Bestami Bozkurt Yazılarıyla Ngazete'de
Tecrübeli eğitimci Bestami Bozkurt öğretmen kimliğinin yanında bundan böyle eğitim-sosyoloji-felsefe ve edebiyat yazılarını NGazete'de sizlerle paylaşacak.
BESTAMİ BOZKURT KİMDİR?
1983 Hatay/Kırıkhan doğumlu olan Bestami Bozkurt 17 yıllık eğitimci/öğretmen kimliğinin yanında ikinci üniversite olarak Halkla İlişkiler ve Tanıtım bölümünü bitirdi.
Çeşitli vesilelerle çok sayıda İnternet mecrasında ve portallarda 10 yıldır eğitimin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini analiz ederek sentezlerde bulundu.
2009 yılında Amerika'ya giderek çeşitli araştırmalarda çalıştı. 2012 yılında büyük bir eğitim projesini Milli Eğitim Bakanlığına sundu ve kabul gördü.
Bunların yanında felsefe, sosyoloji ve edebiyat alanlarında çalışmalar yapıp bunlar hakkında çok sayıda makale yazdı.
Türkiye'nin en doğusundan en batısına kadar çeşitli okullarda görev yaparken ciddi bir eğitim tecrübesine sahip oldu.
Yazar aynı şekilde köşesinde eğitim-sosyoloji-felsefe-edebiyat konularında analizler yapacak. Zaman zaman beyinleri zorlayacak cümlelerle okuyucuya düşünme egzersizleri yaptırmayı ihmal etmeyecek.
İŞTE İLK YAZI
DOĞRUNUN PİTORESKİ
William Glasser’in “gerçekliğin resmi” kuramında “insanın aslında dünyanın hiçbir boyutunda yaşamadığı” bunun bir algı olduğu iddiası yer alır.
İnsanlar gerçek hakkında bir algıya sahip olabilirler ama asla gerçeğin kendisini bilemezler.
Örneğin siz şu anda oturmuş sandalyenizde Bestami Bozkurt’a ait bu yazıları okuyorsunuz ancak bu sadece bir algıdır ve gerçek değildir.
İnanılır gibi değil.
İnsanın yaradılış gayesinin arka planında imtihan gerçeği yer almaktadır ve insanoğlu yalancı ve sahte bir dünyadan gerçek olan her şeyiyle apaçık hak olan ahiret yurduna (gidecektir demiyorum) götürülecektir.
Zamanla kısıtlanmış bu dünyanın aslında bu dünya ve içindekilerin tamamen kısıtlı bir olguda ve algıda oluşu ölüm sonrası hayatın zamansızlık ve kısıtsızlık içinde olacağına işaret etmektedir.
Sonsuz kelimesi bu dünyanın kısıtlı halleriyle bu dünyaya ait olmayacak şekilde tertiplenmiştir.
Çünkü bu kısıtlı dünyada sonsuzluk diye bir şey söz konusu değildir ancak sonsuz kelimesi bu dünyada kalacak olan bir terimdir.
Sonsuzluğu yaşarken, zamansızlığın içindeyken zaman ve sonsuz kavramı bu kısıtlı dünyayla birlikte yok olup gidecektir.
Felsefede “çıkarsama yanılgısı”-(inferenece fallacy) mantık hatasından söz edilir. Latince formülasyonu (post hoc ergo propter hoc) olan “bir olay öteki olaydan önce geldiği için onun nedenidir” ya da “iki olaydan biri salt ötekinden önce geldiği için sonra gelenin nedenidir”.
Nedenlerin ve sonuçların algılarla birleştiğinde bir nedensellik bağıntısı oluşturarak önyargıları doğurması kaçınılmazdır.
Her zaman her şeyi bize göre doğru görürüz ama aslında biraz gerçekliğine yaklaştığımızda çıkarsama yanılgısı yaşadığımızı görürüz.
Ancak bu önyargıların hiçbiri bu psikopatolojiden kurtulabilmemizi sağlayamaz ve yanılmışlıklarımızla yaşamaya devam ederiz.
Gerçeklik denilen seraba ne denli yaklaşırsak fotoğrafın görüntüsü daha da değişir, dönüşür; yanılmışlıklarımız nitelik değiştirir.
Burada şunu tartışalım mı?
Doğru denilen şey nedir?
Bize göre olan doğrular ile başkalarına göre olan doğrular neden çatışma yaşar?
Yanlışlanabilir olan doğrular yanlışlanacağı zamana dek dağarcığımızda doğru tanımlamasını alır ve bu ne derece sağlıklıdır?
Algılar, ilgiler, olgular, inançlar, yaşanmışlıklar, okumuşluklar, sosyolojiler, psikososyolojiler, yetenekler, beceriler, beyin ve zihinden gözümüze yansıyan atmosferle almış olduğumuz kararlar manzumesiyle “doğrunun neliği”ni oluşturuyoruz.
Ama “doğrunun neliği” o anki psikososyolojik refleksimize göre tekamül ediyorsa devamlı yanlışlanmaktan kurtulamayız.
Kalabalık bir miting meydanında bir profesör bile kalabalığın ortalama zeka seviyesinde hareket ediyorsa ve kalabalıktan sıyrılıp amfide ders anlatırken zeka seviyesi normal skalasına dönüyorsa demek ki bilginin değişip dönüşme gerileyip artma durumları da söz konusu…
Belleğimde kalmış.
Çocukken annem çok güzel tereyağı yapardı ancak tıbbın o dönem öncüleri tereyağının çok zararlı olduğunu söylerlerdi. Doyasıya yiyemedik.
Şimdi o kadar doğal tereyağı elimize geçmiyor ancak tıbbın şimdiki öncüleri tereyağının çok sağlıklı olduğunu söylüyor.
Ve biz yine zamana göre olan doğruya inanmaktan başka çaresi olmayan zavallılar olarak umarsızlık teknesine bindiriliyoruz.
İnsanın çabuk ikna olması, çabuk inanması, bir şeye inanmayı beklemesi aslında insanın düşünmeyi değil inanmayı tercih etmesi inancın daha kolay elde edilir olmasına bağlıdır.
Buradan şu çıkarımı da yapabiliriz:
İnsanoğlunun ihata ettiği ne varsa anlamaya çalışması “inanç ihtiyacını” doğurur. Bu ihtiyacı giderirken çok fazla düşünmek istememesi yakın çevremizden oldubittiye getirilip “hadi inanalımcılık” maalesef birçok doğrunun ortaya çıkışını engellediği gibi çok sayıda batıl inancın, hurafelerin, masalların ortaya çıkışını sağlamıştır.
En saçma düşüncelerin bile toplumun kimi kesimlerince doğru diye inanılması insanoğlunun dünyadaki en büyük imtihanlarından biri olmuştur.
Hazırı tüketmek(inanmak) varken üretmek(düşünmek) zordur.
Oysa şimdi ben sandalyemde oturmuş bunları yazıyorum siz de bunları okuyorsunuz ancak bunların tamamı birer algıdır, gerçek değildir. Şüphesiz bunları bana bir yazdıran size de okutan vardır.
Yazımızı Ziya Paşa’nın terkibi bendi ile bitirelim:
Ebna-yı beşerde kalacak mı bu muadat? (İnsanoğullarında bu karşılıklı düşmanlık kalacak mı?)
Bilmem ne zaman doğrulacak bu mezheb-i alem (Bilmem dünyanın yolu ne zaman doğruya yönelecek.)
Bin dersi maarif okunur her varakında (Her aşamasında hakikatin şekilleri kendini göstermektedir)
Ya Rab! Ne güzel mekteb olur mekteb-i alem (Dünya değişerek her gün yeni bir sayfa çevirir.)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.