Mevsimi geldi, insanlar koronadan bunalıp kendilerini yazlıklarına atmaya çalışıyorlar.
Bizim yazlığımız Marmaris’te Gökova Körfezindedir, hani şu ünlü denizbilimci Kaptan Cousteau’nın “Gökova’yı görürseniz, cenneti görmüş olursunuz” dediği yer. İnsanların cennet anlayışları ne kadar da farklı olabiliyor. Oysa ki Gökova Körfezi uygarlığın hemen, hemen hiç uğramadığı bir bölgedir. Ağaç, ağaç, ağaç başka bir şey yok; o kadar ki ağaçlar sanki denizin hemen kenarından çıkar, sahili yok gibidir. Ağaç görmekten bunalırsınız. Neyse ki ara sıra büyük yangınlar çıkar da bazılarından kurtuluruz. Kurtuluruz kurtulmasına ama mübarekler ne yapar eder yine çıkarlar. Ne kalabalık yıldızlı büyük oteller vardır burada, ne turistik tesisler ne de şöyle biz hanımların süslü püslü mayolarımızı falan gösterebileceğimiz turistik plajlar. Konforlu plastik minderlere yayılıp havalı içkiler içecek bir tek Allah'ın kulu yer yoktur. Denizi de bir tuhaftır. Metrelerce derinliğe yukarıdan baktığınızda dipteki taşları sayabilirsiniz. Ne gerek varsa? Meraklısı taksın deniz gözlüğünü ne görecekse görsün.
İnsanlar teknelerine atlayıp babalarının çiftliğinde dolaşır gibi o koy senin bu koy benim dolaşırlar. Neyse ki İngiliz Limanına Cumhurbaşkanlığı yazlık konutu yapıldı da biraz zapturapta girdiler. İngiliz Limanına öyle kafalarına göre giremiyorlar. Ama önemli olan oraya Gökova’nın görebileceği en güzel bir biçimde uygarlığın gelmiş olması.
Önceleri bizim yazlığımızın bulunduğu köy sit alanıydı. Öyle aklına esen ev falan yaptıramazdı, sanki Allah’ın unuttuğu yer! Ama sonraları şükürler olsun herkesler ev yaptırmaya başladı, mantar gibi evler çoğaldı da biraz güzelleşti. Yeni evlerin bazıları pencereli silolara benzer. İnsanın baktıkça içi açılır.
Köyümüzü anayola bağlanan bir köy yolumuz vardı, iki şerit, asfalt. İki yanında öyle sık bir orman vardı ki, gölgesi yolu kaplar, gidip gelirken güneşi bile göremezdik. Derken o yola da uygarlık geldi ve genişletildi, hem de ne genişleme! Üç şerit gidiş, üç şerit geliş. Bu sayede ağaçların büyük bir bölümünden kurtulduk. Ben desem binlerce, siz deseniz on binlerce ağaç kesildi, oh! Bir ferahladık ki bildiğiniz gibi değil.
Marmaris eskiden pek sevimsizdi. İlçeye girerken iki taraflı portakal, mandalina, çeşitli turunçgiller ve muz ağaçları insanın gözüne batardı. Neyse ki tüm o ağaçlardan da kurtulduk. Şimdi onların hepsi kesildi yerlerine evler, apartmanlar yapıldı. Pek güzel oldu. Uygarlık bunu gerektirir.
Geçen yaz Bodrum’a gittik. İlk girişte sanki Katar Şeyhinin sarayı gibi gösterişli bir binayla karşılaşıyorsunuz. İnsan durup bakmak istiyor, öylesine görkemli, öylesine şık. Galiba bir otelmiş. İçerilere doğru ilerledikçe yine aynı gösterişte, tam da Akdeniz atmosferini reddeden bir yapılaşma siz büyülemeyi sürdürüyor. Tepeler dağ, taş konut. Firavun mezarlarını ziyaret etmiş gibi hissediyorsunuz, içiniz açılıyor. Bodrum olmuş bir büyük kent. Yoğun trafik sizi sarmalıyor. Dur kalk ilerlerken Ankara ya da İstanbul’da gibi hissediyorsunuz, sanki hasret gidermektesiniz.
Marmaris, Bodrum, daha birçok sayfiye yeri gün geçtikçe güzelleşiyor. Anlatmakla bitmez. Ağaçlar kesilip kocaman oteller falan yapılıyor. Ne var ki bunların hiç biri İstanbul kadar güzelleşmeyi başaramadı henüz. İstanbul’a gittiğinizde, gözünüze çarpan o cılız mı cılız, çıt dense kırılacak, kalem gibi minareleri gölgede bırak gökdelenler dikkatinizi çeker. Eski yalılardan da kurtuldu kent. Deniz dolduruldu ve onların önünden yol geçiyor; bu arada fakir görünümlü gösterişsiz yalılar da birer ikişer yıkıldı; onların yerine modern apartmanlar yapıldı. Ayrıca modası geçmiş köhne köşkler yıkılıp yerine kondurulan kule gibi apartmanlar, daha saymakla bitiremeyeceğim güzellikler İstanbul’un bütün çehresini değiştirdi. Özetle İstanbul güzelleştikçe güzelleşiyor.
Eskiden sanki iltifat ediyorlarmış gibi dünyanın, “Ormanlar Kenti” olarak tanıdığı İstanbul’da, Boğaz’ın yamaçlarına yapılan villalar, çeşitli binalar o ağaç kalabalığından kenti temizledi. Tepelerdeki verici istasyonların kente katkısını da unutmamak gerekir. Bir Yarımada eski haliyle kaldı ama hayırlısıyla orası da yakın zamanda güzelleşir umarım.
Ben Ankara’da oturuyorum. Ankara eskiden sinir bir kentti. Adeta bir kültür merkeziydi. Uygarlığı yanlış yorumlayan insanların pek beğendiği bir yerdi. Neyse ki orası da güzellikten nasibini almaya başladı. Kentin çeşitli girişlerine yapılmış olan devasa kapılar ilk girişte sizleri büyülüyor. Havaalanından kente gece vakti girecek olursanız, yol boyunca yapılmış kocaman apartmanların pembe, yeşil, kırmızı renklerde ışıklandırıldığını görüp hayran kalırsınız. Kendinizi Paris’in o meşhur bölgesinde sanmamanız için hiçbir neden yoktur. Ankara’nın pek çok yerinde bir Arap kentinde olduğunuzu düşünürsünüz, buralarda Arap tarzı mimari kentin güzelliğine güzellik katar. Sonra Ankara’da pek az park vardır. İnsanların parklarda ne işi olabilir ki zaten. Onun yerine birbiri ardına açılmış alışveriş merkezleri, tatil günleri ailelerin çoluk çocuk keyifle dolaştıkları mekânlardır. Pek alış veriş yapacak ya da yemek yiyecekleri paraları yoktur ama oraları gezmek hafta sonlarına renk katar. Büyük şehirde yaşadıklarını anlarlar. Hem yaz sıcağında, kış soğuğunda parklara ne gerek var ki…