Bir yanıt yalnızca yazışmalarda sözcüklerin ifade edilen anlatımını bulur. Yüz yüze görüşmelerde ise ses tonumuz, yüz ifademiz, mimiklerimiz hatta vücut dilimiz yanıtımıza anlam katan önemli unsurlardır. Yazıya döküldüğünde çok sert bir yanıt güler yüzle ve şakacı bir üslupla söylendiğinde muhatabını gülümsetebilecektir. Ya da çok yumuşak sözcükler içeren bir cümle söyleyenin ses tonu ve mimikleri ile zehir zemberek ya da son derece alaylı bir kisveye bürünebilir.
Aklımda kalan ilginç yanıtlara değinmek istiyorum. Bir arkadaşım ile birlikte yağmurlu bir havada, yoğun trafik içinde bir yere gitmeğe çalışıyoruz. Arabayı arkadaşım kullanıyor. Arkamızdan gelen bir araç sağdan, soldan önümüze geçmeğe çalışıyor ama yol vermemiz olanaksız. Kırmızı ışıkta durduk, yanımızdaki araba aldırmayıp geçince aceleci sürücü yanımıza geldi, durdu ve arkadaşıma camı açmasını işaret etti. Kızcağız da yol soracak falan diye düşünerek camı açınca adam hışımla, “Kadın ben seni sabah, öğlen, akşam…” diye çok terbiyesiz bir şey söyledi. Arkadaşım gayet sakin, “Kuşluk ve ikindi?” diyerek camı kapayınca adamın yüz ifadesi gerçekten görülmeğe değerdi.
Ankara’da giriş çıkış yönlerinin her dakika değiştiği Melih Gökçek yıllarında her zaman çift yol olan bir sokak tek yön olarak değişmiş. Ben de dikkatimden kaçtığı için ters yöne girmişim. Karşımdan bir araba geldi, adam durdu ve hışımla arabadan bana, “Hanımefendi siz bir geri zekâlısınız” dedi. Camı açık başımı dışarı uzattım, “Ben geri zekâlı olabilirim, belki yalnızca dikkatiz ya da dalgınım. Tartışma götürür. Ancak ortada kesin bir gerçek var, o da sizin terbiyesiz olduğunuz” dedim. Arabayı geri, geri çıkarttım.
Bazen hiç kastetmediğimiz sözcükler dudaklarımızdan dökülüverir. Birkaç kişi yakınını kaybetmiş olan bir büyüğümüze başsağlığına gittik. Bu tür ziyaretler, cenaze sahibinin çok yakınları değilse kısa tutulur ve insanlar ne konuşacaklarını pek bilemezler. Beş, on dakika oturup kalktıktan sonra kapıda vedalaşırken herkes kendince, “Allah rahmet eylesin, başınız sağ olsun” gibi avutucu şeyler söylerken içimizden birinin ağzından “Allah kavuştursun” sözcükleri dökülüverince neye uğradığımızı şaşırdık. Bir arkadaşımız kendini tutamayıp gülmeğe başlayınca ev sahibemiz dâhil hepimiz kahkahalara boğulduk. Boşuna dememişler “ağlamak ile gülmek kardeş” diye.
Margarinler bir ara pek revaçtaydı. İlk olarak da Sana yağı çıkmıştı. Bir sabah annem ve babam kahvaltı sofrasında oturmuş sohbet ediyorlar ben de bu arada kahvaltıyı hazırlıyorum. Annem, “peynirlerin yanında tereyağı var onu da koy” dedi. Buzdolabını açtım tereyağını bulamadım. Anneme, “Anne tereyağı yok Sana koyabilir miyim?” diye sordum. İkisi de nedense bana kötü, kötü baktılar.
Çocuklar mecazî anlamları kavrayamazlar. Oğlum ilkokul üçüncü sınıfta, bütün uyarılarıma karşın ders çalışmadan okula gitti. Eve gelince sınav olduklarını söyledi. Ben de, “Nasıl olsa kırık alacaksın, vur o zaman başını yerlere” deyince hemen yere oturdu, iki ayağını açık, “ben şimdiden vurayım bari” deyip başladı başını yere vurmaya. Öfkem geçti, gülmekten ölecektim.
Caddede karşıdan karşıya geçiyorum, yol bana açık olduğu halde bir araba hem de gözümün içine bakarak geldi bana vurdu. Ben yere düştüm. Gözlüğüm bir yana çantam başka yana fırladı ama vuran adam arabada sakin, sakin kontağı kapatıyor, anahtarı çıkarıyor, el frenini çekiyor, ancak çıkacak; bir yandan da gözü bende. Hani bir şeyim yok da toparlanır kalkarsam o da yoluna devam edebilmek için vakit kazanıyor. Çok sinirlendim ve sanki ağır yaralanmış gibi hiç yerimden kalkmadım. Tam yanıma geldiğinde top gibi fırlayıp adama iki tokat atarak yoluma devam ettim. Yanıtım sessizdi ama çok etkileyiciydi.
Annem felsefe öğretmeniydi şimdi nasıldır bilmem, bizim zamanımızda felsefe, sosyoloji, mantık aynı ders grubunda toplanır her birinden ayrı, ayrı sınavlar verilirdi. Sonra öğretmen notlarımızın ortalamasını alır tek not olarak karnemize yansıtırdı. Eşimin bir arkadaşı annemin öğrencisi olmuş; Cengiz annemi, arkadaşı da beni henüz tanımıyor. Zaten biz de aynı yıllarda eşimle daha yalnızca sınıf arkadaşıyız. Annem çocuğu derse kaldırıyor, felsefeden bir kaç soru soruyor, hiç birine yanıt alamayınca sıfır verdiğini söylüyor; mantık ve sosyolojiden de ayrı, ayrı sorular soruyor, sonuç aynı olunca onlar için de birer sıfır veriyor. Öğrencisi isyan hâlinde “hocam bir derste üç sıfır verdiniz” diye yakınınca annemin gayet sakin, “Merak etme ortalamasını alacağım!” diye yanıtlıyor.
Yazlıkta uzun mesafe yüzdüm, iskeleye çıkarken denizde babası ile şakalaşan bir çocuk paletiyle bana fena halde vurdu. Zaten yorgunum, adama insanlara yakınken oğluyla daha dikkatli oynamasını söyleyip merdivenlere yöneldim. Adam arkamdan, “Çok konuşma şişko” diye seslendi. Beni gülme tuttu çünkü şişkoluk bir yana zekât keçisi ölçülerindeyim. Zekât keçilerini ucuz olsun diye çok sıska hayvanlardan seçerlermiş. Halk arasında böyle bir tabir vardır. Sudan çıkınca adam neden güldüğümü sanırım anlamıştır.
Hazırcevap olmak, çabuk düşünmeyi gerektirir. Ama politikacılara bakıyorum çoğu bırakın hazırcevap olmayı izleyen gün bile verdikleri yanıtlarda zekâ sergilemekten bazen çok uzaklar. Bir de herkesin gözünün üstünde olduğu insanların yanıt verirken ileriyi düşünmeleri, yalan söylememeleri gerekir. Yoksa bir gün verdiğiniz yanıt bir süre sonra suratınıza tokat gibi çarpar. Hoş inkâr etmeyi alışkanlık haline getirmiş birini televizyonlarda çok sık görüyorum; tek dileğim artık yine kandırılmasın insanlar.
Yalan, inkâr gibi bir de kandırılmak da alışkanlık haline gelirse yandı gülüm keten helva.