Çidem Ayözger Ergüvenç
Balayı
Bu süreç bence adının çağrıştırdığı gibi bal gibi geçmeyebilir; özellikle bizim kuşak ve bizden öncekiler için genel varsayımlara göre bu saptama doğru sayılabilir.
Birbirlerini tanıyıp severek kabul eden çiftlerin dışında, tanıştırmalarla, daha doğrusu bir noktada görücü usulüyle evlenen çiftler belirli bir nişanlılık, tanışma devresinden sonra evlenip; memnun mesut balayına çıkar. Aşk meşk derken gelin hanım özene bezene, damat bey kendince süslenerek mum ışığı altında baş başa ilk yemeklerini yiyecekler. Gel de konu bul! Her iki taraf da söyleyecek pek bir şey bulamayınca sohbet doğal olarak düğün ya da nikâh olayına gelir. İki taraf da kendince haklı bulduğu eleştirilere başlar; ortam gerginleşmek üzereyken hemen konu değişir. Öyle böyle gece tamamlanır.
İzleyen sabah damadımız gazetelere boğulurken gelin hanım süslenip kahvaltıya iner. Eşi çoktan inmiştir. “Açlıktan öldüm, neredeydin?” sorusuna gelin alınır. Surat asarak kahvaltıya geçer. Adam hâlâ gazeteleri ile meşguldür. Sanırsın dünyayı değiştirme seminerine hazırlanıyor. Hanımın böylesi bir derdi yoktur ve surat asmayı sürdürür. Sonra yine barışırlar. Bir küs, bir barışık belki de hayatlarının en sıkıcı seyahatlerinden birini yaparak evlerine dönerler.
Neyse ki bizim balayımız böyle geçmedi. Tanıştıktan sekiz yıl sonra27 Şubatta (lise arkadaşım) Cengiz’le evlendiğimizde koşullarımız gereği aynı yıl 23 Nisan (1971) tatilini içerecek biçimde ve küçük ablam Nurdan ve çok yakın bir grup arkadaşımızla birlikte balayına çıktık.
O zamanlar Ankara’da Mithat Paşa Caddesinde “Lâdes” isimli bir tavukçu vardı. Taşucu’nda aynı isimle bir otel açmış, oraya gittik; ful pansiyon yani sabah, öğlen ve akşam yemeklerimizi otel karşılamakla yükümlü.
Sabah otele vardık, yüzme havuzlu, küçük bir restoranı olan, o yıllara göre gayet konforlu bir butik otel.
Odalarımıza yerleştikten sonra havuz başına indik ama hava henüz ısınmadığı için girmeyip, yalnızca ayaklarımızı havuza soktuk. Sonra herkes sıkıldı ve kâğıt oyunlarına daldı. Bu arada bir baktık haşır huşur bir ses; havuzun suyu boşaltılıyor. Besbelli ayaklarımızı sokunca kirlenmiş varsaymışlar. Neyse, ben o günlerde briç bilmiyorum ama eşim, ablam Nurdan (Ayözger Sumer) ve iki arkadaşımız daha briç oynamaya başladılar. Ben de King oynamayı bilen arkadaşlarımla oyalanıyorum. Derken grupları dağıldı, bir de ne göreyim Cengiz, benim eşim olan bey, birisini bulmuş balayı birici oynuyor! Kesin kararımı verdim Ankara’ya döner dönmez Briç öğreneceğim. Dediğimi de yaptım. Bugün sayısız briç turnuvası ödüllerim var.
Öğlen yemeğimiz taskebabı adı altında bir lokma et ve pek çok lokma patates, bezelye ve havuç, ayrıca bir avuç pilav ve salata. “Akşam burada yenmez” diye düşünüp bir balıkçıya gittik, karidesler, lagos balıkları bin bir meze ile rakılar içip çok güzel bir yemek yedik. Tam hesabı ödeyip kalkacağız lokantanın sahibi yanımıza gelip “piliç oynamayı seviyormuşsunuz, burada da devam edebilirsiniz” demez mi? Bana kurtuluş yok; sekiz yılımız birlikte geçmiş her ikimiz de haklı olarak arkadaşlık ilişkisine sığınıyoruz. Cengiz de aynen bunu yapıyor.
İzleyen sabah sahile yayıldık, güneşleniyoruz. Bazı arkadaşlarımız ise yürüyüşe çıktı; derken canhıraş bir çığlık duyduk, sevgili arkadaşımız Seçkin (Kırağı) “Cengiz yetiş, Sibel (canım arkadaşım Alparda Korkut) bataklığa battı” diye sesleniyor. Cengiz her zamanki sakinliğiyle “vah Vah! Sibel alnına kadar batmış” deyiverdi. Der demez de son vazifelerini yapmak için fırlayıp koşmağa başladı. İleride gördüğü çalı çırpıyı uzaktan Sibel’in saçları sanmış meğer! Ona göre Sibel alnına kadar bataklıkta, olanlar olmuş.
Neyse, Seçkin ve Cengiz gidip Sibel’i kollarından çekmeğe başladılar. Sibel bir türlü çıkamıyor. Meğer yurt dışından almış olduğu tokyolardan biri (o zamanlar buralarda tokyo bulunmadığı için çok revaçtaydı) ayağından çıkmış. Sibel de tokyolu ayağının parmaklarını büküp tokyosuna ve dolayısı ile çamura kenetlenmiş, öbür ayağı ile de tokyosunun diğer tekini arıyor. Tabii bulamadı ve bizimkiler sununda onu çekip çıkarabildiler.
Akşam yine dışarıda yemek yedikten sonra otele döndük; kapılar kilitli, zili çalıyor, bağırış çığırış birilerinin gelmesini bekliyoruz. Otelin sahibi karşımıza dikildi ve “ otelin giriş saati on, siz bunu bildiğiniz halde üç gece üste geç geldiniz; sizleri içeri almıyorum! On beş dakika süreniz var, gidin bavullarınızı toparlayın ve otelimi terk edin.” demez mi? Adamın hafif kaçık olduğunu çeşitli vesilelerle sezmiştik ama bu olaydan sonra zırdeli olduğuna karar verip kendi sopalarımızı saklamaya karar verdik.
Elimizde bavullar saat gecenin bilmem kaçı yollara döküldük ve sonunda handan bozma bir otel bulduk. Otel müsveddesinin sahibi “Daha tam açılmadık ama hanımları bir odada ağırlayabilirim, beyleri de ahırda yatıracağım ama korkmayın orada da düzgün yataklar, başucunuzda su var; ancak belki biraz soğuk olabilir.” dedi.
Çaresiz kabul ettik. Sinirler gergin ama bu kadar kız bir arada yatınca gerginlik yerini deli gibi gülüşüp eğlenmeye bıraktı; sonra uyuduk. Sabaha kadar burnumda nasıl bir kavrulmuş soğan kokusu anlatamam! Yakınımızda bir lokanta var sandım. Sabah otel sahibine durumu söyleyince, “Merak etme ablacığım senin gibi temiz bir aşçı ağabeyim yatmıştı o yatakta!” dedi; önce adamı öldürmeği düşündüm sonra o gece Ankara’da evimizde yatacak olduğumu idrak edip elimi kana bulamadım ama hayatımda o güne kadar ve o günden sonra kendimi bu kadar pis hiç hissetmemiştim. Hani hırkamı başımın altına koysam kaldırımda uyuyabilirdim, o derece!
Zavallı Seçkin ve Cengiz, çünkü grupta başka erkek yoktu, sabaha kadar donmuşlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.