DERDİNDEN KAÇANIN DERMANI OLUR MU?
Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU yazdı ; DERDİNDEN KAÇANIN DERMANI OLUR MU?
Söyleşilerimden biri idi sanırım farkındalığı yakalayabilmiş bir genç sormuştu;
“Hocam bir avuç sahabe nasıl oldu başardı da biz bugün yaklaşık iki milyar insan başaramıyoruz?”
Akabinde de başka bir genç merakla atılmıştı;
“Hocam neden biz insanlığın atası iken bugün her şeyi geriden takip eder hale geldik sizce” diye.
Her iki gence de “samimiyet” demiştim o vakit ve eklemiştim;
“Sahabe, davası ve inancında samimi idi ve gayreti bu samimiyetini güçlendiriyordu. Bu yüzden olsa gerek ki bir avuç dediğimiz sahabe içindeki inanç ve bu inancın beslediği bir samimiyetle Medine gibi kuru bir çöl şehrinden medeniyete ulaşabildi ve bizler bugün o medeniyetin miras yedileri olarak üzerinde tepindiğimiz manevi mirastan bihaber durumda elin oğlunu gıpta ile izliyoruz.
Ama elin oğlu diyerek bir taraftan “kafir” diyerek ötekileştirdiğimiz, öbür taraftan da ürettiklerini hayatımızın her alanında kullandığımız insanlar da kabul etmesek de davalarında samimi ve ilahi kodlama inanan inanmayan ayırmadan sünnetullah gereği “çalışana, gayret edene” veriyor.
Bakın bugünkü halimize;
Gözlerimizde yapışıp kalmış bir endişe, kalplerimizde tarifi imkânsız bir hüzün, dilimizde aldığımız nefesler boyu uzayıp giden kavli dualar ve aklımızda bitip tükenmek bilmeyen sorular var. Artık güzel bir haber aldığı için mutlu olan kimseler değiliz, zira kahreden bir olay yaşamadan günü tamamlamış olmak bizi mutlu etmeye yetiyor. Özellikle 2020 yılında yaşadıklarımızla başımıza gelebilecek hiçbir felakete şaşırmayacak kadar acıya ve kötülüğe bağışıklık kazandık neredeyse.
Yalnız kaldığımızda kendimize, arkadaş ve dost sohbetlerinde birbirimize, kaygılı ama yine de bir umut barındıran ve yalvaran gözlerle soruyoruz:
Bu gidiş nereye?
Bir gün bu kâbus biter mi?
Sizi bilmem ama ben bu soruya; 'biter' diye cevap veremiyorum maalesef.
Bitmez!
Peki neden bitmez?
Çünkü bugünkü tablo kolektif kibrimizin, kitlesel kayıtsızlığımızın, ölçüsüz tutumlarımızın, düşüncesiz kararlarımızın, salgın gibi yayılan narsizm ve bencilliğimizin, idrak yetimliğimiz ve tüketim hırsımızın bedeli olarak ortaya çıktı.
İnsanlık, eşyaya ve makineye teslim olduğu günden beri çıkmaz bir sokağın eşiğinde debelenip duruyor ve artık hemen her birimizin sonunu görebildiği bir uçuruma doğru sürükleniyor. Güle oynaya hem de.
Evet, yanlış okumadınız; “güle oynaya!”
Zira nefsini vicdanına imam kılarak tazim ettiğimiz yeni putlarımız olan hız, haz ve ayartıcı güçlerle hayattan, hakikatten ve hatta kendimizden kaçıyoruz artık. Hız, durup düşünmemizi imkânsızlaştırırken; haz, düşünme melekelerimizi iptal ediyor. Direk nefsimize ve beşerî yönümüze hitap eden ayartıcı güçler ise, hayata değmemizi zorlaştırıyor; gerçek hayatı değil medyalar, imajlar ve algılar üzerinden sanal olarak icat edilen sanal bir hayat yaşamamızı sağlıyor ve sanal bir dünyanın labirentine gömüyor her birimizi.
Bu yüzden olsa gerek ki meşru meşguliyetlerimizin yerine mecburiyetleri, mazeretleri, olmazsa olmazları; kendimizle baş başa kalıp yapmamız gereken tefekkürün yerine yığın yığın birikimleri, tekamülün yerine on adımda gelişim pratiklerini koyduk.
Bu yüzden olsa gerek ki kişisel gelişim drajeleri yok satıyor artık. Uzmanlar yediden yetmişe herkesin antidepresan müptelası olduğunu haykırsa da gözlerimiz kendimizden başkasını görmüyor, kulaklarımız ise sadece kendi sesimize odaklı.
Bu yüzden olsa gerek ki ahlakın yerine etiği, hikmetin yerine mantığı, idrakin yerine kuru aklı, zevklerin yerine trendleri, tahayyülün yerine kurguyu, tasavvurların yerine tasarımları, tabiatın yerine reprodüksiyonlarını koyduk.
Bu yüzden olsa gerek ki sayıları giderek azalıyor derdini dava edinmiş, fikrin yükünü çeken insanların.
Şikayetçi miyiz derseniz ona da cevabım hayır, zira her gün daha olgun bir kişilik, daha merhametli bir kalp ve daha müdrik bir zihin sahibi olabilmek için çabamız da; böyle bir gayretimizi doğrulayacak hiçbir delil de yok çoğumuzun elinde.
Çünkü hayatı hazlandıralım veya hızlandıralım derken yaşamın asıl mecralarından koptuk; kendimize ve birbirimize ayıracağımız vakitten de olduk.
Daha iyi hayat standartları, daha konforlu mekanlar, daha iyi yemekler, daha fazla imkân, daha fazla para, daha fazla medya, daha fazla şu, daha fazla bu.
Var mı odak noktamızda başka bir şey sizce?
Etrafınızdaki kırk yaş ve üstü insanlarla sohbet edin.
Her birinin renklerin azaldığına, tonların kaybolup gittiğine, insanın makinelerin kölesi olduğuna, duyguların klişeleştiğine, söz kalıplarının inceliklerin, güzellik ve derinliklerin üstünü örttüğüne dair bitmez tükenmez şikayetlerini duyacaksınız.
Haklılar mı derseniz, bence sonuna kadar evet!
Zira iç yangınlarımız, kalp titreşimlerimiz, eşref saatlerimiz, efkâr vakitlerimiz ve yaşamı yaşam kılan ne varsa hayatımızda zamanın şuur giderici eczalarıyla kökünden kurutuldu ve hayat dediğimiz tek perdelik sahne, iç bayıcı fotoğraflarımıza fon teşkil etmekten başka bir işimize yaramaz oldu artık.
Birbirimize bakınca hayatın kendisini değil; vitrinleri, markaları, trendleri, modelleri, imajları, emojileri görür haldeyiz. Birbirimizle kelimelerle değil; harflerle, rakamlarla, işaretlerle konuşuyoruz artık.
Hayatın ritmi değil ilgimizi çeken, cihazlarımızın internete bağlanma hızı.
Biri bize gerçekten bir şey anlatmaya çalıştığında anında sıkılıyoruz. Çünkü anlamamanın, derinliğine kavramamanın, künhüne varmaya çalışmamanın verdiği aptalca konfora meftun olduk.
Hayata, insana, duygulara ya da fikirlere değil; bize hiçbir şey kazandırmayan ama hiçbir maliyet de çıkarmayan tuşlara dokunmanın hazzı nefsimizi okşuyor. Bu durgunlukla, içi boş cümlelerle, ifadesiz yüzlerle, birbirine dokunmadan yaşamaya imkân veren hayatlarla yaşamayı seviyoruz.
Kim bilir, belki sevmesek de güvenli buluyoruz.
Evet, güvenli buluyoruz zira korkuyoruz!
Çünkü kötülük kanser gibi yayılıyor.
Çünkü kötülerin kötülük yapmakta gösterdikleri iştiyakı, iyiler iyilik yapmak için yeterince gösteremiyor.
Çünkü güzelliği yaşatmak için gösterdiğimiz gayret, arzu ve ısrar çirkinliği geriletecek kadar güçlü halde değil.
Çünkü koşulsuz sevgiyi, katıksız merhameti, amasız adalet ve hakkaniyeti temel önceliği, vazgeçilmezi, olmazsa olmazı sayanların sayısı gün geçtikçe azalıyor.
Çünkü insanlığının iyi kötü farkında olanlar, kaybettikleri her savaşı insanlıklarını yeterince tahkim edememiş oldukları için kaybediyor.
Çünkü bizler üzerinde tepindiğimiz manevi mirasa dört elle sarılamadık ve bunlara yeterince sağlam tutunamadığımız için de ayağımızı bastığımız zemin çatırdıyor.
Çünkü bulunduğumuz yeri insanlığımızla yeterince aydınlatamadık ve dünyayı bir uçtan bir uca karanlıklar ele geçiriyor.
İşte bu nedenlerle olsa gerek fikrimizin dahi olmadığı hemen her konuya sadece dokunuyor, zihin çatalımızın ucuyla eşeliyor, ucundan dişliyor ve nihayet mundar edip geçiyoruz.
Peki tüm bunları bilerek mi yapıyoruz?
Bence evet, çünkü kanımca “haddinin dışında” her şeyi biliyor artık yediden yetmişe günümüz insanı. Bilgiye ulaşmak iki tık uzağımızda ama bilgi dediğimiz şeyin eyleme davet olduğundan haberdar değiliz.
Bu davete icabet edip idrak etmeliyiz ki, insanların iyi, güzel ve doğru olana dair sürekli konuşmaları, iyi olamadıkları, güzeli bulamadıkları, doğruyu yapamadıklarının habercisidir ve iyinin, güzelin, doğrunun tarifi bilginin konusu, kendisi ise eylemin konusudur.
Dolayısıyla aslolan bilmek değil bildiğini yapabilmek, davranışıyla ortaya koyabilmektir.
Kim bilir, belki de biz toplum olarak işin sadece söylem ve bilmek kısmında kaldığımız, bu sayede de söylem ve eylemimiz birbirini yalanladığı için bir yere varamıyoruz.
Çok değil, bundan on beş yirmi yıl öncesine kadar yani iyi, güzel ve doğru olabildiğimiz zamanlarda iyilik, güzellik ve doğruluğa dair çok fazla söz söylemezdik çünkü insandık ve insanız diye bağırmaya ihtiyacımız yoktu.
Öyle ya kâr zarar gütmeden, canı pahasına hak ve hakikati savunan Hüseynî meşrep birisi olduğunuzu insanlar biliyorsa, haliniz sohbet değil midir zaten, söz bu durumda anlamsız kalmaz mı?
Ya da bir gencin çıkıp da ben aşığım diye bağırdığını kaç kere gördünüz?
Günümüzde her tarafta bağırıp sevdasını haykıran gençler var, sevdiklerinin isimlerini oraya buraya yazıyorlar deseniz de ben sevdiklerinin isimlerini yüreklerine yazabilen nasiplilerden söz ediyorum.
Zira eğer gerçekten âşıksanız aşkın dile dökülecek bir şey olmadığını da biliyorsunuz demektir. Yüzünüze bir anda yayılıveren tarifsiz ve sebepsiz hüzün, uzun uzun dalıp gitmeleriniz, içli içli ah çekişleriniz, benzinizi kendisine bürüyen sarının en güzel tonu sizi ele verir zaten, söze hacet yoktur ki.
Kabul edelim veya etmeyelim;
İyilik, güzellik ve doğruluğa dair çok fazla konuştuğumuz bu zamanda bütün bunları bu kadar çok konuşuyor ama eylemiyor oluşumuz, Kızılay Meydanı’nda bir maymunun “ben insanım” diye bağırmasına benziyor.
Yine kabul edelim veya etmeyelim;
Dilimiz ne olduğumuzu anlatmaya çalışırken halimiz ne olmadığımızın en büyük ispatçısı gibi.
Peki nedir bunun sebebi? Biz neden söylediğimizi eyleyemiyoruz?
Bence insan kötü, yanlış ve çirkini konuştukça farkında olmasa da yaşamaya başlıyor. Kötü, yanlış ve çirkin olanı kınamak ve ibret kastıyla bile konuşsak bile kötülüğü, yanlışı ve çirkini önce deşifre ediyor sonra tüm detaylarını bilinir hale getirmeye başlıyoruz ve nihayetinde tüm bunlar hayatımızın her karesinde normalleşiyor.
Mesela asla rüşvet almayacak bir kişi rüşvetten konuşulan ortamlara gidip geldikçe, medyada rüşvetin bin türlüsüne dair haberlere maruz kaldıkça, bu suretle işin usulünden cevaz(!) noktalarına kadar pek çok bilgiye sahip oldukça “Olmaz öyle şey” den önce “şöyle olursa aslında olabilir”e sonra da “bir kereden bir şey olmaz”a geliveriyor ve bir bakıyorsunuz kalemin ve kaderin sahibine meydan okurcasına “asla” diyen o zat bu iddiası ile sınanıyor!
Başımızdan aşağı yedi yirmi dört boca edilen enformasyon sağanağında ısrarla diri tutulan kötü, çirkin ve yanlış olandan söz edildikçe beşerî merakımız şehvetle aralanıyor, aralanan bu kapakla içerde ne kadar pislik varsa dışarı salınıyor, bunlardan konuşmak sıradan hale geldikçe de bizi içine alıyor ve sonunda iyilik, güzellik ve doğruluk sadece söylemlerimizde kalıyor.
Peki nedir bu işin çözümü?
Rahmet olsun, “derdinden kaçanın dermandan nasıl nasibi olsun?” derdi rahmetli dedem.
Yani kendimizin farkına varacağız ilkin. Kendimizi fark ettikçe dertlenecek, dertlendikçe dermanın peşine düşeceğiz.
Kim bilir, bir başkasına derman olma derdine düşünce fark edeceğiz belki de; dert zannettiklerimizin aslında dert olmadığını, dermanın en güzelini belki de bir başkasının derdine deva olduğumuz gün bulacağız.
Öyle ise istikametimiz ne ise, içimizdeki de o.
Ya hayra bakıyor yüzümüz ya şerre.
Ya doğruya doğru yürüyoruz ya yanlışa.
Ya doğruda istikrar sahibi olmanın yolunu aramamız gerekir bu durumda,
Ya da yanlıştan dönmenin bir çaresini.
Müebbet muhabbetle…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.