Farkındayım, farkındasınız, farkındalar!
Muhammed Rıdvan Sadıkoğlu’nun yeni yazısı
Bugünkü dertsizlik, meselesizlik ve umursamazlık gökyüzüne doğru boy atacak nice zihni baltalıyor ve birer güdük çalılık olarak kalmaya mahkûm ederek çaresizliğe sürüklüyor.
Dikkatsizlikten, özensizlikten, gamsızlıktan türetilmiş kabalıklarımız; durmadan biriken, tortulaşan, pıhtılaşan, habisleşen yalanlarımız; dağıtılamayan tasalar, giderilemeyen güvensizlikler, tamir edilemeyen iç arızalar, sonu gelmeyen tedirginliklerimiz ile gittikçe artan kötülük; unuttuğumuz merhametimizle ortaya koyduğumuz acımasızlık, adaletten uzak bir tahayyülle beslediğimiz insafsızlık, azıcık şefkat ve merhametle rahatlıkla iyileştirilebilecek yaraları büsbütün kanatıyor.
Gem vurulamayan hevesler, ihtiraslar ve türlü çeşit düzenbazlıklar, uçmaya hevesli kuş gönüllerin kanatlarını kırıyor. Saflık, doğruluk, temizlik, büyük bir hokkabazlıkla karalanıyor, aşağılanıyor ve geride kalışların, başarısızlıkların, yenilgilerin doğal sebebi olarak etiketleniyor.
Sadra şifa olacak nice kelam, hikmet, nasihat; her yeri saran kuru laf kalabalıklarının tetiklediği kargaşalarla hayatın dışında bırakılıyor. Yoksulluğun, yoksunluğun parayla giderilemez türleri bulunduğu ve çarenin bazen sadece insanlık olduğu, ustalıkla gözlerden uzak tutularak hayatın bütün derinlikleri, her gün yeniden yıkılıp yapılan zamane eğlenceliklerinin hafriyatıyla sinsice doldurulup, kapatılıyor.
Yani aslında aslına eremediğimiz, ermeye niyet dahi etmediğimiz nice hakikat, bizi asılsız bırakarak kendinden uzak ve acınası kılıyor!
Bakın halimize;
Başta kendi nefsim, neredeyse hepimiz sürekli başkalarının imtihanına girmeye heves ettiği için kendi imtihanını kaçıran şaşkın bir öğrenci gibiyiz ve bu şaşkınlıkla herkese “her an ayar vermeye çalışan insan tipi” dünyayı her geçen gün biraz daha ayarsız hale getiriyor.
Bu ayarsızlık hali ile ise kaynağını nefretten alıyor. Bu yüzden olsa gerek ki bugün artık sevebileceğimiz şeylere değil, tam aksine nefret edecek şeylere, nefret edebileceğimiz şeyleri yapabilecek insanlara ihtiyacımız var artık.
Zira hemen her gün, her saat, etrafı bu gözle tarıyor, bize bu fırsatı verecek birilerini arıyor; bulamazsak üretiyoruz. Üretemezsek de bize en çok benzeyen kimselerin nefret ettiklerini ödünç alıp, onlardan nefret ediyoruz.
Peki var mı bu makus gidişatın bir çözümü?
Pek tabi ki var ve bence çözüm “sözün gücünü” yeniden inşa edebilmekten geçiyor.
“Nasıl olacak bu?” diyenlerle hep beraber bakalım;
Dünya hayatının mutlu, huzurlu, ferah ve sağlıklı geçirilmesi için muhataplarına bir yol haritası çizen ilahi hitapta “münafık” kelimesinin ilk kez kullanıldığı, doğruluğun en başa konduğu, en çok “yalan” kelimesine atıf yapıldığı ve dünya hayatının aslında bir “sınanmadan” ibaret olduğunu anlatan; adı Ankebut olan ve anlamı “dişi örümcek” olan bir süre var.
Sürede Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Lut’un dönemlerine ait Medyen, Ad, Semud, Firavun, Karun ve Haman üzerinden açıklık, doğruluk, yalansızlık, eşitlik ve paylaşım ortamından ayrılıp “yalan” üzerine yapılar kurulduğunu, kendi aralarında çıkar ve menfaat ilişkileri geliştirip bu ilişkileri “çıkar amaçlı” kutsadıkları ve hatta bu ilişkilerin kutsanmasından put yapıp tapındıkları anlatılır.
Ayrıca açgözlülüğün timsali olarak Hz. Şuayb’ın kavmi Medyen; hırsın ve hasedin timsali olarak deveyi boğazlayan Hz. Salih’in kavmi Semud; kibrin, biriktirmenin ve insanları uyuşturmanın örneği olarak Hz. Musa’nın kavminden Firavun, Karun ve Haman ile ilgili örnekler verilir.
Verilen bu tarihsel örneklerle de; onların, halktan ayrılıp kendilerine özel yapılar, evler, örgütler, hizipler kurduğu; kendilerine özel ilişki ağları, menfaat birliktelikleri, çıkar çevreleri oluşturmakla ankebut” (dişi örümcek) gibi olduklarına dair atıflar yapılır.
Bilenler bilir, halk arasında “karadul” olarak tabir edilen dişi örümcek, aç gözlülüğünden erkeğini yer ve ilahi hitap, süreye adını veren bu hayvan üzerinden kainat ayetlerini örnek vererek insanları bu konuda uyarır.
Sözün gücü de tam bu noktada devreye girer!
Zira sürenin tamamında biriktirme hırsı, biriktirdikleri (servet, iktidar) ile kibirlenme, başkasının elindekine göz dikme; bu amaç uğruna çıkar ilişki ve grupları oluşturma, bunları kutsama ve hatta onlara tapınma; doğruluk, , eşitlik ve paylaşım ortamından ortamı olan halktan ayrılıp “örümcek evleri” (hizip, grup, gizli örgüt, mafya, şebeke) oluşturma; bu “örümcek evlerinde” gizli görüşmeler yapma, kumpas hazırlama, kapalı kapılar ardında iş çevirme gibi münafıklık alameti olan bir çok konuya atıf yapılır ve bunların halktan ayrılarak birer çıkar şebekesi veya menfaat grubu haline geldikleri zaman ankebuta (örümcek yuvası) dönüşmüş olacakları defalarca belirtilir.
Yukarda andığım gibi nasıl ki örümcek (karadul), açgözlülüğünden kendi erkeğini yerse; bunlar da kısa sürede adam öğütme ve yeme mekanizmasına dönüşerek kendi çıkarına, varlığına, grubuna, ideolojisine karşı tehdit olarak gördüğünü yok etmek ister.
Nasıl ki örümcek (karadul) kuytularda yaşar, pusu kurar, ısırmak ve sokmak dışında bir kavga tarzı bilmezse; bunlar da zamanla örümcek yuvasına dönüşerek kuytularda gizlenir, pusuya yatar, ısırır ve sokarlar.
Nasıl ki örümcek (karadul) kenardan izler, takip eder, ileri noktalara ağını atarsa; bunlar da izler, takip eder, dinler, fişler, ileri noktalara ağını atarak planlar kurar, dolaplar çevirirler.
Yani ilahi beyanın kalp gözü ile baktığınızda halk olarak tabir ettiğimiz toplum ile ankebutun arasında çok net çizgiler çizdiğini görürsünüz.
Bir kaç örnek vermeye çalışarak konuyu daha anlaşılır hale getirelim;
Halk, saf bir yürek temizliği ile bir araya gelen insanlardan oluşmuş iken; ankebutta ise bu temizliğin aksine özel bir maksat, kirli ve gizli bir çıkar ilişkisi mevcuttur.
Halkı bir arada tutan şey doğruluk ve herkesle paylaşım iken; ankebutta ise gizli planlar aracılığıyla kişi ve grup menfaati esastır.
Bir araya gelen halk; bir açıklık yani aleniyet ortamı iken; ankebutta ise tam tersine gizli saklı iş çevirme mevcuttur.
Halkın kapısı birbirine açıktır ama ankebutta kapalı kapılar ardında, ‘gizli’, ‘özel’ toplantılar yapılır.
Halk, bir kaynaşma, paylaşma, birliktelik ortamıdır ve paylaşım esas olduğu, herkes birbirinin derdi ile dertlendiği için zenginve yoksul uçurumu giderek azalır ve hatta biter. Ankebutta ise tam tersine zengin yoksul uçurumu giderek büyür. Zira onda halkın çıkarı değil kişi ve grupların menfaati esastır.
Halk, bir paylaşım ve birliktelik ortamıdır ve bu ortamda biri yerken diğeri bakmaz, bir açken diğeri tok yatmaz. Ankebutta ise kişi veya grubun ön planı esas olduğu için biri yerken diğeri bakar, biri tok yatarken diğeri aç sabahlar.
Halk, bir eşitlik ortamıdır ve bu ortamda ebedi makamlar ve rütbeler yoktur. Zira makamlar ve rütbeler birer emanettir ve halk için değer üretme, hizmet etme esasına dayanır. Ankebutta ebedi makamlar ve rütbeler üretilerek; iş olmasa bile o makamlarda oturulur, o rütbeler ebediyen taşınır.
Halk arasında kişi topluluğa hizmet etmek, onun yaralarını sarmak, toplumun derdi ile dertlenerek değer üretmek ile mükellef iken; ankebutta ise, halk kişi veya belli bir zümreye hizmet eder.
Halk arasında hiyerarşi yoktur, zira insanlar yan yanadır. Ankebutta ise hiyerarşi vardır, zira insanlar alt-üst şeklindedir.
Halk arasında gizli saklı işler çevirme, yalan ve biriktirme büyük ahlâki suç sayılır. Ankebutta ise hangi koşulda olursa olsun güçsüz kalma suçtur. Çünkü hakkın gücü değil, gücün hakkı esastır.
Halk arasında imtiyazlar yoktur, zira herkes insan sıfatı ile eşittir. Ankebutta ise ayrıcalıklar vardır; zira makam, servet, şöhret ve iktidar sahipleri ayrıcalıklı muamele (VIP) görür.
Halk arasında üstünlük ancak insanlara, doğaya ve çevreye zarar vermekten sakınma (takva) iledir. Ankebutta ise üstünlük makam, servet, şöhret ve iktidar sahibi olmakla ilgilidir.
Halk öksüzler, yoksullar, ezilenler ve muhtaçlarla ilgilenirken; ankebutta ise örümcek evine adam kazandırmakla uğraşılır, şahsi çıkar, mevki makam ve ihale peşinde koşulur.
Halk içinde adalet, eşitlik ve özgürlük çoşkusu vardır, ankebutta ise bu rant çoşkusu ve hizip taassubuna dönüşür.
Halk içinde kusur ve ayıpların üzerini örtme esastır. Ankebutlar ise ayıp araştırma, dinleme ve fişlemede mahirdir.
Halk, zayıfın yanında durur, onu kucaklar, darına genişlik, zoruna kolaylık olur iken ; ankebutta sadece gücün ve güçlünün yanında olmak esas olduğundan iktidar ve güç nerde ise orda bulunmak marifettir.
Halk kendi bağrından kanaat timsali Ebuzer’ler yetiştirir iken, ankebutta Karun’lar yetiştirmek esastır.
Halk kendi içinden Musa’lar çıkartır, ankebutta ise Firavunlar üretmek asıl amaçtır.
Ancak tüm bunlara rağmen halkı parçalamak, bölmek çok zor iken, ankebut örümcek yuvası olduğundan onu dağıtmak için sert bir rüzgâr yeterlidir.
Peki bu ankebutlar nasıl türer?
Biliyoruz ki her kötülük, bir üst kötülüğün zeminini hazırlar ve çıkılan her yeni kötülük basamağı, bir öncekini de görünmez kılar. Dolayısıyla kötülüğün oyuncağı haline gelenler yola nereden çıktıklarını hiç hatırlamazlar ve bu durum onları muhasebesiz bırakarak (bugün olduğu gibi) adım adım insanlıktan çıkarır.
Bu algıyla özelde ülkemize ve genelde dünyaya bakalım;
Konuştuğumuz sözlerin, yazdığımız cümlelerin, kapıldığımız öfkelerin, içimizi usul usul ele geçirmeye başlayan nefret kültürünün birer gönüllü silahşörü haline geldiğinin farkında mısınız bilmiyorum ama görüyorum ki sığ aklın, köpürmüş düz mantığın, sallama sözün, kifayetsiz muhterisliğin, cahil cesaretinin gemi azıya aldığı bir devirdeyiz.
Özellikle son zamanlarda ilme, irfana, emeğe, tecrübeye ve liyakate zerre saygısı olmayan ve benim ankebut olarak tarif ettiğim din-i-dar bir "vatandaş" tipi ortaya çıktı ve bunlar sahip oldukları sınıfsal avantajları tepe tepe kullanarak herkesten fazla gürültü çıkarıyor.
Dinlemiyor, anlamıyor, sözün müktesebatına dair kafa yormuyor ve bağırıp çağırmaktan hiçbir şey öğrenmeye vakit de bulamıyorlar.
Öğrenmiyorlar çünkü zaten öğrenmeye ihtiyaçları olduğunu da düşünmüyorlar. Otomatiğe bağladıkları buyurgan kimlikler, içlerine işlemiş “sınıfsal kibirle” bakıyorlar hayata.
Asıl tapındıkları şey “konfor ve kariyer” iken, bu coğrafyanın ontolojik paydası olan din kavramını; rahatlarını kaçırmadan, hiçbir yük ve masrafa getirmeden, paşa gönüllerinin keyfini kaçırmadan, zihin ve yaşam konforlarını bozmadan; her istediklerinde eğip bükebilecekleri, kesip biçebilecekleri, küçültüp büyütebilecekleri portatif bir "değerler sistemi" olarak görüyorlar.
Bir taraftan teslim olduklarını beyan edip öbür taraftan kuralları kendileri koymak ya da kuralları kendilerine uydurmak telaşı içindeler.
Herkes gelsin, hiç itiraz etmeden, hiç gıkını çıkarmadan, kendi edebini, kendi hissiyatını ortaya koymadan “kendi bindikleri dolmuşa binsin” istiyorlar.
Bu yüzden de bu mümbit coğrafyadaki farklılıkları da göremiyor; her fırsatta memleketin tek sahibi imiş gibi kendilerince nizam vermeye kalkıyor; hayata kendileri gibi bakmayan insanlara hoyratça atarlanıyor, kılıktan kılığa girip linç alayları oluşturuyor, haddini bilmez hakaret fırtınaları koparmakta da bir ayıp görmüyorlar.
Gerçeklerle bırakın yüzleşmeyi, karşılaşmayı bile hiç istemiyorlar. Çünkü kendi dünyalarında kaskatı ve aslında fazlasıyla acıklı bir biçimde kireçlenmiş durumdalar.
Çoğu kez ustaca gizledikleri ama nadiren ağızlarından kaçırdıkları bir şey var:
Kendileri gibi olmayanlara nazaran bütün getirileriyle birlikte en az iki kat daha fazla insan sayılmayı hak ettiklerine inanıyorlar. Mümkün olan herkesi, kendilerininkine benzemeyen duyguları, fikirleri, tepkileri, sevdaları ama en çok da inançları yüzünden aşağılamak istiyorlar. Çünkü bunu her yaptıklarında, kendilerini daha seçkin, daha duyarlı, daha çağdaş, daha aydın, daha doğru ve en acısı da daha müslüman hissediyorlar.
Bir delile, bir gerekçeye, bir muhasebeye ihtiyaçları yok, mükemmellikleri için gereken her türlü kanıtı aynaya bakınca görebiliyorlar. Çünkü onlar kendilerine, çerçöpten çattıkları fikirlerine, makyajı dört asır önce akmaya başlamış uyuşmuş zihinlerine, demode zevklerine, iliştirilmiş elitizmlerine bayılıyorlar.
Kendilerini ontolojik değerlerle az ya da çok bağlı hissetmeyenlerin, hayatlarını buna göre şekillendirmeyenlerin bu sınır tanımaz öfkesi neyin nesidir bilmiyorum ama böylelerine üstad Necip fazıl çok güzel cevap veriyor;
“Haykır Hafız! Kudursun, kinlerinden yoldaşlar. Benim başım olamaz, bu denli kokmuş başlar.”
Üstadın bu haykırışından yola çıkarak diyebiliriz ki bağrında tüm insanlığın kurtuluşuna vesile olacak muhteşem bir manevi miras biriktiren Anadolu’yu (hüsnü zannımca) “vatan” kılan şey; mümbit coğrafyası bir tarafa göğsünde besleyip büyüttüğü (tıpkı insanlar gibi doğan, büyüyen ve ölen) yüzlerce medeniyetin dil, din, ırk ve renk farklılıklarına rağmen toplumsal vicdanda “ortak iyiyi” iktidarda tutmasıdır.
Zira tarih kitapları; farklılıkları külfet değil, nimet olarak benimseyen bu medeniyetlerin; tüm mahlukat için koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adaletin gür sesi “yankılanıncaya kadar” yaşam bulduklarını, bu gür seda kaybolduğu zaman ise tarih sahnesinden silindiklerini haykırıyor.
Madem ki geçmiş, geleceğin en kaliteli veri bankasıdır; öyleyse bugün diyebiliriz ki, bizi bugün ruh köklerimizden koparan, nefsimizi vicdanımıza imam kılan ve fıtratımızın gurbetine düşüren şey, ilahi hitabın “Lat” diyerek dikkat çektiği “güç” zehirlenmesi; bir diğer anlamıyla ankebutluğa soyunmamızdır.
Çünkü şu toplumun son dört yüz yıllık geçmişi, ortak iyiyi iktidar yapmak için yola çıkan ‘Harun’ların bu amaçlarını yaşadıkları güç zehirlenmesi ile kaybederek ‘Karun’laştığını benliğimize çok açık bir şekilde fısıldamaktadır ki, tarih bunun örnekleri ile doludur.
Ancak; bugün “güç ve otorite aşkına” şımartılmış heveslerimiz, ruh köklerimizin üstüne hoyratça basıp bizleri kendimizin gurbetine düşürse ve içinde bulunduğumuz zamanın kiri pası üzerimize bulaşıp bizleri bin bir kılığa sokmuş olsa da varoluş genlerimize kodlanan o fıtrati seda, bizi ısrarla yediğimiz şefkat tokatları ile öz vatanımız olan “ortak iyinin iktidarına” davet etmekte; tüm mahlukat için koşulsuz sevgi, katıksız merhamet ve amasız adaletin bayrağını burçlarımıza yeniden dikmemiz gerektiği konusunda ikaz etmektedir.
Zira andığım nedenlerle olsa gerek yüksek sesli iddialarımız, dünyayla ağırlaşmış gövdelerimizi taşımaya yetmiyor bugün ve hepimiz bu yüzden adeta doymak bilmez birer kemirgene dönüştük. Sadece hayatın tabii kaynaklarını değil, anlamını da kemirip duruyor; birbirimizi hiç bıkmadan usanmadan incitiyor, kendimizi şu kalabalık gezegende yalnızlığa, ıssızlığa mahkûm ediyoruz. Kimse kimseye kapısını açmak istemiyor, çünkü kimse kimseye güvenemiyor artık.
Bundan olsa gerek bugün pek çok insan, teorik doğrular ve pratik yanlışlar arasında bir arafta mahsur kalmış, bir labirentin sonu gelmez kıvrımlarında kaybolmuş hissediyor kendini.
Peki çözüm ne?
Bence bugünkü gönül yangınlarının asıl sebebi; nefreti körükleyen zulüm cephesi karanlığın siyahını artırmak için saflarını sıklaştırırken, bizim merhamet cephesini boş bırakmamızdır. Çözüm ise canımızı acıtma pahasına kendi içimizden çıkıp kendimize bakarak, ‘insan’da neyin yanlış gittiğine çok yakından bakmamızdan geçiyor!
Bilmeli ve görmeliyiz ki hamasi sloganlar, geçmişe tapınma ve ölü sevicilikle hiçbir dava başarıya ulaşamaz. Dolayısıyla bugünkü sorun, övünülecek bir geçmişe tapınmak değil; o geçmişten övünülecek bir gelecek inşa edememe sorunudur.
Bu yüzdendir ki Fatih'lerle övünüyor Fatih yetiştiremiyoruz. Sinan'larla övünüyor, onun yaptıklarının benzerini teknoloji yardımıyla kurtarsak da o yapıdaki samimi ruhu üfleyemiyoruz. Göğsünden hikmet emdiğimiz Anadolu Medeniyeti, dünyanın en büyük açık hava kütüphanesi iken, biz okuma yazma bilmeyen çöl bedevileri gibiyiz!
Aslında ne umudunu, ne azmini, ne de davasını yitiren; gözlerinde ışık, yüzlerinde tebessüm, hâllerinde hiç eksilmeyen çabayla; ecdadımızın geçmişte neyi nasıl inşa etmiş olduğunu birazcık idrak edebilirsek, bugün postumuzun nereden sökülmüş olduğunu da bulabiliriz.
İşte o an anlayacağız ki kardeşliğin, sevginin, merhametin, adaletin, eşitliğin, açıklığın, yalansızlığın ve paylaşımın olduğu yerden, halk dediğimiz toplum pek tabi ki yeniden doğacaktır. Ancak anekbutlar da ilahi beyana göre hep olacaklardır!
Unutmayalım ki,
Yaratılmışlar içinde sadece insan hakikate sadakatinden imtihan ediliyor. İnsan olmanın sadece zorluğu değil, başkalığı da bu imtihanda gizli!
Bu imtihanın sırrınca fark ve dert etmeliyiz ki; imha edilmiş Müslümanca algı dünyamız inşa ve ihya edilmedikçe, imha edilmiş beşeri coğrafyamız inşa ve ihya edil(e)meyecek; kavramlar sıhhatine kavuşmadıkça, eylemler sıhhat bulmayacaktır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.