Mehmet Akif Yılmaz
ABD KUZEY – GÜNEY SAVAŞI
1860’lı yıllarıydı. Akşamın kasveti Amerika’nın orta eyaletlerinden Tennessee’nin Knoxville kasabasında bir çiftliğin devasa konağına çöküyordu. Konağın kütüphanesinde, rafları çeşit çeşit kitaplarla dolu olan dolapların arasındaki kocaman ceviz masada üç kodaman adam oturuyordu.
Birisi yetmiş yaşlarındaydı. Bembeyaz saçları vardı. Yaşlılıktan sarkan göz kapakları neredeyse gözlerini kapatmaktaydı. Yanaklarına kadar uzamış olan favorilerinin arasında sıkışmış olan ağzı hayatı boyunca güzel bir söz söylemediği için kurumuş, hiç kapanmayan bir bıçak yarası gibi incecik kalmıştı. Kendisi bir fabrikatördü.
Diğeri daha genç, mesela elli yaşlarındaydı. Yakışıklı, kır saçlı, tek gözünde monokl olan küstah tavırlı bir toprak sahibiydi.
Üçüncüsü ise yağlı saçları ve kirli tırnaklarından hiç rahatsız olmayan ve kıpkırışık ceketiyle masaya adeta abanmış halde oturan koca göbekli bir avukattı. Kendisi kadar pis fikirler üretip duruyordu. Konuşurken de şişmanlığın sebep olduğu nefes darlığıyla fısır fısır sesler çıkarıyordu.
Aslında odada onlardan hariç birisi daha vardı. O da, adamların cansız bir mobilya parçası muamelesi yaptıkları zenci ve yaşlı bir uşaktı. Uşak, iyice karanlık bir tarafta hiç kıpırdamadan duruyor, konuşulanları dinlemiyor havasında elindeki gümüş tepsiyi tutuyordu.
Konuşulan konu biraz karmaşıktı; kuzeydeki eyaletlerde fabrikaların sayısı artınca çalıştırtılacak işçi sıkıntısı baş göstermişti. Sayısı nispeten az olan işçilere, patronlarına karşı pazarlık yapma olanağı veren bu durumdan rahatsız olan fabrikatörler gözlerini güneydeki toprak sahiplerinin kölelerine dikmişlerdi.
Köleliğin kalkmasıyla serbest kalan tarım kölelerinin kuzeye göç edeceğini ve karınlarını doyurmak için ücretli işçilere dönüşeceğini hesaplayan fabrikatörler, işçi sayısının artmasıyla işçilik kıymetinin de azalacağını düşünüyorlardı. İşte tartışmanın esası bu konu etrafında dönüyordu.
Avukat ise kölelere özgürlük diye yutturacakları yalanları hazırlıyordu. Kölelerin emekleri karşılığında “karınlarını doyuracak kadar yemek almaları” ile “karınlarını doyuracak kadar yemek alabilecekleri parayı kazanabilmeleri” arasında çok büyük bir özgürlük seviyesi farkı olduğuna inanmalarını sağlayacak süslü püslü laflar hazırlıyordu. Eğer onları güzellikle ikna edemezse ırkçı bir örgüt kurup bir iki zenciyi de öldürtünce, korkan kölelerin kuzeye kaçıp işçi olmaya gönüllü olacaklarının hesabını yapıyordu.
Yaşlı fabrikatör ise toprak sahibini “sanayi gelişince tarım alanlarını işlemek için teknolojik aletler yapılacağını, bu sayede kölelerin kahrıyla uğraşmak zorunda kalmayacaklarını, üstelik tarım sezonu dışında köleleri boşu boşuna beslemekten kurtulacaklarını” konusunda etkilemeye çalışıyordu.
Bu arada zenci köle, konuşulan konular tamamen kendisi ve kendisi gibi olanların hayatıyla ilgili olsa da kaderlerine etki edemeyeceği için her türlü olasılığa razı olmuş bir şekilde kendisine verilecek emirleri bekliyordu.
Onun kaygılandığı konu; geçen hafta, sahibi iş verdiği için yetişemediği kilisedeki ayine bu hafta katılıp katılamayacağıydı.
Esenlikler dilerim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.