TÜSİAD: Tasarruf Sahipleri Cezalandırılıyor

Türkiye Sanayici ve İş İnsanları Derneği'nin (TÜSİAD) Olağan Genel Kurulu'nda konuşan Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, Türkiye'de uygulanan faiz politikasının tasarruf sahiplerini cezalandırdığını savundu.

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski ise kentli orta ve yoksul sınıfların zor durumda kaldığını belirterek 'yoksullaştıran büyüme' kavramına vurgu yaptı.
TÜSİAD Olağan Genel Kurulu bugün İstanbul’da düzenleniyor.


Toplantının açılış konuşmaları TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan ve TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski tarafından yapıldı. TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanlığı’na ise TÜRKONFED Başkanlığı görevinde de bulunan Orhan Turan önerildi.

Genel Kurul’un açılış konuşmalarını yapan TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan, ithalatta dışa bağımlılığa vurgu yaparken mevcut faiz politikasını eleştirdi. Ukrayna savaşına da değinen Özilhan, “Kriz geride kaldıktan sonra ortaya çıkacak küresel ekonomi politikte Türkiye'ye önemli fırsatlar açıyor” dedi.

TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski ise ‘yoksullaştıran büyüme’ kavramını hatırlatarak, “Yerine konulamayacak kaynakları tükettikçe yoksulluğun derinleşmesinin koşullarını hazırlarsınız.” dedi. Kaslowski ayrıca “Türkiye'nin gelişmişlik düzeyinde bir ekonomide, ucuz emeğe ve düşük standartlara dayalı ihracat yoluyla kalkınma modeli uygulanamaz” diye konuştu.

‘ÖNGÖRÜLEMEZLİK YENİ NORMALİMİZ OLDU’
Özilhan’ın konuşmasının satırbaşları şöyle:

Tam en kötüsünü geride bıraktık artık toparlanma dönemi dediğimizde yepyeni bir krizle karşı karşıya kalıyoruz. Adeta krizlerin sürekli hale gelmesi, belirsizlik ve öngörülemezlik yeni normalimiz oldu.

Yakın geleceğe baktığımızda dünya ekonomisinin tam da pandeminin yol açtığı resesyondan çıkmaya hazırlandığı bir aşamada patlak veren Ukrayna krizinin etkisi ile sert bir darbe alması kaçınılmaz.

‘BU KEZ SORUN STAGFLASYON’
Bu kez karşı karşıya kaldığımız sorun stagflasyon. Çünkü hem üretimin yavaşlaması hem de fiyatların artması kaçınılmaz.

Enerji, gıda ve başka temel mallarda fiyat artışı ve tedarik sorunları en çok Avrupa'yı ve bizi olumsuz etkileyecek.


Rusya ve Ukrayna dünya buğday ihracatının üçte birini gerçekleştiriyor. Bu ülkeler aynı zamanda en önemli gübre üreticileri. Nikel, paladyum ve titanyum gibi bazı metal ve minerallerin arzı açısından da kritik önemdeler.

Ukrayna krizinin yarattığı bu sorunlara Çin'de Covid-19 ölümlerinin yeniden başlaması ile tekrar gündeme gelen kısıtlamalar ekleniyor. Bu gelişmeler maalesef küresel üretim zincirlerinde yeniden aksamalara yol açacak.

‘GİDİŞATIN TOPARLANMASINI ZORLAŞTIRACAK…’
Yüksek enflasyon yol açtığı zararları zaten ekonomik ve toplumsal hayatta bir süredir yaşıyoruz. Enerji, buğday ve gübre fiyatlarındaki artışlar enflasyonist gidişatın toparlanmasını da zorlaştıracak.

İhracatta son dönemde sevindirici artışlar elde etmiştik. Ama Avrupa’daki yavaşlama durumunda ihracat artışını devam ettirmemiz mümkün olmayacak. Rusya ve Ukrayna’dan gelecek turistlerdeki azalma, turizm gelirlerinde beklediğimiz rakamlara ulaşmamızı engelleyecek.

Artan petrol ve doğalgaz fiyatları ithalat faturamızı kabartacak. Bütün bu kanallar cari açık üzerinde ilave yük oluşturacak ve Türk lirasının değeri üzerinde baskı yaratacak. Türk lirasının değer kaybı da enflasyonist baskıyı güçlendirecek. Enflasyonist baskının ortadan kaldırılması, her şeyden önce para ve maliye politikasının fiyat istikrarı doğrultusunda uygulanması gerekiyor. Ancak bu tek başına yeterli değil.

‘DIŞA BAĞIMLILIK’ VURGUSU
Enflasyonun temel sebeplerinden biri üretimin hammadde, ara malı, yatırım malına ithalat bağımlılığının yüksek olması. Bu nedenle TL değer kaybedince üretim maliyetleri hızla yükseliyor. Enerjide ve temel girdilerde ithalata bağımlılık yıllardan beri çözemediğimiz sorunlar.

Dışa bağımlı olduğumuz sürece dışarıdan enflasyon ithal ediyoruz. Enerji ve temel girdilerin fiyatları dünyada arttıkça, bu artış içeriye enflasyonda yükselme olarak başlıyor. İthalata bağımlılığı azaltmak için doğru bir sanayi stratejisi izlemeliyiz.

FAİZ ÇIKIŞI
Üretim için yatırım, yatırım için de düşük faiz oranları gerekiyor. Ancak yatırımları canlandırmak amacıyla faiz oranlarının çok düşük tutulması, yüksek enflasyon ortamında tasarrufları cezalandırıyor. Negatif reel faizler çok yüksek olunca tasarrufları yatırıma dönüştürme mekanizması çalışmıyor.

Para tasarrufa yönelmek yerine, dövize, altına, emlak yatırımına, ithal elektronik eşyaya ve ithal otomobile yöneliyor. Bu nedenle üretim yapısını değiştirmeden, ithal girdilere olan bağımlılığı ortadan kaldırmadan, yatırıma dönüşecek tasarrufları artırmadan, tarım ve sanayi üretimini hızlandırmadan fiyat istikrarını sağlamak mümkün değil. Bunun birinci koşulu da uzun vadeli politika geliştirmek.

‘BARIŞ TESİS EDİLDİĞİNDE TÜRKİYE’NİN ELİ DAHA GÜÇLÜ OLABİLİR’
Batı, başta enerji olmak üzere Rusya'ya bağımlılığını azaltmaya çalışırken Rusya da başta yüksek teknolojili ürünler olmak üzere Batı'ya bağımlılığını azaltmaya ve kendi üretim kapasitesini geliştirmeye çalışacak. Bu durum, Türkiye'ye enerji koridorları ve arz zincirleri açılarından birçok yeni imkân yaratacak.

Barış tesis edildiğinde belirginleşecek yeni küresel düzende Türkiye'nin elinin bugünkünden daha güçlü olması kuvvetle muhtemel. Türkiye Ukrayna krizinin başlangıcından beri denge politikası izliyor ve yumuşak gücünü kullanarak krizin sonlanması için ciddi bir çaba gösteriyor. Bu da Batı bloku içinde Türkiye'ye dönük olarak son yıllarda gözlemlediğimiz tutumda değişikliğe yol açıyor.

Türkiye'nin oynadığı kilit rol Batı ile ilişkilerin daha yapıcı bir zeminde ilerlemesi için de bir fırsat yaratıyor. Bu da kriz geride kaldıktan sonra ortaya çıkacak küresel ekonomi politikte Türkiye'ye önemli fırsatlar açıyor.

BATI İLE İLİŞKİLERİN GELİŞMESİ…
“Geleceği İnşa” çalışmamızda da vurguladığımız gibi, Türkiye için batılılaşma, kalkınma ve demokratikleşme birlikte seyreden eğilimler. Türkiye'nin Batı ile ilişkilerinin yapıcı bir zeminde ilerlemesi, demokratik hak ve özgürlükler alanının genişlemesi ve ekonomik istikrarın sağlanarak büyümenin hızlanması birbirini destekleyecek gelişmeler.

Bu alanlardan birinde daha ileri gitmek istiyorsak diğer alanlarda da ileri gitmeyi hedeflememiz gerekiyor. Bu çerçevede, yönetim sistemimizde yapılacak iyileştirmelerin de önemli olduğunu düşünüyorum.

Geçenlerde Cumhurbaşkanımızın da vurguladığı bu nokta küresel sistem içinde gözle görülür hale gelen ülkemizin yumuşak gücünün daha ileri taşınması açısından önem taşıyor. Bu doğrultuda atılması gereken en önemli adım temel hak ve özgürlüklerin, hukukun üstünlüğü ve adalet sisteminin ve kuvvetler ayrılığının güçlendirilmesi olacaktır.

ÜÇ ÖNERİ
Geleceği inşa çalışmamızda kurumlar başlığı altında yapmış olduğumuz şu üç öneriyi tekrarlamak isterim:

1. Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığının sağlanması çerçevesinde devletin tüm işlemlerinde hukukla bağlı olması ve etkin hak arama özgürlüğünün güvence altında olması.

2. Çoğulcu ve katılımcı demokrasinin güçlendirilmesi; bütün vatandaşlar için tüm hak ve özgürlük alanlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi standartlarında geliştirilmesi, siyasette ötekileştirme, ayrımcılık ve nefret söylemleri ile mücadele edilmesi.

3. Kuvvetler ayrılığını güçlendirmek için denge ve denetleme mekanizmalarıyla yargısal denetimin güçlendirilmesi, şeffaf, hesap verebilir, daha az merkeziyetçi ve etkin bir kamu yönetimi anlayışının yerleşik hale getirilmesi.

Bu adımları atabilmek, yeni küresel mimaride önümüze açılan fırsatlardan yararlanma koşullarını sağlayacaktır. Çünkü biliyoruz ki büyük dönüşümleri gerçekleştirmek için gereken toplumsal seferberliği demokrasinin ve temel hak ve özgürlüklerin gelişkin olduğu toplumlar harekete geçirebilir.

KASLOWSKİ: YENİ YOL HARİTALARI ÇİZİLMELİ
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski ise şunları söyledi:

Kuzeyimizde sonuçları 10 yıllara yayılabilecek bir savaş sürüyor. Türkiye’nin önünde yapılması gereken önemli tercihler var. Yeni yol haritalarının çizilmesi gerekiyor. Ekonomideki sorunları bilen, kurumsal erime ve yönetim zaaflarının verdiği zararı sürekli vurgulayan ve bunların neden olduğu hasarı gidermenin geleceğimiz açısından önemini kavramış bir camiayız.

Ekonomik tabloyu biliyoruz. Konu ile ilgili analiz ve çözüm önerilerimizi geçtiğimiz aylarda kamuoyu ile paylaştık. Daha iyi bir yönetimin, büyüme ile kalkınma arasındaki farkı kavrayarak ekonomi politikası oluşturmanın önemini çok iyi anlıyoruz.

Ekonomisi güçlü olmayan ülkelerin dünyadaki etkisinin daha da azalacağı bir yöne doğru gidiyoruz. Aynı zamanda siyasi ve stratejik bakış açısıyla yapılan tercihlerin ekonomik hesapların önüne geçtiği bir yapılanma anındayız. Jeopolitik kaygıların, ideolojik karşıtlıkların ve daha dışa kapalı ekonomik bölgeleşme anlayışlarının ön plana çıkabileceği bir an bu.

Kaygımız Türkiye’nin bu dönüşüm anına ve dünya ekonomisinde gördüğümüz enflasyon artışına, tedarik zincirlerinin yeniden kurgulanmasına ve yeşil dönüşüm projelerinin taleplerine hazırlıksız yakalanması. Tüm dünyada büyük bir dönüşüm gerçekleşiyor. TÜSİAD bu konuyu hep gündemde tuttu. Türkiye bu treni yakalayabilir.

‘YOKSULLAŞTIRAN BÜYÜME’
Burada büyüme ile kalkınma arasındaki farkı çizerek ekonomik tablomuzu değerlendirmek istiyorum. Herkese ‘yoksullaştıran büyüme’ kavramını hatırlatmak isterim. Katma değeri düşük, teknolojik olmayan ürünlerle ya da ticarete tabi olmayan sektörlerde büyüyebilirsiniz ama kalkınma gerçekleşmez.

Her büyüme refah artışı ile sonuçlanmaz. Aksine hızlı büyüme adına attığınız bazı adımlar toplumun fertlerini yoksullaştırabilir. Yerine konulamayacak kaynakları tükettikçe bu yoksulluğun derinleşmesinin koşullarını hazırlarsınız.

Son dönemde Türkiye elindeki rezervi hızla tüketmekte. Bunların kısa sürede yeniden biriktirilmesi hiç de kolay olmayacak. Döviz rezervlerimizin yanı sıra, su, orman, zeytinlik ve insan kaynaklarımızı tüketiyoruz.

‘UCUZ EMEĞE DAYALI KALKINMA UYGULANAMAZ'
Tabii yüksek enflasyon beklentisi içinde, döviz kurundaki belirsizlik ve rezerv erimesi nedeniyle maliyet hesabı yapamayan, öngörüde bulunamayan bir özel sektör ancak acil durumla ilgilenebiliyor. Ama bunu aşmamız gerektiğine samimiyetle inanıyorum. Hemen her konuşmamda dile getirdiğim kurumsuzlaşma afetinin hızla giderilmemesi ve kurumlara güvenin hem yurt içinde hem uluslararası alanda yeniden tesis edilmemesi halinde işimizin misliyle zorlaşacağına kuşku yok.

Türkiye'nin gelişmişlik düzeyinde bir ekonomide, ucuz emeğe ve düşük standartlara dayalı ihracat yoluyla kalkınma modeli uygulanamaz. 21. Yüzyılın piyasa ve teknoloji gerçekleri ucuz emekten çok, yetişmiş ve iyi eğitimli işgücü ile verimlilik üzerine inşa edilmiş ekonomileri öne çıkarıyor.

Hemen hepimiz Türkiye'nin gıdada kendine yeten dünyadaki yedi ülkeden birisi olduğunu duyarak ve bundan gururuyla büyüdük. Bugünkü gerçeğimiz o nedenle bana çok hazin geliyor. 1990'da 54 milyonluk nüfusla buğday üretimimiz 21 milyon tondu. 2020'de nüfusumuz 84 milyona çıktığında üretim 17,7 milyon tona düştü.

‘KENTLİ ORTA VE YOKSUL SINIFLAR ZOR DURUMDA KALIYOR'
Kuzeyimizde yaşanan dram temel gıda ürünlerindeki ithal bağımlılığımızı tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Soya, ayçiçek yağı ve bitkisel yağlar, ekmeklik buğday ve yem bitkilerinde Rusya ve Ukrayna'dan yapılan ithalat ülkemiz için hayati önemde. Gerek Türk lirasındaki değer kaybı, gerek dünyadaki enflasyon ve tarım ürünlerinde savaşın da etkisiyle hızlanan fiyat yükselişi, ailelerin gıda bütçeleri üzerinde ağır baskı yaratıyor. Sonuçta özellikle kentli orta ve yoksul sınıflar çok zor durumda kalıyor.

Makroekonomik dengelerimizi bir an önce sağlıklı bir noktaya getirdikten sonra sanayide olduğu gibi tarımda da kapsamlı bir yeniden tasarım ve yapılanma çabası içine girmek zorundayız. Dövizimiz var diyerek ithalatla sıkıntılarımızı giderme imkanlarımızın giderek daraldığı bir konjonktüre de zaten çoktan girdik.

İyi ki Türkiye'nin reel kesimi bu derecede esnek ve dirayetli. Ekonomi politikalarında yapılan tüm hatalara rağmen üretmeye devam ediyor. Şirket ve banka bilançoları da faiz politikasına ve enflasyona rağmen çok iyi yönetiliyor. Sadece para ve maliye politikasında doğru adımları attığımızda dahi makroekonomik dengelerimizi düzeltme yönünde hayli mesafe kat etmiş oluruz.

Halen sürdürülmekte olan politikalarsa, reel kesim ve bankaları yoruyor. Krizlerde ayakta kalmak kadar, hangi bedelleri ödeyerek, hangi kaynaklarınızı harcayarak ayakta kaldığınız da çok önemlidir.

‘BEYİN GÖÇÜ HIZLANIYOR, YOKSULLAŞIYORUZ'
Öngörülemezlik, sürekli kural değişiklikleri geleceği hesaplamayı zorlaştırıyor. Daha da vahimi, tüm demokrasilerin belkemiğini oluşturan eğitimli kentli nüfus büyük bir baskı altında kaldığında beyin göçü de hızlanıyor ve yoksullaşıyoruz.

Bu bağlamda; ülkemizin gözbebeği olan köklü eğitim kurumlarımızın gelenekleri ve kapasiteleri ile korunması ve modern çağın gerekleri doğrultusunda gençlerimizi yetiştirmeye devam edebilmesini çok önemli görüyoruz.

Son krizin en belirgin sonuçlarından birisi, bugüne dek ekonomik gücüne koşut bir stratejik kimliğin sorumluluğunu yüklenmek istemeyen Avrupa Birliği'nin dünya sahnesine stratejik bir aktör olarak çıkmasıdır. Sağ popülist iktidarlar zayıflarken, güçlü tek lider rejimleri de Putin'in savaşı diye görülen bu son gelişmedeki tablo nedeniyle prestij ve etki kaybetmiştir.

Avrupa Birliği'nde yaşanan jeopolitik dönüşüm Türkiye açısından da önemli sonuçlar yaratacaktır. Ancak halen derin bir kriz içindeki AB-Türkiye ilişkilerinin yalnızca jeopolitik nedenlerle düzeleceğini beklemek yanlıştır. Yeni dönemin demokratik ve otoriter sistemler arasındaki rekabet ve hatta mücadelenin de derinleşeceği bir dönem olması ihtimali yüksektir.

AB VURGUSU
Bu durumda başta Avrupa Birliği olmak üzere, transatlantik ortaklarımız ile ilişkilerin gelişmesi için, Türkiye'deki hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, bireysel haklar, düşünce ve ifade özgürlükleri gibi konularda silkinmek, hızla restorasyona gitmek ve ülke demokrasisini tahkim etmek gerekecektir.

Bunlar yapılmadığı taktirde hem ekonomik hem stratejik olarak yeni konjonktürün bize sunduğu fırsatlardan yeterince yararlanamayabiliriz. Unutmamalıyız ki, ülkemiz Avrupa ekonomik havzası içindedir, ticaretinin önemli bir bölümü AB ile yapılmaktadır ve yabancı yatırımın hatırı sayılır bir kısmı da Avrupa ülkelerinden gelmektedir.

AB'nin ise Türkiye'ye yaklaşımında perakendeci yaklaşımdan vazgeçerek, ilişkilerin sağlam ve sağlıklı şekilde yeniden rayına oturması için çalışması ve yaratıcı olması gerekecektir.

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ'NE GERİ DÖNÜLMESİ
Demokratik toplumların kendi hatalarından dönme imkanına sahip olduklarını gözlemledik. Kendini yenileyemeyen, eleştiriye açık olmayan, inatlaşan sistemler sonunda kırılır. Demokratik toplumlar ise esner ve yeni şartlara uyum sağlamayı becerir. Cumhuriyet'in nihai ideali de budur.

Bana göre Cumhuriyet ilkelerinin en çarpıcı unsurlarından birisi kadın haklarına yaklaşımıdır. Türkiye'nin her yerinde kadınların verdikleri mücadeleyi, başarılarını, aşmak zorunda kaldıkları engelleri, üzerlerindeki baskıyı, çığırından çıkmış bir şiddet dalgası karşısındaki kararlı direnişlerini görüyoruz. Başta İstanbul Sözleşmesine geri dönülmesi olmak üzere kadınları güçlendirecek her adıma hep önem veren TÜSİAD'ın bu bayrağı hiç düşürmemesi gerektiğine inanıyorum.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Ekonomi Haberleri