Çidem Ayözger Ergüvenç
ESKİ MESLEKLER
Önceki yazılarımda, çeşitli vesilelerle bazı eski mesleklerden söz etmiş olabilirim. Örneğin yoğurtçuları anlatmış olduğumu anımsıyorum. Okumamış olanlar ve bizden sonraki kuşaklar için yeniden bu meslek grubuna değineceğim; aslında bu yazım hem onları bilgilendirmek, hem de benim kuşağıma eski günleri anımsatmak amacını gütmektedir.
Uzun ve kalın bir sopanın iki ucuna birer noktadan simetrik olarak sıkıca tutturulmuş üçer ayrı zincir, üçgen oluşturulacak biçimde sallandırılır. Üçgenlerin alt uçlarına birer tepsi bağlanır; bir tanesi tartı gereçleri, diğeri yoğurt için. Yoğurtçu bu donatılmış sopayı ensesinden boynuna asar, dengeyi korumak için de elleriyle tutarak, “yoğurtçu” diye bağıra bağıra sokakları gezer. Yoğurt almak isteyen, genellikle kadınlar, kendisine seslenince durur; önce hanımın getirdiği, içine yoğurt konacak olan kabın darasını alır; sonra yoğurdu koyarak tartar. Hanımlar genellikle, üstüne toz, toprak esmiştir kaygısıyla kaymak kısmını almak istemez.
Dondurmacılar genellikle bisikletle, bazen de yürüyerek içinde dondurma sakladıkları, üstünde büyük birkaç yuvarlak delik bulunan sandıklarla sokak sokak dolaşır, “dondurmam kaymak” diye de avaz avaza bağırır. Sandıkların yanından yirmi beşer ve ellişer kuruşluk dondurma külâhları sarkar. Bunların, şimdiki külâhlardan farklı olarak, altları sivri değil düz olur.
Eskiden at arabalarında, küfelere konmuş cam damacanalarla içme suyu satılırdı. Sucular genellikle evlerin mutfağına kadar girer; çoğu zaman bir köşeye yerleştirip, üstteki delik kısmı süslü bir örtüyle kapatılmış, üstünde bir tabak ve içinde saplı maşrapa bulunan küplere, sattıkları suyu boşaltırdı. Damacanalar ağır olduğu için hanımlar bunları taşıyamadıklarından, hiç gönüllü olmadıkları halde satıcıları mutfaklarına sokardı.
Yaz günler sokaklarda kalıp halinde buz satan adamlar dolaşırdı. Yoğurtçular ve buzcular kış geldi mi boza satmaya başlardı.
Bıçak bileyicileri vardı. Gözümün önünde canlandırabildiğim kadarıyla, araba tekeri büyüklüğünde bir bileme taşını tekerlekli araba ile iterek götürür, bilenecek makas ya da bıçağı eline aldığında ayağı ile bir kayışı çevirerek taşı döndürür, elindeki alet bilenirken etrafa kıvılcımlar yayardı.
Ayakkabı boyacıları bazen kapı kapı dolaşıp, bazen de bir yerde yerleşmiş olarak pabuçları boyardı. Önlerine konmuş olan eski püskü, çamurlu pabuçları önce temizler, sonra yuvarlak kutular içinde satılan boyaları, üç parmaklarına geçirdikleri ve zamanla meşin gibi olmuş bez parçalarıyla boyar; boya kuruyunca bir kat da cila sürdükten sonra her iki ellerindeki fırçalarla, ayakkabıyı ustalıkla parlatırdı. Onları izlemeye bayılırdım; boya ve cila kokuları o kadar hoşuma giderdi ki, izin verseler içimden onları yalamak gelirdi. Tuhaf bir yemek zevkim vardı... Bazen de daha cıvık boyalar sürerlerdi ama onları elleriyle değil ucu yassı küçük sopalarla.
Çingene hanımlar eşeklerine yükledikleri kalaycılık malzemeleri ile dolaşır, bakır tencerelere kalay yapıp, onları gümüş gibi parlatırdı. Bazen tencere tava, bazen kocaman tepsiler, hatta bakır çaydanlık ve cezveler bile kalaylanırdı eskiden.
Çamaşırcılık diye bir iş kolu vardı. Çamaşır makinesi henüz Türkiye’ye gelmeden, yani iki bin iki yılından önce, köyden hanımlar evlere çamaşıra gelirdi. Kazanlarda sular kaynatılır, büyük leğenlerde ılıştırılan suyun içine çamaşır sodası ve rendelenmiş beyaz sabun konur, çamaşır yıkanırdı. En son, durulama suyuna ise sararan beyaz çamaşırlar için çivit eklenirdi. Çivit, çamaşırlara mavimsi bir dokunuş getiren, üstünde öküz kafası resmi (Bizim kuşağın çok iyi tanıdığı rahmetli usta İlhan Selçuk adına, haddime düşmeden ufak bir dokunma; bilen bilir. Gerisi bilmeyenlerin sorunu.) bulunan büyücek kesme şeker benzeri paketlerde satılan bir kimyasaldı. Bizim eve, ben sanırım beş, altı yaşlarındayken çamaşır makinesi geldi ve ben pek üzüldüm; çünkü çamaşırcı hanımları izlemeyi, bazen de onlar gibi, bir şeyler yıkamayı çok severdim. Kadıncağızlar işleri bitince avuçlarına bir avuç tuz alır, onunla ellerini ovaladıkça şakır şakır sular akardı. Hâlâ şaşarım bu kadar su nereden çıkıyordu diye.
Simitçiler bağıra bağıra dolaşarak simit satardı. Simitçi tablalarında simit yanı sıra beşerlik ve onarlık olarak halkalar satılırdı; ben daha çok onları alırdım. Yiyeceğimden değil, bilezik gibi koluma takmak için.
Sopalara geçmiş horoz şekeri ve elma şekerini kız çocuklar pek severdi; üstlerindeki boya dudaklarına bulaşır, ruj sürmüş gibi olurlardı.
Plastik leğen ve diğer plastik ürünlerle birlikte, mandal falan satan sokak satıcıları vardı. Bunlar, satacakları malları ya para karşılığında, ya da eski küçük ev eşyası veya giysiyle takas ederek satardı. Bir de yalnızca erkek giyimi alan eskiciler de sokağa düşmüştü; kazara bir şey almış olsalar, sürekli kapınıza gelir başka şeyler almak için arsızlık ederdi.
Hurdacılar, “Hurdaciaaa” diye havalı havalı bağırır, hiç de seçici olmadan mümkün olduğu kadar ucuz fiyata ne bulurlarsa alırdı. Bu yaşa geldiğim için artık hurdacılardan korkar oldum; ya beni de almaya kalkarlarsa?
Şehirlerin büyük meydanlarının bir köşesinde, (Birçok kentte oturan gençler büyük meydan nasıl olur bilemez duruma geldiler ama google’dan araştırabilirlerse bir fikir sahibi olabilirler.) çoğunlukla gözlerinde burunlarına kadar inmiş gözlükleri, önlerinde daktiloları ile oturan adamlar olurdu; bunlar arzuhalciydi; yani insanların oraya buraya verecekleri dilekçeleri yazardı. Bunların hemen yanı başında üçayaklı sehpa üzerine konmuş, önünde kamera, kameranın bittiği yerden başlayan bir körük, onun bitiminde bir siyah örtü; yanında bir adam şipşak fotoğraf çekmek için beklerdi. Resim çektirmek isteyenler, kameranın karşısına geçer, poz verir, bekleyen adam örtünün altına saklanıp fotoğrafı çekerdi.
Santral memurları, daha çok da memureleri vardı. Ne güzel duygular yaşardı insanlar. Her ne kadar keyfiniz yerinde değilken, şen şakrak bir hanımın size nasıl yardımcı olacağını sorması o günlerde bazen sinirinize dokunduysa da, bugün bunun ne büyük bir keyif olduğunun sanırım farkındasınız. Şimdilerde bir numara çeviriyorsunuz, karşınızda yapay neşeli, yapay bir ses, uzun bir girişten sonra şu tuşa basın, yoksa bu tuşa basın gibi komutlar veriyor! Ayrıca bu işsizlikte, bir meslek dalı da yok olup gitmiş oluyor.
Kolacılar vardı. Genellikle erkek gömlekleri buralarda yıkanır ve yakaları ve kol ağızları kolalanıp, kâğıt gibi ütülenerek hazırlanırdı.
Turgut Özal bütün değerlerimizi kendine göre şekillendirmeden önce, kadın çorapları “kaçtığı” (bir yere kaçmadıkları, yalnızca bir ipliğin çekilip boydan boya aktığı) zaman, hanımlar bunları onarılmak üzere çorap çekicilerine götürür, yenilenmiş olarak tekrar giyerdi.
Daktilo memureleri olurdu. Şimdilerde nedense asistan denilen bildiğimiz sekreterlerden farklıydılar. Tek görevleri masalarında yığılmış olan el yazması evrakı, aralarına karbon kâğıdı konulmuş pelür kâğıdından kopyalarla çoğaltarak daktilo etmekti. Bir harfi yanlış basmaya görsünler, düzeltmek her bir sayfayla ayrı ayrı uğraşmak demekti.
Öyleydi, böyleydi; ama insanlar birbirleri ile iletişime açık; el temasından, göz temasından, duygusal iletişimden yoksun değildi. Herkes haddini bilirdi; bulunduğu konumun değerlerini takdir ederdi. Kimse kendini Kaf Dağında hissetmezdi. Ama artık biz Atatürk çocukları, Kaf Dağından yuvarlananların burun üstü çakılmalarının keyfini işte bugünlerde yaşamayı umutla bekliyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.