Elektrikten söz ediyorum. Varlığının bizler için dert olmasının tek nedeni Türkiye’deki tüketicilere çok pahalıya mâl olması. İnsanlar evleri ısınmayınca kısa bir süre için bile olsa elektrik sobası yakıyor, kim uğraşacak ocakta su ısıtmakla elektrikli çaydanlıklar ne işe yarıyor. Mikrodalga fırınlar çıktı sahanda yemek ısıtmanın pabucu dama atıldı; aynı tabakta ısıt, aynı tabakta ye hem de ilave bulaşıktan kurtul. Hepsi iyi hoş da gelen can yakıcı elektrik faturaları ne olacak. Gülü seven dikenine katlanır derlerse de elektriğe duyduğum sevgiyi ancak kesildiğinde idrak ediyorum.
Elektriklerin kesik olmadığı zaman onlarsız hayatın ne kadar imkânsızlaştığını hiç düşünmeyiz. Tuvalete girmişsiniz, iki dakika sonra elektrik kesiliyor; çoğu banyo gibi siz banyonuzda ışık almıyor, üstüne hidrofor durmuş su akmıyor valla kabız olmak işten değil.
Birkaç günlük bulaşıklar makinenize doluşmuş, çalıştırıyorsunuz tam ortasında elektrik kesiliyor. 1996 yılında yazlığımızın da bulunduğu Gökova’da yörenin en büyük yangınlarından birini yaşadık. Doğal olarak elektrikler de kesildi. Bir yanda dolu bulaşık makinesinin kurtlanma kaygısı, öbür yanda ve çok daha önemlisi tüm evlerimizin, o güzelim doğa ile birlikte yanıp kül olması; Allahtan böyle bir şey olmadı. Neyse, bu konuyu belki başka yazımda irdelerim. Elektrik pat diye kesilince çamaşırlar makinenizde tutsak. Bekleyin ki gelsin.
Kek yapmışsınız, elektrikli fırınınızda pişmesini beklerken elektrikler gidiyor ve zavallı kek bir hamur topu olarak yaşama veda ediyor.
Bütün gün yorulmuşsunuz. Oturuyorsunuz televizyon karşısına elektrik gidiyor; ne mutlu size. Haber programları ile içiniz kararmayacak ama şöyle diziler arasında keyifle dolaşırım derseniz, size haram bu lüks.
Çocuğunuza ders çalış diyorsunuz, elektrikler kesik yanıtı geliyor. İstediğiniz kadar büyükanneleriniz, büyükbabalarınızmum ışığında ders çalışırlarmış deyin. Yanıt hazır, “İyi etmişler de belli ki sizleri iyi yetiştirememişler. Yoksa Türkiye bu durumda olmazdı.”
Üç, beş öğrenci yabancı bir kentte üniversitede okurken yurt bulamadıkları için birlikte şöyle en ucuzundan bir daireye yerleşirler. Kış kıyamet, hava soğuk; elektrik sobası yakmaya paraları yetmiyor. Isınmak için bacasız bir yakıt sobası işlerini görür sanıyorlar; konukları olan kız arkadaşları ile güzel vakit geçirmeye çalışıyorlar; sabaha hepsi ölü, gazdan zehirlenmişler. Televizyon bağrınıyor “Öğrenciler âlem yaparken zehirlenip öldü.” Neden bu çocuklara yurt verilmedi, âlem yaptıklarına dair en ufak bir delil var mı diye soran ne bir basın kuruluşu ne bir devlet adamı var. Ölen ölür kalan sağlar herhalde yakında ölecektir.
Gelelim tatlı bir örneğe; genç kız saçlarını yıkamış, pek heyecanlı belli ki erkek arkadaşı ile buluşacak. Berbere gidecek para nerede? Saç kurutma makinesini eline alıyor; tam şekillendirerek kurutacak, yine elektrikler kesiliyor. Saçları darmaduman, krizler geçiriyor. Bu o an kendisi için dünyanın en büyük sorunu, bırakın dünyayı Türkiye, hatta onlar dışında hiç kimse için sorun bile değil. Ama ben valla üzüldüm bu kızcağıza.
Kapalı yer fobisi var, asansörler kendisini her zaman huzursuz ediyor. İnsanın korktuğu başına gelirmiş. On birinci katta oturan bir arkadaşına gidecek, yürüyerek çıkmayı gözü yemiyor. Titreyerek asansöre biniyor, biraz çıktıktan sonra tam ara katta elektrikler kesiliyor. Bir anlık ölümcül bir zifirî karanlık zavallıyı sanki boğularak ölmeye davet ediyor ve hemen arkasından cılız bir ışık kabini aydınlatıyor. Ferah bir oh çekiş. Bir çift göz panodaki telefona ulaşıyor. Kapıyor telefonu büyük bir umutla, karşısı duvar. Böyle aletler genellikle moral vermek için oradadır ve pek de işe yaramaz. Asansör tutsağı avaz avaza kapıyı yumruklayarak yardım ister. Yardıma gelenler el manipülasyonu ile kabini kata çekerler, kapıyı açarlar, tam dışarı çıkacakken elektrik gelir ve kurban dışarı çıkmaya çalışırken arada kalıp ezilerek ölür. Bu da bizim denetimsiz ama nedense gurur kaynağımız olan gökdelenler. (İstanbul gökdelenleri ile Manhattan’a döndü diye sevinenlere yanıtım, sıkıysa Manhattan İstanbul’a azıcık da olsa benzeyebilse, ama böyle bir kent yaratmak asırlar isteyen bir kültür, estetik ve doğal güzellik gerektirir.)
On bir, on iki yaşlarında, güzeller güzeli, şirin mi şirin bir erkek çocuk. Türkiye’nin en gelişmiş bölgesi, Ege’de kent kökenli bir yazlık siteye bitişik bir köyde yaşıyor. Kışın okula gidip yazın bir otomobil tamircisinde çalışmak zorunda; pek çok arkadaşı denize girer, sonra çocuk parkında oynarken. Bir gün haberi geliyor! Çalışırken elektrik çarpmış, komada! Hastaneye yetiştiremiyorlar.
Dünya nimeti elektrik yine bir felâkete neden olmuş. Suçlu kim? Bu çocuğun fıtratı mı acaba? Yoksa kendi evlâtlarına lâyık oldukları yaşamı sağlayamayan ülke mi? Yeterli denetimi görmemiş olan tamir atölyesi belki hak ettiği cezayı aldı ama büyük olasılıkla hafifletici sebepler uyduruldu, tecilli üç beş yıl ve bir miktar para cezası.
Her nimetin bir külfeti vardır. Bir ülkenin kaderini elinde tutabilmek seviye, bilgi, vicdan ve daha pek çok olumlu vasıf gerektiren bir nimettir. Bu nimet uygar ellere düşmediği zaman topluma yüklediği külfet ağır oluyor. Elektrik bahane.