Çidem Ayözger Ergüvenç

Çidem Ayözger Ergüvenç

Garsonluk

Her mesleğin kendine göre kolay ve zor tarafları bulunur. Bugünlerde nedense garsonluk aklıma takıldı.

Garsonluk sanki ev sahipliği gibidir. Çalıştıkları yere gelen müşteriler onların konukları sayılmalı ve çok iyi ağırlanmalıdır. Garsonlar hizmet ettikleri masadan gözlerini ayırmamaları, bir eksik varsa ya kendileri ya da yardımcıları olan komiler tarafından bu durum derhal telâfi edilmelidir. Garsonlar illâki temiz olmalı, ter kokmamalıdır. İşlerini ciddiye almaları, düzgün servisin yol-yordamını bilmeleri gerekir. Ceketi lekeli ya da tırnakları kirli bir garson düşünemiyorum.

Garsonların adam kayırması da hiç hoşuma gitmez, başıma geldiği için biliyorum. Yıllar önce Denizcilik Bakanlığı diye bir bakanlık vardı, sonra kaldırıldı. Sanırım üç tarafı denizlerle kaplı, ulaşımının ve ticaretinin büyük bir kısmını deniz yoluyla yapabilecek bir ülkede büyüklerimiz bu bakanlığı gereksiz buldular. Denizcilik Bakanlığının işletmesinde o günlerin ölçülerine göre gayet konforlu ve büyük gemilerin İstanbul-Rize/Rize-İstanbul, İstanbul-İskenderun/İskenderun-İstanbul, ayrıca yurt dışı seferleri olurdu. Ana-baba ailemle Türkiye içindeki her iki yolculuğu da yapma şansına eriştim.

Gemilerde o günlerdeki olanaklara göre yolcuların rahat edeceği koşulların hemen hemen hepsi vardı. Şimdiki çok katlı apartmanları andıran ve yaz ortasında insanlara buzhanede yolculuk yapıyor hissini veren büyük yolcu gemilerine asla benzemezdi. Yemek salonunda gümüş çatal bıçak, gümüş servis takımları, yanlış anımsamıyorsam gümüş sürahiler kullanılırdı. Yolcular yemeğe giderken özenle hazırlanırlardı. Beldan ablam evli olduğu için bu yolculuklarımızda bize katılmazdı; biz annem, babam, teyzem, Nurdan ablam ve ben birlikte yolculuk yapardık. Yolculuk boyunca genellikle aynı masaya aynı garson hizmet verir, işte o zaman benim kâbusum başlardı.

Bize hizmet eden görevli elinde gümüş tepsiyle anneme, teyzeme, babama ve Nurdan’a servis yapıyor; ben en sondayım. İtinayla bir parça eti ayırıyor, diğer daha az makbul olan parçaları büyüklere dağıtıyor. Ayırdığı parçayı Nurdan’ın tabağına koyuyor, görkemli bir porsiyon, bana da üstünde birazcık et bulaşmış bir kemik parçası kalıyor; neden, çünkü Nurdan dünyalar güzeli bir genç kız, ben onun kadar gösterişli olmadığım gibi büyük bir özenle Akdeniz güneşinde karardığım için daha ziyade bir Çingene maşasını andırıyorum. Garsonların adam kayırmasının kötü bir örneğini yaşıyorum ama benim sıkıntım bu durumun hemen sonrasında başlıyor. Et sevmem ama herkes tabağındaki etten bir parça bana aktarmaya kalkışınca aşağılanmakla kalmadığım gibi bir de yamyamlığa teşvik ediliyorum.

Uludağ Kebabını çok severim, özellikle de Ankara’daki Uludağ Kebapçılarında yapılanları. Bursa’da da aynı isimli iddialı bir kebapçıya gittim; nerede Ankara’da yediklerimin güzelliği. Şimdi midem küçüldü, iki porsiyon yiyebiliyorum. Eskiden üç porsiyon yerdim. Annem, babamla falan gittiğimizde sipariş verilir ve büyük tabak her seferinde babacığımın önüne gelir, o da “Küçükhanıma gidecek” der sonra bize döner, “kimse Çiğdem’den bunu yemesini beklemediği için bana getiriyorlar. Ben bunu yesem çatlarım” derdi.

Sanırım yirminci evlilik yıldönümümüz, evimizde yirmi beş, otuz kişilik bir parti veriyoruz, yardımcı olsun diye bir garson ayarladım; üye olduğumuz kulübün en iyilerinden biri. Herkes geldi toparlandık, yemek öncesi içkiler alınacak; ben söylemeden kimseye ne içeceğini sormuyor, şömineye dayanmış lâf dinliyor. Sinir oldum; sonra yemek servisi başladı. Açık büfeden herkes istediğini alacak. Bizim garson kulüp alışkanlığıyla kimsenin kendi almasına izin vermeden bol kepçe tabaklar hazırlamış, gelenlerin ellerine tutuşturuyor. Öylesine bilinçsizce dağıtmış ki yiyecekleri, herkes istediğini alsa iki tur, belki üç tur tekrar tekrar alıp yine de yemek artacakken iki kişiye yiyecek bir şey kalmadı. Allah tarafında o günlerde Kulübümüzün başkanı olan eşime ve bana torpil geçip bizler için zulaya iki tabak hazırlamış da onları, servis yetişmeyenlere verdiğimiz için kimse aç kalmadı. Anneannem “aptal dostum olacağına akıllı düşmanım olsun” derdi. Ben dost yerine “garson” olarak bu sözü değiştirmek istiyorum.

Film gibi bir garsonluk anım vardır. Çok sevgili dostlarımızdan bir ailenin evinde bir partiye davetliyiz. Yine kulübümüzden tanıdığımız bir garson yardıma çağırılmış. İlk başlarda her şey çok güzel; garson büyük titizlikle azalan içki kadehlerini alıyor, temiz kadehlerde yeni içkileri getiriyor. Bu arada hepimizin ve en acıklısı da ev sahiplerimizin gözünden kaçan önemli bir ayrıntı var; garson kadehlerin dibinde kalan içkileri rakıymış, viskiymiş, şarapmış seçici davranmadan kendisi içiyor. Meğer kulüpte de aynı şeyi yaparmış, o nedenle içkiye alışık. Ancak bu kez biraz dozunu kaçırmış belli ki; elinde içkileri taşıdığı tepsiyle düştü düşecek salonda sağdan sola yalpalayarak uçuşup duruyor. Hep birlikte durumu fark ettik, ev sahipleri partinin bitmesini beklemeden, bu kafayla kendi başına gidemez diye şoförle evine yolladı; bu arada biz de yıllarca güldüğümüz bir anı kazanmış olduk.

Yetiştirilme biçimimin bana kazandırdığı alışkanlık, herkesi kendi eşitim gibi görmek, kimseyi konumuna, mesleğine ya da ekonomik gücüne göre değerlendirmemek olmuştur. Ailemizde biraz farklı dünya görüşü olan bir büyüğüm bir kez beni servis yapan garsona teşekkür ederken yakaladı; sanki suçmuş gibi. Hanımefendi “Garsonlara hanımlar teşekkür etmez; onlara muhatap olmaz. Yanındaki bey senin yerine gerekeni söyler” dedi. Bu söz aklıma yerleşmiş. Ankara’da, Ankara’nın o güzelim rafine kent olduğu günlerden başlayarak uzun süre Çiftlik’teki Merkez Lokantasına hem annem, babamla hem de kurduğumuz ailemizle sıklıkla gider yemek yerdik. Garsonlar da bizleri çok iyi tanır, bir yakınları gelmiş gibi karşılar hatta birçoğu benim ismimi bile bilirdi. Yetişme çağlarındayım, çocukluğumdan beri beni tanıyan garsonlar servis yaparken, “uzaktan eğitimle” öğrendiğim doğrultuda, bana çok sempatik davranan bu garsonla hiç iletişime girmedim. Bunun üzerine annem, “..Ağabeyine teşekkür etmeyi unuttun” diye beni uyardı. Çok haklıydı. O gün bu gün “kadınlar yapmaz, erkekler yapar” tezinin yanlışlığını çok çarpıcı biçimde öğrenmiş olduğumdan garsonlara hak ettikleri zaman teşekkür ve övgülerimi asla esirgemem. O kadar ki eşimin başkanlığı süresince kulübümüzde her yılbaşı garsonlar da içinde tüm personeli balo salonuna davet eder her birinin tek tek yeni yıllarını kutlayarak yanaklarından öperdim. Onlar da ben de çok mutlu olurduk.

Atatürk bir tek garsonların Türkiye’de iyi performans sergileyemediklerinden çünkü hizmet etmenin naturalarında olmadığından söz etmiş. Bugünleri görseydi kimler kimlere ulusal çıkarlarımızı hiçe sayarak hizmet edip duruyor şaşardı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.