Muhammed Kaan İnal
Ekonomik Kriz Kapıdayken...
Her yerde ekonomik krizin kapıda hatta evimizin içinde olduğu konuşuluyor. Çözümler ve değişik modeller tartışılıyor. Bu tartışmalara ışık tutması bakımından aslında bu duruma gelme sebeplerinin de araştırılıp tespit edilmesi olmazsa olmazımızdır. Dilerseniz bu noktada bir ufuk turu yapalım ve Dünya'da hakim olan ekonomik sisteme bir göz atalım.
1980’den bu yana Neo-liberal bir dünyada yaşıyoruz. Peki, bu Neo-liberal dünyanın özelliği ne? Bunun için öncelikle Neo-liberalizmin ne olduğuna bir göz atalım.
Neo-liberalizm; uluslararası alanda sermayenin dolaşımının serbest olduğu, gümrük duvarlarının en alt düzeye indiği ve böylelikle ticaretin serbestleştiği, döviz kurunun serbest bırakıldığı, ulaşım engellerinin olabildiğince azaltıldığı bir sistemi savunurken, ulusal alanda devletin piyasadan çekildiği/küçüldüğü, kamu harcamalarını azalttığı, özel teşebbüsün sonuna kadar desteklendiği ve dış politika-iç politika ayrımının oldukça azaldığı bir sistemi savunmaktadır. Günümüz dünyası da bu ilkeler çerçevesinde şekillenmiştir ve Neo-liberal bir dünya ortaya çıkarmıştır.
Günlük yaşantımızı ne kadar derinden etkilediğini görmek için ise çevremize bir göz atmamız yeterli olacaktır. Bu göz atma sırasında; mesela, belediyelerin çöp toplama araçlarının köşelerinde ihalenin verildiği şirketin logosunu görebilirsiniz. Önceden devlet dairelerini koruyan güvenlik görevlilerinin devlet memuru olduğunu (yurtlar, üniversiteler vb.) ama şu an hemen hepsinin özel güvenlik şirketlerinin çalışanı olduğunu, devlet kadrolarına alınan sözleşmeli personellerin (öğretmen, memur, asker vs.) ve belediyelerin taşeron işçilerini görebilirsiniz.
Şimdi gelin bir de , Neo-liberalizmin devletin “içine” olan etkisini daha derinden inceleyelim.
İncelememize 1980’ler İngiltere’sine damga vuran ve Neo-liberalizmin uygulanmasında öncü isimlerden olan “Demir Leydi” Margaret Thatcher’ın siyasi hayatı boyunca yapmaya çalıştıklarına bakarak başlayalım.
Thatcher, siyasi yaşamı boyunca sendikaları yenmeye, özelleştirmeler yapmaya ve sosyal konutlarda devlet yardımı ile oturan kişilerin kaldıkları evleri almalarını sağlamaya çalıştı.
Bu Neo-liberal uygulamalar hemen her ülkede, ya bir ‘şok tedavisi’ ile ya da bir program dâhilinde Neo-liberalizme geçen devletler tarafından uygulanmaya başlandı. Bu uygulamalardaki temel amaç; kamu harcamalarını azaltmak, devletin boşalttığı ve boşaltacağı alanlarda iş adamlarına yeni yatırım alanları sunmak, sendikaların gücünü kırarak ve yavaş yavaş sendikal hakları da ortadan kaldırarak ‘emeğin/işçinin’ ya da iş gücünün maliyetini azaltmaktı ve bu politikalar büyük oranda başarılı da oldu.
Günümüzde bu politikalar öyle bir noktaya geldi ki devasa ‘bireysel emeklilik’ fonları, ‘bireysel sağlık’ sigortaları, özel okulların yaygınlaşması –ki yaygınlaşma bu şekilde devam ederse eğitimin paralı olması bile muhtemeldir-, birçok haktan yoksun taşeron işçiler ve sözleşmeli personeller, özel güvenlikler, sözleşmeli erler ve belediyelerle devletin işlerini yerine getiren şirketler hayatımızın birer parçası haline geldi.
Tüm bunların yanında devletlerin dış duvarları aşındı ve malların, hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün büyük oranda serbest dolaşımı sağlanırken, daha önce görülmemiş bir seyahat özgürlüğünün önü açıldı.
Bu daha önce eşi benzeri görülmemiş olan serbestleşme ise devletleri son derece derinden etkiledi. Fabrikalar, sanayileşmiş devletlerden; emeğin ucuz, sendikal hakların oldukça zayıf ve iş gücünün yoğun olduğu devletlere taşındı.
Bunun temel sebebi; azalan gümrük duvarları sonucu üretilen malların, ülkelere neredeyse gümrük vergisi ödenmeden, devletlerin iç pazarlarına girebilmesi ve üretim maliyetinin bu yolla büyük bir oranda düşmesiyle birlikte kârın artmasının önünün açılmasıydı.
Yüksek kaliteye sahip ve ileri teknoloji isteyen ürünlerin daha ucuza üretilebilmesiyle, koruma duvarlarından mahrum kalan (gümrük duvarlarından) gelişmekte olan ülkelerin markalarının büyük bir çoğunluğu sisteme ayak uyduramadığından, ya iflas etti ya da büyük markaların taşeronu haline geldi.
Gelişmekte olan ülkeler iç pazarlarını koruyamadılar ve yavaş yavaş birer tüketim toplumu haline gelerek sürekli cari açık vermeye başladılar. Bu noktadan sonra, ya bir borç sarmalının içine saplandılar ya da ödemeler dengesini sağlayabilmek için “uluslararası tefecilerin/para babalarının” paralarını ülkelerine çekmeye çalıştılar.
Diğer bir deyişle faizleri yüksek tutarak ülkeye sıcak para girmesini sağlamaya çalıştılar. Ülke ekonomisinin durumu sıcak paraya bağımlı olduğundan ve ülkeye para çekebilmek için, para giriş çıkışlarında herhangi bir vergi ya da ücret alınmadığından, ülkeye giren bu paralar yatırıma dönüştürülemedi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi, hali hazırda kırılgan bir ekonomisi olan bu ülkeler iyiden iyiye bu ‘tefecilerin’ eline geçemeye başladı ve bu ülkelerin ekonomileri spekülasyonlara açık bir hale geldi. Bu tefecilerin taleplerine ve isteklerine kulak asılmadığında ise, kredi derecelendirme kuruluşları tarafından, ‘ ülkenin kredi notunun kırılabileceği ve yatırım yapılamaz olarak gösterilebileceği ‘şeklinde ülkeler tehdit edilir hale gelindi. Tüm bu sürecin sonunda ise ülkeler borç sarmalına saplandı.
Borç sarmalına saplanan ülkelerde yaşayan insanlar, giderek fakirleşmeye başlarken, fabrikaların taşındığı ülkelerin insanlarıysa ‘modern köle’ haline geldiler. Modern köle dememin sebebiyse; çalışma şartlarının, yaşam standartlarının oldukça kötü bir halde olması ve bu şartların çok büyük “İnsan Hakları” ihlalleri içermesidir.
Örneğin Çin’de bir fabrikanın çalışanları, o fabrikada çalışabilmek için depozito vermek zorunda olabiliyorlar. Ve depozitoyu geri alabilmek için, en az iki yıl o fabrikada çalışmak zorundalar. Aynı zamanda çalıştığı fabrikanın yatakhanesinde kalan bu işçiler; yemeğini, temizlik ihtiyaçlarını ve giyeceklerini fabrikadan ‘satın almak’ zorunda kalıyor. Bu süre zarfında “verimliliği azalttığı” gerekçesiyle de evlenmeleri bile yasaklanabiliyor.
İnsan haklarının bayraktarlığını yapan ülkelerin fabrikaları ise, en çok yukarıda verilen örnekteki gibi ülkeleri tercih ediyorlar. Tüm bu resmin bize; Robespierre’in İnsan Hakları Bildirisi hakkında söylediği şu sözleri hatırlatıyor:
“Mülkiyetin uygulanmasında en büyük özgürlüğü sağlayacak maddeleri çoğalttıkça çoğalttınız. Ama, bu mülkiyetin meşru niteliğini belirleyecek tek bir sözcük bile söylemediniz. Öyle, ki, bildiriniz, insanlar için yapılmış görünmüyor; zenginler, soyguncular, borsa simsarları ve zorbalar için yapılmış görünüyor.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.