz ülkelerinin bu paylaşımda herhangi bir dahli olmadığı gibi, Kıbrıslı Türklerin de tamamıyla saf dışı edildiği bir fiili durum bu. Oysa siyasi ve hukuki olarak Kıbrıslı Türkler Kıbrıs adasının tamamına ilişkin tüm hakların ve dolayısıyla hidrokarbon rezervlerinin ortak sahibi konumundalar. O halde hem somut durum hem tarihsel geçmiş hem uluslararası deniz hukuku hakları açısından bakıldığında, Türkiye’nin coğrafi duruma ve jeopolitik gerçeğe uygun bir çözüm talebinde bulunması anlaşılabilir. Zira Yunanistan’ın iddiasının aksine BMDHS’nin Ege ve Doğu Akdeniz’de uygulanma çabası, coğrafi durumun yalanladığı, tersine bir icbar ve zorlayıcı hukuk tesisi anlamına gelir. Zira eşitlik ve uluslararası hukuk prensibi, her iki jeopolitik duruma ilişkin tek taraflı çıkarım ve yorumlamaları ilga eden, evrensel nitelikte standartlar olarak işler. Ancak meselenin siyasi yönü çok aktörlü hale geldikçe derinleşmekte ve ticari çıkarların da ötesine taşarak (Soğuk Savaş terminolojisini kullanacak olursak) Türkiye’yi “çevreleme” siyasetine dönüşmekte olduğunu görmek zor değil.
Özetle, mesele artık bölgesel niteliğini çoktan kaybetmiş durumda. Suriye, Libya, Ege ve Doğu Akdeniz’de bugün pek çok uluslararası aktörün yer aldığı bir yeni küre fotoğrafını görmek gerek. Bu yönüyle de bölgeselliklerin çapı genişledikçe küresel politikaların içinde emildiği bir yeni dünya düzeni söz konusu. Bunun Doğu Akdeniz’e izdüşümü ise uluslararası düzeye evrilen gerilimlerin giderek kronikleşmeye başlaması. Doğu Akdeniz esasen bir yanıyla küresel düzende olan kaymaları/değişimleri özetleyen bir prototip sunuyor: Amerikan pragmatizmi (Kissinger 1957’de, Kıbrıs ve Libya’yı “büyük güçler diplomasisinin bir aparatı” olarak değerlendirirken, ABD açısından buraların Orta Doğu için bir bekleme alanı olarak görülmesi gerektiğini belirtiyordu) ve eşanlı olarak gerilemesi, buna eşlik eden AB tutarsızlığı ve geleneksel politik etkisizliği ve sonuçta bölgesel olmakla birlikte yapısal anlamda vekil aktörlerin oluşan boşluktaki alan tahkimatları. Batı-merkezli uluslararası ilişkilerin idealist norm ve demokratik değerlerindeki niteliksel aşınma da buna eklenince geriye kalan şey, vekil güçlerin gayrimeşru güç siyasetine bağlı sanal meydan okumaları, iktidar kavgaları ve buna içkin istikrarsızlık ve kaos siyaseti.
O halde diplomasi burada nerede duruyor? Bir krizi çözmenin genellikle üç yolu bulunduğu söylenir: diplomasi, kontrollü gerilim ve caydırıcılık, savaş. Diplomasi ile sorunların Kıbrıs’ta elli yıldır, Ege’de yetmiş yıldır çözülemediği göz önünde bulundurulursa, taraflar açısından diplomasi yolunun diğer iki seçeneğe göre daha az gerçekçi görüldüğü şu an yadsınamayacak bir hakikat; gelinen noktada ikinci ve üçüncü seçenek arasında bir yerlerdeyiz. Fakat bu, esasen her sıcak olayda görülen şeydir ve bu olaya has bir durum da değildir. Uzun vadedeki kazanım ve fayda-maliyet hesaplamalarında diplomasinin güç parametreleri devreye girer. Nitekim bu olayda da böyle olacaktır. O halde diplomatik güç parametrelerini nasıl okumak gerekiyor?
Öncelikle belirtilmesi gerekiyor ki Türkiye uluslararası hukukun kendisine verdiği meşru hakkı kullanmakta kararlı. Türkiye’nin esasen 15 Temmuz darbe girişiminden bu yana dış politika konseptindeki stratejik değişiklikle, bir çeşit gambot diplomasisi diye de adlandırılabilecek bir politika biçimiyle faaliyetlerini yürüten, eşanlı olarak da masada çok boyutlu diplomasiyi işleten bir karma stratejiyi benimsediğini söylemek mümkün. Nitekim Suriye’nin kuzeyinde, Libya’da ve son olarak Doğu Akdeniz’de gördüğümüz de bu. Bu bağlamda, örneğin son dönemde sık kullanılan “mavi vatan” doktrini, Türkiye’nin açıktaki egemenlik haklarının daha proaktif ve ön alıcı biçimde savunusunun bir ifadesi. Ancak Doğu Akdeniz özelinde Türkiye’nin attığı adımların, Mısır-İsrail-Yunanistan-GKRY cephesi ve onları arkalayan Fransa, İtalya ve ABD hattı açısından askeri ve siyasi bir karşılıkla karşılanması durumu, her şeyden önce NATO ittifakı açısından Türkiye’nin kabul edemeyeceği ve yukarıda belirtildiği üzere bir çevreleme siyasetine eşdeğer bir hareket biçimi olarak, fiili bir durum meydana getiriyor. Buna Türkiye cephesinden verilen reaksiyonun tonu ve biçimi, bu fiili durumun getirdikleriyle ilişkili.
Burada yükselen tansiyon ise aynı anda birden çok faktörü ilgilendiren bir durum oluşturuyor. NATO-AB iç içeliğinin getirdiği karmaşık ve zorlu patika, kendi içinde yeknesak bir yapı oluşturamamasından mütevellit, en başta Avrupa’yı zorluyor. Zira AB bloğu içinde Yunanistan, GKRY ve Fransa Türkiye’ye karşı sert ve güçlü bir pozisyon alınması gerektiğini ifade ederken İtalya, Malta ve İspanya -ki Türkiye ile merkez ve Batı Akdeniz’de ciddi ticari çıkarları olan aktörler bunlar- bundan geri duruyor. Burada AB içindeki kilit ve belirleyici aktör ise elbette Almanya. Bu kördüğümü çözmesi için önünde iki tarafı keskin bir bıçak gibi duran, Ankara’yı kaybetmeden Paris’i ikna edecek bir çözüm yolu bulma çabasında. Ancak bu diplomatik çabasının, son olarak Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Yunanistan’ı desteklemek için bölgeye savaş gemileri gönderileceğini açıklamasıyla birlikte baltalandığını görmek de zor değil; ki bu ilk de değil üstelik. Macron bunu yaparken esasen Angela Merkel’in inşa etmeye çalıştığı akılcı pozisyonu baltalıyor.
Burada Avrupa’ya diplomasi alanında olan güven ya da ihtiyacı yine Avrupa belirleyecek. Geleneksel biçimde izlediği tutarsız ve etkisiz politika biçimini bu örnekte de sürdürürse -ki bunu sürdürmemesi için ciddi yapısal ve paradigmal dönüşümlere ihtiyacı var- üyelik sürecinden bu yana çeşitli bölgesel krizlerin hemen tamamında Ankara’ya olan angajmanını kaybetmiş olan Avrupa’nın bölgesel liderlik iddiasının da artık gerçek bir hayâle dönmesinin kaçınılmazlığı ortada. Oysa Orta Doğu barış süreci ya da Somali yarımadasında -etkisiz ve cılız da olsa- gösterilen diplomatik ön alma çabasının bir benzeri, burada Avrupa için yeni bir başlangıç noktası fırsatı sunabilir. Ankara-Brüksel-Atina-Lefkoşa hattında açık denizlerdeki kaynakların paylaşım ve kullanımına ilişkin adil ve hukuk merkezli bir diplomasi ve bunu tamamlayıcı bazı güven tesis edici hamleler -Türkiye ile olan Gümrük Birliği’nin modernize edilmesi gibi- hem bu anlaşmazlığın “ikili” sarmaldan çıkıp çok taraflı bir zemine çekilmesine yarayacak stratejik bir adım olabilir hem de daha inşa edici bir geleceğin yapılandırılmasında Avrupa’ya öncü bir rol biçebilir. Ayrıca bölgesel kaynaklı risklerin oluşturabileceği bir istikrarsızlığın, sığınmacılar başlığı parantezinde Avrupa açısından göze alınamaz bir risk faktörü olduğunun da hem Türkiye hem de Avrupalı liderler fazlasıyla farkında. Dolayısıyla Avrupa’nın içinde bulunduğu sıkışmışlık halinden nasıl çıkabileceği ve vaat ettikleri, sergileyeceği güven temelli ve somut politikalara bağlı.
Fakat bunun için Avrupalıların teklif ve adımlarının Ankara’da gerçek ve muteber teklifler olarak kabul edilmesi gerekir. Bu ise an itibarıyla Türkiye’nin elinin diplomatik anlamda daha kuvvetli olduğu anlamına geliyor. Çünkü oldukça tahrip edici, tek taraflı ve gayri adil bir zemine dayanan bir Avrupa geçmişi (bu spesifik örnekte, Annan Planı’nın reddine rağmen GKRY’nin AB’ye alınması mesela), evvelemirde Avrupa’yı zorlayan ve sıkıştıran bir faktör. AB bu anlamda bu dosyada eli epey güçsüz ve bloke olmuş bir konumda duruyor; çünkü hem hakem olma misyonunu taşımak istiyor, fakat hem de taraflardan biri. Hal böyleyken bu nasıl mümkün olacak? Nitekim Merkel ile Macron’un 20 Ağustos’taki ortak basın toplantısında bu kafa ve izlek karmaşasını net şekilde görmek mümkündü. Bir yandan her iki lider de diplomatik çözümü desteklediklerini ve bunun için birlikte çalışacaklarını vurgularken, bir yandan da gerek Merkel gerek Macron -farklı tonlarda da olsa- diplomatik bir çözümün, AB üye ülkeleri arasındaki birliğin devamı için mühim olduğunu ve AB üye ülkelerinin egemenlik haklarını desteklemek ve bölgede istikrarı korumak için gerekli olduğunu belirtiyorlardı. İşte bu yüzden, söz konusu açmazı, mevcut yapısı ve konumuyla AB’nin aşması epey güç. Ayrıca açıklanması ve yönetilmesi gereken gerçek ve somut durumlar da var. Örneğin Almanya’nın arabuluculuğuyla, Türkiye’nin iyi niyet göstergesi olarak ve diplomasiye alan açmak için bölgedeki aktif faaliyetlerini askıda tutacağını deklare ederek, ilan etmiş olduğu Navtex’i beklemeye almasının akabinde, Yunanistan’la diplomatik müzakerelerin duyurulacağı resmî açıklamadan henüz bir gün önce aniden Yunanistan cephesi tarafından Mısır ile sınırlandırma anlaşması imzalanmasında olduğu gibi.
Burada bir başka parantezi, Fransa ve Macron’un artık kronikleşmiş agresif tutumuyla ilgili açmak gerek. Suriye’de terör örgütü PYD/YPG’yi, Libya’da darbeci General Halife Hafter’i, Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ı doğrudan ve tek başına destekleyen ve bir anlamda “yalnız şövalye”yi oynayan Macron, uzlaşmacılığı ve diplomasiyi bir kenara bırakan bir politik ajanda izliyor. Bu belki de karşı karşıya geldiği hemen birçok sahada Türkiye’ye geri adım attıracağına dair bir inançtan kaynaklanıyor ki yakın zamanda aynı tutumu Lübnan’da da sergiledi. Dünyaya ders veren, kurtarıcı rolüne soyunduğunu ilan eden bir siyasi dil ve yaklaşımın en büyük nakısası, ilgili ülkenin tarihsel ve aktüel varlığının, söz konusu iddialarını destekleyip desteklemediğine ilişkin genel uluslararası kanıdır. Burada Fransa açısından ciddi bir tenakuz ve gedik var. Nitekim Lübnan’daki en son patronvari açıklamaları tüm Arap dünyasında epey büyük bir tepkiyle karşılandı. Macron Doğu Akdeniz örneğinde de esasen aynı sorunu yaşıyor: Doğu Akdeniz Fransa’nın karasuları değil; Türkiye ise kendi karasularında enerji kaynakları konusundaki haklarını savunuyor.
Yapısal ve hukuki gerçeklik anlamındaki bu varoluşsal boşluk, aslında daha derinde Fransa’nın eski kolonyal siyasetini Orta Doğu-Akdeniz-Afrika ekseninde sürdürebilme hülyalarıyla ilişkili. Üstelik bu, yakın dönemde ilk de değil. İdlib’de konumlandığı pozisyon; Fırat’ın doğusuna dönük özel hassasiyeti ve burada PYD/YPG unsurlarına verdiği eğitim ve lojistik destek; Libya’da Hafter’in desteklenmesi ve buradaki büyük hukuk ihlalleri; Tunus, Cezayir ve Fas’a dönük gayrimeşru politik baskılar ve son elli yılda Afrika’da eski Fransa sömürgelerinde gerçekleşen (sonuncusu Mali’de yaşanan) kırk beş darbe. Bu işin bir tarafı iken bir diğer boyut Türkiye ile olan reel karşı karşıya gelmeler. Türkiye’nin son yıllarda milli savunma sanayiine yaptığı büyük yatırımlar ve aldığı efektif karşılık, Fransa açısından Orta Doğu, Akdeniz ve Afrika bölgesine yönelik silah endüstrisi ticaretine ilişkin ciddi kaygıya sebep olmuş durumda. Bunu son 3, 4 yıldır (Mısır ve BAE’ye sattığı firkateynler örneğinde olduğu gibi) sahada küçük fırsatçılıklarla kapatmaya çalışsa da, yakın gelecekte önüne bu bağlamda karanlık bir tablo çıkmasının tedirginliği içinde. Aşırı ve sert agresifliğinin bir sebebi de bu.
Suriye ve Libya’da Fransız etkisinin Türkiye tarafından ciddi biçimde azaltılarak çerçevelendirilmesi de meselenin somut tarafı. Bu Fransa açısından sahada bir reel yenilgi anlamı taşıdığı kadar, aynı zamanda uluslararası diplomatik kredisinin ve caydırıcılık etkisinin de baltalanması demek. Nitekim geçtiğimiz Haziran ayında Libya açıklarında Fransız firkateyninin Türk gemilerince taciz edildiği iddiasını uluslararası platforma taşıyan Fransa, NATO’ya müracaat ederek meseleyi NATO açısından bir “Türkiye sorunu”na dönüştürmeye gayret etmişti. NATO’nun incelemesinin ardından hazırladığı 130 sayfalık rapordan ise ne bir tacize ne de radar kilitleme durumuna ilişkin herhangi bir bulgunun olduğu sonucu çıkmıştı. Bu esasen Fransa açısından diplomatik bir skandal olduğu kadar, NATO içindeki etkisinin kırılması sonucunu verebilecek bir büyük zafiyet olarak değerlendirildi. Buna paralel bir başka durum ise Temmuz ayı başında Türkiye’yi Libya’ya yönelik silah ambargosunu ihlal etmekle suçlayarak meselenin BM Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) taşınması konusundaki agresif ısrarı idi. Fakat Fransa buradan da herhangi bir diplomatik sonuç devşiremedi. Yine son olarak Temmuz ayında AB’nin Türkiye’ye yaptırım uygulaması çağrısı da herhangi bir karşılık bulmadı.
Meselenin buna çok entegre bir diğer boyutu da NATO’yla ilgili. Her şeyden evvel Almanya ile Fransa’nın Doğu Akdeniz konusunda ciddi görüş ve tutum ayrılıkları olduğu gerçeğini bir kenara not ederken, NATO nezdindeki ayrışma da ayrı bir rahatsızlık sebebi olarak duruyor. Pentagon bu yüzden daha hassas ve diyalog merkezli bir çözümü her zamankinden çok daha fazla ister bir pozisyonda. Keza NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ve AB Dışişleri Yüksek Komiseri Josep Borrell de diyalog merkezli çözümde çok net ve ısrarcılar. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da paralel biçimde, bir yandan net ve kararlı bir tutum çizerken, aynı zamanda defaatle Türkiye’nin müzakere ve diyaloğa açık olduğunu ve böylesi bir müzakere sürecinin, herkesin hakkının korunduğu bir “kazan-kazan” yolunu açabileceğini belirtiyor.
Ankara burada stratejik kazanımlarını kalıcı hale getirmek için çok yönlü bir politika izliyor. Yani salt askeri temelli güç siyasetine yaslanan bir taktik, Türkiye karşıtı cepheyi daha keskinleştirmek suretiyle, Türkiye’nin uzun vadeli yalnızlığa itilmesi ve uzun vadeli kazanımlarından olmasını tetikleyebilecek riskli bir durumu da getirebilir. Sürecin başından bu yana çok boyutlu diplomasiye başvurulması, işte bu yönüyle, olası risk faktörlerinin uzun vadede asgariye indirilmesi amacını taşıyor. Bu ise elbette sahadaki aktif varlığın yanında, eşanlı yürüyen diplomatik aktivite ve proaktivite ile sağlanabilecek bir durum. Kaldı ki Türkiye bunu şu ana dek başarılı biçimde yürütüyor. Aynı zamanda bu, elbette NATO ittifakı içinde Türkiye’nin diplomatik gücünü de yansıtan ve pekiştiren bir durum. Beraberinde, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri anlamında da önemli bir nokta. Zira ABD duruma, her şeyden evvel, NATO ittifakında oluşabilecek bir çatlağın NATO’nun güvenliği ve doğu cephesinin savunması bakımından bir nakısa üretebileceği nazarından bakıyor. Çünkü bu bir yandan NATO’nun birliğini tehdit ederken bir yandan da Rusya’nın zaten artmakta olan bölgesel gücünün daha da kuvvetlenmesi anlamına gelir. ABD açısından, aşılmasına göz yumulamayacak birincil kırmızı çizgi tam olarak budur. Bu ise diğer pencereden bakıldığında, Türkiye’nin elindeki önemli diplomatik kozlardan biri.
Bununla beraber, Türkiye’nin sahadaki varlığına ilişkin Batı cephesinden gelebilecek reaksiyonların tonu da sürecin evrileceği yönle esasen çok ilişkili. Bu noktadaki hassas ve stratejik bölgenin ise Girit açıkları olduğunu söylemek mümkün. Gerek ABD gerek AB ülkeleri, şu anda Türkiye’nin sahadaki faaliyetlerinin uzanacağı konuma ilişkin biraz da “bekle-gör” stratejisine yaslanırken, farklı diplomatik kanallardan dolaylı bildirimler, Batı ülkeleri açısından kırmızı çizginin Girit olduğunu gösteriyor. Zira Girit’in güney sularının ciddi hacimlerde petrol ve doğalgaz rezervleri barındırdığı düşünülüyor. Ankara-Trablus arasında imzalanan Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Anlaşması uyarınca, fiili bir inşa ile şu ana dek kabul edildiğinin aksine, bu karasularını Yunanistan’a değil Libya’ya ait kılan yeni bir jeopolitik denklem söz konusu. Türkiye şayet enerji keşif gemilerini Girit’in güney kıyılarına gönderirse tüm bahisler çöker ve kartlar yeniden karılır. Türkiye’nin bu noktada, belki de Girit’in güney sularındaki keşif meselesini aynı zamanda bir müzakere kartı olarak elinde tutması da pekâlâ mümkün. Nitekim son günlerdeki Girit merkezli tatbikat gündemi ve yapılan karşılıklı açıklamalar da bu sınamaların bir uzantısı.
Esasen Doğu Akdeniz bağlamında uluslararası ve bölgesel resmin bir yıl içinde dahi ne kadar değiştiğini görmek, bize olaylara daha yukarıdan bakmak gerektiğini gösteren bir ufuk da sunabilir. Zira uluslararası toplum henüz bundan bir yıl önce, Türkiye ve Kıbrıslı Türkleri bertaraf ederek, Yunanistan ve GKRY’nin MEB alanını ve potansiyel bir enerji üssü olma iddiasını açıktan onaylıyor ve kolaylaştırıyordu. Kasım 2019’da AB’nin GKRY’ye açık desteği ve neticesinde Türkiye’ye sondaj faaliyetleri dolayısıyla yaptırım uygulama kararında ya da ABD’nin Yunanistan, GKRY, Mısır, İsrail’i de kapsayan Doğu Akdeniz Gaz Forumu’na desteğini ilan ederek GKRY’yi her türlü faaliyet konusunda destekleyen pozisyonunda ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetlerini “kabul edilemez” bulduğunu deklare eden açık tutumunda gördüğümüz gibi. Oysa bugün her aktör pozisyonunu yeniden yapılandırma ihtiyacı hissediyor ve kendisini işleyen duruma göre yeniden konumlandırıyor.
Buradan çıkacak kısa vadeli sonuç her nereye evrilirse evrilsin kesin olan bir durum var ki o da bölgesel anlaşmazlıkların uluslararası toplumu Akdeniz’deki deniz sınırları meselesini artık yeni bir zeminde ele almaya doğru taşıdığı ve buna ilişkin (bir yanıyla gerçekçi bir yanıyla da pragmatik) yeni bir diplomasinin işleyeceğidir.
[Doç. Dr. Abdurrahman Babacan Medipol Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesidir]