ATATÜRK'ün 'DUMLUPINAR' KONUŞMASI?!

ATATÜRK'ün 'DUMLUPINAR' KONUŞMASI?!

Cüneyt Şaşmaz'ın yeni yazısı...

Öncelikle...
Naçizane özde Atatürkçü’yüm.
Ortalığı BOP götürüyor.

Bütün zararlı dernekler yeniden vücut buldu.

Yabancı istihbaratların ajanları gene tekkelerinden Türk Halkını kimliksizleştirip ruhlarını çalıyor.
Amaç korkutmak ise İstiklal Marşı "Korkma" diye başlıyor.
Beyan esas, itimat kontrol'e mani değil!
Aynı suda kaç defa yıkanılır!?
Balık “alık” olduğu sürece, vs vs.
“Borç alan emir de alır” ise ya da “Rüşvet alan emir de alır”dan mülhem, “Siyon Topaç” dönmeye devam ediyor.
3 Y'den (yasaklar, yolsuzluk, yoksulluk) mülhem 4 Y (büyük yalanlar) kapsamında çürüme "Emden çukuru"ndan hallice.
Bebekleri leyleklerin getirmediğini bilecek yaşlardaysak, kimlerin hangi süreci ördükleri sır değil!
Atatürk'ün hikayesine sahip çıkamayanlar mı emanet'ine sahip çıkacaklar!?
Türkiye'yi Atatürk'süzleştirme, Türk'süzleştirme ve/veya Laik Çağdaş Türkiye'nin teminatı TSK'yı tasfiye operasyonu devam ediyor.
Soru şu:
Niçin "DEMOKRASİ"ye "DİN" muamelesi çekiyorlar?!
Küresel Güç Odakları insanlığın ırz'ına geçerken, Demokrasi'nin "KUTSANMASI", kimlerin işini kolaylaştırıyor?!
Her hükümet yıkılmak için kurulur, yıkılma vakti geldiyse o iktidarı ayakta tutmaya hiçbir savcının iddianamesinin gücü yetmez.
Hükümetlerin değişmediği yönetim şeklinin adı demokrasi değil, otokrasi ve/veya İmamokrasi’dir!
Tiran’lıktır!
Yedi canlı Türklere ve Türkiye'ye bir şey olmaz, olmayacak!
Birlikte "iş tutan" yerli ve yabancı odakların ıskaladıkları en büyük gerçek bu.
"Bitaraf olan bertaraf olur" diyerek bizce malum zihniyetini ortaya koyanları düzeltmek gerek:
Ülkesine karşı "taraf" olanlar mutlaka bertaraf olur!
İtilaf Devletleri hala düşmanımız.
Kurtuluş Savaşında aldıkları yenilginin intikamına hazırlanıyor.
Yunan gene emperyalist devletlerin kıçına yapışmış, İzmir, İstanbul hayali kuruyor.
Yeni işbirlikçiler çok daha cesaretli.
Sizi böleceğim diyen ülkenin projesinde rol alıp eş başkanlık görevini kabul ediyor.
TBMM yeniden Meclis-i Mebusan oldu.
Bölücüler, gericiler, devşirmeler Türk Milleti’nin tepesinde tepiniyor.
Kurtuluş Savaşı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulması ile sonlandı.
Yokluk içinde, silahsız ve dağıtılmış güçsüz bir ordu ile kazanılan Kurtuluş Savaşı ve devlet…
Türkiye Cumhuriyeti, 7 düvele karşı savaş verilerek, üç kıtaya yayılmış Türk topraklarından kurtarılabilen kadarı üzerinde kurulmuş bir Türk ‘Cumhuriyet’idir.
Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk Türk Milletine sadece bağımsız bir ülke vermedi.
Ezilen, kimliği yok edilen, aşağılanan, yoksul ve fakir bırakılan, vergiler altında inleyen Türk Milletine hakkını geri verdi.
Geri vermekle kalmadı.
Kaybettiği özgüveni geri kazandırarak ayağa da kaldırdı.
Biz işte bu muhteşem insana ihanet ettik.
Emanetini koruyamadık.
Şehitlerimize ihanet ettik.
Geleceğimize, çocuklarımıza, vatanımıza ihanet ettik.
Vatanı emanet ettiği gençlere bıraktığı “Gençliğe Hitabe” aslında bir vasiyetnamedir.
Ülkemizin düştüğü durum “Gençliğe Hitabe”de birebir anlatılmıştır.
Çıkış yolu da anlatılmıştır.
Bu çok kıymetli vasiyete sahip çıkmadıkça 19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlamaya hakkımız yoktur!
İki yüzlülüğe ve arsızlığa devam ederek kendimizi inkar ettiğimizi ne zaman anlayacağız?!
Kurtarıcısına ihanet eden hiçbir kavim ayakta kalamadı.
Bizler de ihanet ettik.
ABD'deki, Avrupa'daki "Aydınlanma" bizim eserimiz değil ve fakat Türkiye'deki Aydınlanma Atatürk'ün eseri.
Mustafa Kemal bizim için dilimiz, dinimiz, bayrağımız, el sanatlarımız, ünlü yazarlarımız, kompozitörlerimiz, şarkıcılarımız, milli sporcularımız gibi bir "değer" değildir.
Kurucu İrade’dir.
Bu irade, laiklik ilkesiyle bütün İslam alemini aydınlatarak ümmet kültürü yerine yurttaş kavramını getirmiş, modern ulus-devlet düşüncesini Müslümanların kafasına nakşetmiştir (emperyalizm bu yüzden hala onunla uğraşıyor!).
Bu "Aydınlanma" dün olduğu gibi gelecekte de bütün İslam alemini dönüştürmeye devam edecektir.
Bu kadarı da "kafidir" saygı duymak, sahiplenmek için Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü.
Gazi, 1776, 1789'un içinden geçerek 1923'e geldi.
Gazi’yi ayakta tutan matematik, 1776, 1789 çizgisi!
1776, 1789'un ruhu'na uygun 1923 operasyonu, öncesinde 23 Nisan 1920.
“Atatürk”, Türk’lüğün tarihinde omuz’dan omuz’a taşınan bir kaftan.
Mustafa Kemal ise "Tanrı" değil, ölümlü bir fani!
Mustafa Kemal "Süperman" değildi, öyle olmuş olsaydı, Osmanlı'yı kurtarırdı.
Ölüyü diriltmek sadece Yaradan'a mahsus bir özellik ise Osmanlı'nın hikayesi ortada!
Mustafa Kemal'in dehası, o çökmüş, çürümüş yapıdan, laik, çağdaş, çağ'ın ruhu'na hitap eden bir devlet'i çıkartması.
Asla pes etmemesi, ufkun ötesini görmesi.
Çanakkale'de kullanılan harita Sarıkamış'ta işe yarasaydı, tarih farklı yazılırdı, değil mi?!
O çok zor şartlar altında, bir avuç inanmış adam, dünya'yı yenmedi, çağ'ın ruhuna hitap eden "Önder Mustafa Kemal"in iz'inden giderek, Türkiye'yi yok olmaktan kurtardı.
"Önder" Mustafa Kemal Atatürk, Dünya'yı yendiği için değil, çağ'ın ruhu'na hitap eden 'yüksek matematik'in içinden geçtiği için başardı; düşman'a diz çöktürdü, çaresiz bıraktı, laik, çağdaş cumhuriyet'i ihdas etti, ölmeden önce de genç'lere emanet etti.
Dünya'yı yenmiş olsaydık, Osmanlı tarih olmazdı.
Kaldı ki, Osmanlı'nın parçalanmaması için cephe'den cephe'ye koşmuş, savaşmış bir "Osmanlı (genç) Subayı" Mustafa Kemal realitesi orta yerde dururken, hiçbir şey "hayal politik" değil, her şey "real politik".
19 Mayıs'ta Samsun'a çıkan meçhul'e adım atmadı, neyi neden yaptığını biliyordu!
Aynen Çanakkale'de olduğu gibi.
Önce tepe'de ya da derin'de "anlaşma" sağlandı, sonra sahada temizlik operasyonu başladı!
19 Mayıs 1919, basit bir tarih değildir.
Sadece "Türk Milleti" için değil, "İnsanlık" için atılmış büyük bir adımdır.
O adım'ın ardından, 23 Nisan 1920 tarih'i geldi.
"Laik" Dünya'nın çivi'si 29 Ekim 1923'te Anadolu'da çakıldı.
"Devrim" yapan "kurucu liderler"; insanlığa kazandırdıkları değerlerle, "Devrim Kanunları"yla, getirdikleri "ilkeler"le anılırlar.
Önderlik ettikleri toplumun içinde neyi değiştirmişler, insanları hangi yöne sevk etmişler, isimlerini hangi "mücevher taş"a yazdırmışlar, ona bakılır.
Başkomutanlık Meydan Savaşı’nın 101'inci yıldönümü nedeniyle siz değerli okuyucularımla Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün Dumlupınar'da yaptığı tarihi konuşmasını paylaşmak istiyorum:
“Efendiler!
Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa verdiği kıymetli açıklamalarla burada hazır olanlara Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı’nın ve kesin sonuç veren 30 Ağustos Savaşı’nın oluş şekli hakkında bir fikri özetlemişlerdir.
Beş gün aralıksız geceli gündüzlü süren en büyük Meydan Savaşı'nın gerçek içeriği bugün verilen açıklamalardan fazla, yarın tarihin hakemleri tarafından, araştırmacıların inceleme araştırma ve kararları okunduğu zaman daha açık, daha belirgin bir şekilde anlaşılacaktır.
Beni milletim, Türk milleti, güvenine lâyık görerek bu hareketlerin başında bulundurdu.
Bu görev ve işimin mutlu anısını duygulanarak sevinçle ve gururla saklıyorum.
Görevlerini milletin vicdanından gelen gerçek ihtiyacına, yalnız onun yüksek fikrine uygun olarak yapmış olanlara özel bir vicdan rahatlığı ile bugün önünüzde bulunurken duyduğum mutluluğu ifade edemem.
Efendiler, tıpkı bugün gibi otuz sekiz yılı Ağustosu’nun otuzuncu günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim.
Bu üzerinde bulunduğumuz sırtlarda kahraman on birinci tümenimiz şu karşıki tepelerde savaşa zorunlu kılınan düşmanın ana kuvvetine taarruz için yayılarak ilerlemekte bulunuyordu.
Şu gördüğümüz Çal Köyü alevler ve dumanlar içinde yanıyordu.
Beni buraya kadar getiren itici gücün ne olduğunu anlatmak için hatırladığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim:
29/30 Ağustos gecesi sabaha karşı Batı Cephesi hareketleri şubesi Müdürü Tevfik Bey, alışıldığı gibi o saate kadar çeşitli karar merkezlerinden ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinden belirlediği ve gösterdiği genel durumu cephe komutanı İsmet Paşa’ya göstermiş ve o da hemen Paşa’ya göster emriyle Tevfik Bey’i yanıma göndermişti.
Karahisar’da Belediye dairesinde bana ayrılan odada yatmaktaydım.
Beni uyandıran Tevfik Bey’in gösterdiği haritaya baktım, hemen yataktan fırladım.
Arkadaşlar, haritada gördüğüm şey şuydu ki, ordularımız düşmanın önemli kuvvetini kuzeyden, güneyden, batıdan kuşatmaya uygun bir durum almış bulunuyorlardı.
Şu halde düşündüğümüz ve en büyük sonuçları sağlayacağını beklediğimiz durumlar ortaya çıkıyordu.
Hemen Fevzi ve İsmet Paşaları çağırınız, dedim; üçümüz toplandık.
Durumu bir daha düşündük ve kesinlikle karar verdik ki, Türk’ün gerçek kurtuluş güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün parlaklığıyla doğacaktır.
Bu karara göre ordulara yeni emir yazıldı (saat 6.30 öncesi).
Fakat durum o kadar önemli, o kadar hız ve şiddet istiyordu ki, bu yazılı emirlerle yetinmek önlemi uygun olmazdı.
Onun için Fevzi Paşa’dan, Altıntaş ve güneyinden hareket eden ikinci ordumuzun ve bunun daha batısında bulunan atlı kolordumuzun yanına giderek düşüncemize göre hareketleri düzenlemesini kendilerinden rica ettim.
Dördüncü kolordusu ile amaçladığımız düşmanın büyük kısmını güneyden izleyen birinci ordu merkezine de kendim gidecektim.
İsmet Paşa’nın merkezde kalıp genel durumu yönetmesini uygun gördüm.
Fevzi Paşanın kuzeye hareket ederken ben de otomobil ile tren yolunu izleyerek batıya hareket ettim.
Akçaşar’da birinci ordu merkezine saat 9’dan önce varmıştım.
Ordu komutanına bir taraftan cephenin yazılı emri emanet edilirken, ben de kendisine sözlü olarak durumu anlattım ve dördüncü kolordunun bütün tümenleriyle birlikte şiddetle, işte bu köyün, Çal Köyü’nün batısındaki düşmanın büyük kısmını kuşatacak şekilde savaşa zorlamasını emrettim.
Ve ekledim ki, düşman ordusu mutlaka yok edilecektir.
Ordu komutanı benim yanımda telefonla Kolordu Komutanı Kemâlettin Sami Paşa’yı buldu.
Benim oraya geldiğimi ve emrimin ne olduğunu bildirdi.
Bir süre bu merkezde kaldım.
Sürekli olarak gelen çeşitli rütbedeki esir subaylarla görüştüm.
Bunlardan biri kurmay subay idi.
Zavallı, verdiği bilgiler ışığında istemeyerek başkomutan görevini alan General Trikopis'in ve İkinci Kolordu Komutanı General Digenis’in de bizim çevirmek istediğimiz çemberin içinde bulunduğunu söylemiş oldu.
Hemen yanımda bulunan ordu komutanına: Kemâlettin Paşayı bulunuz, kendisine Trikopis’le beraber bütün düşman generallerini mutlaka esir etmesini söyleyiniz dedim.
Bu emir hemen telefonla bildirildi.
Zavallı esir subay benim bu emrimi işitir işitmez sunduğum çayı içemeyerek büyük bir baygınlık geçirdi.
Daha fazla bu ordu merkezinde kalamazdım.
Savaş durumunu gözümle görmek benim için karşı konulmaz bir ihtiyaç oldu.
Ordu komutanını da yanıma alarak Dördüncü Kolordu Komutanı'nın bulunduğu şu yöndeki bir tepeye geldik (Arpalık civarında).
Çal Köyü batısında ve kuzeyinde patlayan topların gürültülerini işitiyordum.
Oradan durumu dürbün ile gözlemeye uğraşmak bana sıkıntılı geldi.
Daha ileriye, ateş yerine gitmek için kesin bir zorunluluk ve ihtiyaç duyuyordum ve bu noktayı, şimdi üzerinde bulunduğumuz bu tepeyi gösterdim.
Oraya gitmek gereklidir ve buyurun gidelim dedim.
Otomobillere atladık bu tepeye gelen yola girdik.
Ara sıra yolumuzun soluna düşman mermileri düşüyordu.
Dördüncü Kolordu’nun tümenleri doğudan batıya yolumuzu katederek hızlı adımlarla ilerliyorlardı.
Biraz önce dediğim gibi saat ikide şuraya çıkmış bulunuyorduk.
Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen kuşatmak ve düşmanın inatla savunduğu savaş alanlarına, süngü saldırılarıyla girerek kesin bir sonuç almak gerekliydi.
Bunun için bütün ordunun büyük özveriyle ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hatta gizliliğe bakmaksızın, ateş alanlarına girip düşman alanlarını sarsmasını istiyordum.
Yanımdaki komutanlar bu görüşümü anlar anlamaz hemen ve en sinirli bir şekilde harekete geçtiler.
Yazık ki şimdi ismini hatırlayamadığım, yanımda bulunan bir atlı subayına birkaç kelime not ettirerek düşman alanlarını kuzeyden saran ikinci orduya gönderdim.
Ve sözlü olarak burada benden işittiklerini onlara da söylemesini emrettim.
Bu subay görevini yapmış ve birkaç saat sonra tekrar yanıma gelerek bilgi de vermişti.
On birinci tümenin kahraman komutanı Derviş Bey, kendi ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman alanına ilerliyordu.
Kolordu Komutanı Kemâlettin Paşa, güneyden ve batıdan düşmana saldırdığı diğer tümenlerine yeniden şiddetli ve hızlı hareketler için emirlerini ulaştırıyordu.
İkinci Ordunun on altıncı ve altmış beşinci tümenleri düşmanla gerçek savaşa girişiyorlar, diğer tümenleri de kuşatma çemberini daraltıyorlardı.
Bunları görüyordum.
Atlı kolumuzun daha batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu bana haber getiren atlı subay söylemişti.
Arkadaşlar!
Saat ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi:
Düşman başkomutanının şu karşıki tepede son gücüyle çırpındığını görüyor gibiydim.
Bütün düşman alanlarında büyük bir heyecan ve telaş vardı.
Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü kabiliyet kalmamıştı.
Bu ovadan, kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen vurucu hatlarımızın, batışa yaklaşan güneşin son ışıklarıyla parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu.
Düşman alanlarını saran bir çember üzerinde yer almış olan bataryalarımızın aralıksız ve amansız ateşleri düşman alanlarını, içinde durulmaz bir cehennem haline getiriyordu.
Güneş batıya yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda duyuluyordu.
Bir zaman sonra dünyada büyük bir yıkım olacaktı.
Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım gerekliydi.
Karanlıklar içinde bu yıkım gerçekleşmeli idi.
Gerçekten gökyüzünün karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara saldırdılar.
Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı.
Tam olarak yok olmuş perişan bir arta kalan kitle bulunuyordu.
Kendilerinin dediği gibi çok korkan ve titreyen, şekilsiz bir kitle, tuhaf bir karmaşa halinde kaçmak için açıklık arıyordu.
Artık gecenin koyulaşan ağırlığı, sonucu gözle görmek için güneşin tekrar doğudan doğmasını beklemeyi zorunlu kılıyordu.
Efendiler, ertesi gün tekrar bu savaş alanını dolaştığım zaman, ordumuzun kazandığı zaferin yüceliği ve buna karşılık düşman ordusunun düşürüldüğü felâketin büyüklüğü beni çok duygulandırdı.
Karşı sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, bütün kapalı kalmış yerler bırakılmış toplarla, otomobillerle ve bitmez tükenmez donatım ve malzeme ile ve bütün bu bırakılan şeylerin aralarında yığınlar oluşturan ölülerle ve toplanıp merkezlerimize gönderilmekte olan sürü sürü esir gruplarıyla, gerçekten bir kıyamet yerini andırıyordu.
Bu dar ateş ve saldırı çemberinden bugün için kurtulabilenler birkaç bin kişilik arta kalanlardan oluşmaktaydı.
Fakat onlarda daha büyük Türk çemberi içinden çıkmaya başarılı olamayarak başlarında başkomutanları bulunduğu halde beyaz bayrak çekmeğe zorunlu olmuşlardır.
Efendiler, Ağustos'un otuz birinci günü yaklaşık öğle vaktiydi ki, yine bu Çal Köyünde, yıkık bir evin avlusu içinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk.
Kırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek bundan sonraki durumu düşündük.
Kazandığımız meydan savaşının bütün seferi sona erdirebilecek bir kararlılık ve önemde olduğunda birleştik.
Şimdi Bursa yönünde çekilen düşman kuvvetlerini yok etmekle birlikte, bütün orduyla dinlenmeden İzmir’e yürüyecektik.
Efendiler, bugünden sonra İzmir'de Akdeniz'i, Mudanya’da Marmara'yı görmek için 8-9 günlük bir zaman yeterli gelmiştir.
Fakat hatırlatmalıyım ki bugüne, bu üzerinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çal Köyü’ne gelebilmek için yalnız Sakarya’dan başlayarak harcadığımız zaman tam bir yıldır.
Fakat bu belirlediğimiz zaferi hazırlayabilmek için bir yılı çok bulmazsınız sanırım.
Çünkü efendiler, savaş ve özellikle meydan savaşı yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; Milletlerin çarpışmasıdır.
Meydan savaşı milletlerin tüm varlıklarıyla, ilim ve fen sahasındaki dereceleriyle, ahlâklarıyla, kültürleriyle, kısaca bütün maddî ve manevî güç ve iyi huylarıyla ve her türlü araçlarla çarpıştığı bir sınav sahasıdır.
Bu sahada, çarpışan milletlerin gerçek kuvvet ve kıymetleri ölçülür.
Sonuç yalnız beden gücünün değil, bütün kuvvetlerin, özellikle ahlâkî ve kültürel kuvvetin yükselmesini gerçekleşme derecesine vardırır.
Bu nedenle meydan savaşında yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddî ve manevî varlığı ile yenilmiş sayılır.
Böyle bir sonun ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edersiniz.
Yok olup gitmek, yalnız savaş sahasında bulunan orduya ait kalmaz.
Asıl ordunun ait olduğu millet, korkunç sonlara uğrar.
Tarih, başlarındaki hükümdarların, hırslı politikacıların birtakım hayalî isteklerle, aracı yerine düşen işgalci orduların, işgalci milletlerin uğradığı bu şekil korkunç sonlarla doludur.
Efendiler, Türk vatanını almak düşüncesini, Türk’ü esir etmek hayalini genel, ortak bir düşünce haline koymağa çalışanların da hak ettikleri sondan kurtulamamış olduklarını gözlerimizle gördük.
Efendiler, kendilerine bir milletin geleceği emanet edilen adamlar, milletin kuvvet ve gücünü yalnız ve ancak yine milletin gerçek ve kabul edilir yararlar elde etmesi yolunda kullanmakla sorumlu olduklarını bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar.
Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi ele geçirip işgal etmek, o memleketlerin sahiplerine hükmetmek için yeterli değildir.
Bir milletin ruhu baskı altına alınmadıkça, bir milletin kararlılığı ve iradesi kırılmadıkça, o millete hükmetmenin imkânı yoktur.
Halbuki yüzyılların çocuğu olan bu millî ruh, kalıcı ve sürekli bir millî iradeye hiçbir kuvvet karşı koyamaz.
Hükmedilmek istenmeyen bir milleti, esaret altında tutmayı başaracak kadar kuvvetli zorbalar artık bu dünya yüzünde kalmamıştır.
Türk milleti son çarpışmalarıyla, özellikle burada kazandığı zaferle, kazandığı kararlılık ve irade ile herkesçe bilinen bu gerçekleri bir defa daha tarihin sinesine çelik kalemle kazımış bulunuyor.
Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Savaşı, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasını oluşturur.
Millî tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur.
Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir yön vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.
Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırılmış oldu.
Sonsuz hayatı burada taçlandırıldı.
Bu sahada akan Türk kanları, bu gökyüzünde uçan şehit ruhları devlet ve cumhuriyetimizin sonsuz koruyucularıdır.
Burada gerçeklerini söylediğimiz 'Şehit Asker' âbidesi işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, özverili ve kahraman Türk milletini temsil edecektir.
Bu âbide Türk vatanına göz dikeceklere Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırısını, gücü ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.
Efendiler, bu büyük zaferin çeşitli unsurları üstünde en önemlisi ve büyüğü, Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır.
Bu olayın tarihimizde ve bütün dünyada ne büyük, ne verimli bir inkılâp olduğunu anlatmaya gerek görmem.
Milletimizin uzun yüzyıllardan beri hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların yönetim ve baskısı altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını sağlama yolunda ne kadar büyük felâketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin egemenliğini eline almış olması olayının, bütün büyüklüğü ve önemi gözleriniz önünde canlanır.
Gerçi büyük zaferin ertesi gününe kadar İstanbul’da halife ve sultan adı altında bir şahıs ve onun işgâl ettiği hilâfet ve saltanat ünvanı ile bir makam vardı.
Fakat bu zaferden sonra millet o makamları ve o makam sahiplerini hak ettikleri sona ulaştırdı.
Efendiler, millî egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur.
Milletlerin esareti üzerine kurulmuş olan kurumlar, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.
Avrupa’nın ortasından, ta doğunun diğer ucundaki binlerce senelik memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun hak ettiği sonu daha güzel anlayabiliriz.
Arkadaşlar, saraylarının içinde Türkten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla birleşerek Anadolu'nun, Türklüğün karşısında yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından sürülmeleri, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir.
Türk milletinin atalarının kutlu emâneti olan bu topraklarda tam anlamıyla efendi olarak yaşaması; ancak o lüzumsuz ve manasız olmaktan başka, varlıkları tam zarar ve felâket olan makamların yok edilmesiyle mümkün olabilirdi.
Efendiler, onlar yüzünden Türk vatanının ve Türk milletinin geçirdiği acıları, üzüntüleri hissetmemiş bir ferdimiz yoktur.
Bu kadar üzüntüler ve kötülükler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mutlu ve hür yaşayabilmek için mutlaka egemenliğine sahip kalmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün çocuklarını toplu ve dikkatli bulundurmak gereklidir.
Efendiler, yüzyıllardan beri inleyen, fakat baskıcıların, aldatanların, bilgisizlerin oluşturdukları engellerle yürek parçalayan sesini milletin kulağına duyuramayan zavallı vatan bugün diyor ki; can kulağınızı, bağrında en derin üzüntüler duymuş annenizin samimî sözlerine sürekli açık bulundurunuz.
Efendiler, Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da hükmedici olma güç ve kabiliyetini göstermiş olan atalarımız, zamanında bu sesi duymaktan geri çevrilmemiş olsalardı; Türk topluluğunun, Türk idealinin, Türk çıkarlarının korunmuş ve çoğaltılmış olacağı anavatanı bugünkü parçalanmış şeklinde mi miras alırdık.
Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor.
İlim ve hüner, yüksek medeniyet, hür düşünce ve hür zihniyet istiyor.
Şeref, namus, istiklâl, gerçek varlık…
Vatan bu isteklerini tamamen ve hızla yerine getirmek için kurallı ve gerçek bir şekilde çalışmayı emreder.
Efendiler!
Yüzyıllardan beri Türkiye'yi yönetenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi.
Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir şekilde giderebiliriz:
O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek.
Ancak bu düşünceyle hareket ederek her türlü kurtuluş ve mutluluk hedeflerine ulaşabiliriz.
Efendiler!
Bizim milletimiz vatan için, özgürlüğü ve egemenliği için özverili bir halktır; bunu ispat etti.
Milletimiz yaptığı inkılâpların kararlı savunucusudur da.
Benliğinde bu iyi huylar yerleşmiş bir milleti yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.
Efendiler!
Milletimiz egemenliğini eline aldığı gün, bilmeyen kalmamıştır, en karanlık kötülüklerin, en derin uçurumu kenarında bulunuyordu.
Maddî kuvveti yıprattırılmış, savunma araçları elinden alınmış, mânevî dünyası, kutsal saydıkları saldırıya uğramış üzücü bir durumda bulunuyordu.
Bütün bunlara rağmen varlığını ve istiklâlini kurtarmağa karar verdi.
Bu kararında başarı sağlayabilmek için bütün milletin kendine bir hedef ve hareket seçmesi gerekiyordu.
Bütün milletin, o hedef üzerinde mutlaka başarı sağlamayı amaç kabul etmesi gerekiyordu.
Millet bütün varlığıyla bütün özverililiğiyle, bütün inancı ile o hedefe beraber yürümeli ve mutlaka başarılı olmalıydı.
Efendiler, o hedef burasıydı.
Amaç olan başarı, burada kazanılan zafer idi.
Efendiler!
Milletimiz bundan sonraki işinde de başarılı olabilmek için, millî hedefini bütün açıklık ve kesinlikle, bütün vatandaşların gözünde ve yüreğinde bütün parlaklığı ile belirlemiş bulunuyor.
İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz milletin ideali olarak adlandırınız.
Fakat bu ünvanı verirken dikkat ediniz ki, hayal olan bir anlama kendimizi kaptırmayalım.
Efendiler!
Milletimizin hedefi, milletimizin ideali; bütün dünyada tam anlamı ile çağdaş bir sosyal toplum olmaktır.
Bilirsiniz ki, dünyada her toplumun varlığı, kıymeti, özgürlük ve kurtuluş hakkı, sahip olduğu öze uygun yapacağı çağdaş eserlerle mümkün olur.
Uygar eser oluşturmak yeteneğinden yoksun olan milletler, hürriyet ve kurtuluşlarından ayrılmaya mahkûmdurlar.
İnsanlık tarihi baştan başa bu söylediklerimi doğrulamaktadır.
Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak, hayatın şartıdır.
Bu yol üzerinde bekleyenler veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak bilgisizliği ve dikkatsizliğinde bulunanlar, uygarlığın coşan seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.
Efendiler!
Çağdaşlık yolunda başarı yenilenmeye bağlıdır.
Sosyal hayatta, iktisadî hayatta ilim ve fen alanında başarılı olmak için tek olgunlaşma ve yükselme yolu budur.
Hayat ve dirliğe hükmeden emirlerin, zaman ile değişme, olgunlaşma ve yenilenmesi zorunludur.
Uygarlığın buluşları, fennin harikaları, dünyayı şekilden şekile geçirttiği bir dönemde, yüzyıllık eskimiş düşüncelerle, geçmişe tapınmakla varlığını korumak mümkün değildir.
Uygarlıktan söz ederken şunu da kesinlikle söylemeliyim ki, uygarlığın temeli, yükselmenin ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır.
Bu hayatta kötülük, mutlaka sosyal, iktisadî, siyasal güçsüzlüğü gerektirir.
Aileyi oluşturan kadın ve erkek unsurların doğal haklarına sahip olmaları, aile görevlerini idareye yeterli bulunmaları gereklerdendir.
Efendiler!
Milletimiz burada belirlediğimiz büyük zaferden daha önemli bir görev peşindedir.
O zaferin anlaşılması milletimizin iktisat alanındaki başarılarıyla mümkün olacaktır.
Bilirsiniz ki, ekonomik açıdan zayıf bir yapı fakirlikten kurtulamaz, kuvvetli bir uygarlığa, refah ve mutluluğa kavuşamaz, sosyal ve siyasal felâketlerden yakasını kurtaramaz.
Memleketin yönetimindeki başarı da, ekonomisinde edinilen bilgiler derecesiyle uygun olur.
Hiçbir medenî devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından önce iktisadını düşünmüş olmasın.
Memleket ve istiklâl savunması için varlığı gerekli olan bütün kuvvetler ve araçlar ekonominin genişleme ve açılmasıyla mükemmel olabilir.
Milletimizin özünde bulunan kuvvetli karakter, sarsılmaz irade, ateşli milliyetçilik, iktisadî başarıdan kaynaklanacak verimlerle de hak ettiği derecede desteklenmek zorundadır.
Yüzyılın içindeki mücadelede milletimizi başarılı kılacak bir ekonomik hayat sağlanmasını amaç edinen genel öğretim ve eğitim sistemlerimiz, her gün daha çok gelişecek ve elbette başarılı olacaktır.
Efendiler!
Artık bugün hayat ve insanlık gerekleri bütün gerçekliğiyle ortaya çıkmıştır.
Bunlara karşı olan söylentiler ahlâk ve inanca uymaz.
Gerçek ortaya çıkınca yalan ortadan kalkar.
Boş sözler, uydurmalar kafalardan çıkmalıdır.
Her türlü yükselme ve olgunlaşma yeteneği olan milletimizin, sosyal ve fikrî inkılâp adımlarını kısaltmak isteyen engeller derhal yok edilmelidir.
Efendiler!
Son sözlerimi özellikle memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum:
Gençler!
Cesaretimizi destekleyen ve devam ettiren sizsiniz.
Siz almakta olduğunuz eğitim ve anlayış ile, insanlık yüksek karakterinin, vatan sevgisinin, düşünce hürriyetinin en kıymetli örneği olacaksınız.
Ey yükselen nesil!
Gelecek sizindir.
Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.
Arkadaşlar, bu gazilik ve şehitlik diyarını terk ederken 'Şehit Asker'i hep beraber saygıyla selâmlayalım."
Hâkimiyet-i Milliye, 31.08.1924
Bugün'ün hikayesi geçmişte yazıldı?!
Mustafa Kemal, zor şartlar içinden geçerek çağ'ın ruhu'na uygun çözüm'ü üretti, hadiseye böyle bakmak elzem.
Bundan sonra Atatürk'ü, Asker'i besmele ile ağız'a almak elzem, çünkü o kirli ağızlara başka şey yakışır.
Gazi, dönem'in zor şartları içinde ne hokkabazlık'a kafa yordu, ne de olmayacak dua'ya amin dedi.
Çağ'ın ruhu'na hitap etti.
Laik, çağdaş, ulus devlet Türkiye Cumhuriyet'ini kurdu, yüceltti.
2023 Son'Bahar’ı bağlamında, küresel aksta ortak çıkar:
Yeniden Atatürk!
Yeniden Laik Türkiye!
Yeniden Çağdaş Türkiye!
Ezcümle:
Atatürk’ün "Gençliğe Hitabesi" bir "duvar süsü" değil, "Erken Uyarı Sistemi"dir!
Türk'üz, tarihte yaşayan Atatürk'lerin emanet'inin bekçisi'yiz!
Cüneyt Şaşmaz

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Önceki ve Sonraki Haberler