Doğan Satmış
GÜNEYDOĞU NOTLARI 1:HASANKEYF'TE TARİHİN TAŞLARI SÖKÜLÜRKEN TANIK OLMAK
Bir kaç gündür Güneydoğu’dayım. Ngazete.com’un kurucusu Nuray Başaran izlenimlerimi isteyince, geziyi kaleme dökme kararı almıştım.
Dün 21 yıldır Batman’da Diş Hekimliği yapan 40 yıllık lise arkadaşımı ziyaret için Batman’a gittim.
Önce Batman’ı dolaştık, sonra da çok yakında Ilısu Barajı suları altında kalacak Hasankeyf’i gezdik.
Malum Hasankeyf, Dicle kenarında bir antik şehir. Ve 1981 yılında Türkiye tarafından ‘korunması gereken kültür mirası’ ilan edildi. Binlerce mağarası olan Hasankeyf’in bilinen tarihi bir kaç bin yıl geçmişe dayanıyor.
Ancak sonra buraya bir baraj inşaa edilmesi kararı alındı. Tüm itirazlara rağmen, barajdan vazgeçilmedi ve artık Hasankeyf’in sular altında kalması an meselesi.
Dün ölmeden önce son kez görmek için Hasankeyf’e gittim ama çok acı bir olaya tanık oldum.
Bir kaç yıl önce ziyaret ettiğim Hasankeyf çok değişmiş. Her taraf toz toprak içinde ve büyük bir inşaat faaliyeti sürüyor.
Daha önce salaş restoranların bulunduğu alan binlerce ton kaya ile doldurulmuş.
Sonra Hasankeyf’in minik çarşısını dolaştım. Eskiden bu minik çarşıdan geçerek, Hasankeyf’in tepelerine çıkmak, burada mağaraları dolaşmak, kaleye çıkmak mümkündü.
Ancak bu sokak artık çıkmaz sokak olmuş.
Daha acısı, sokağın sonunda da bir yıkım faaliyetine tanık olmaktı. Sokağın sonundaki caminin duvarını, elinde bir kazma ile bir işçi yıkıyordu.
Aklıma Şair Mehmet Akif Ersoy’un o ünlü dizeleri geldi.
‘Hadi gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen,
İki kazma kürek, iki de ırgat gerek,
Ancak hadi gel yapalım şunu geri desen,
Bir Sinan, bir de Süleyman gerek.’
Sanki büyük usta Mehmet Akif tam da bugünü görüp söylemiş.
Elinde bir kazma ve bir de delme makinası ile tek bir işçi, artık kaç yüz yıl önce yapıldığını bilmediğim caminin duvarını, bir kaç dakika içinde paramparça ederek yıktı. Dağılan taşları tek tek aşağı yuvarladı
Şefi olan ve üzerinde sarı bir işçi önlüğü bulunan kişi de onu gözetledi.
İşçi, duvarı yıkarken bir ‘kitabe’ dikkatimi çekti. Kazma darbelerinin hemen dibindeydi. Her vuruş ‘kitabe’yi sarsıyordu. Üzerinde dua olduğunu sandığım ‘kitabe’ye hiç aldırmayan kazma darbeleri, toz duman içinde duvarı yıkmaya devam etti.
Kazma sallayan işçiyi suçlamak gereksiz. Sonuçta, aldığı yevmiyeye bakıyor. “Çık şu duvarı yık” demişler, o da çıkmış, görevini yapıyor. Günün sonunda eline bir kaç lira geçecek.
Tıpkı Akif’in şirindeki gibi:
“Hadi gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen,
İki kazma kürek, iki de ırgat gerek,”
Bizim yıkımda bir ırgat vardı, kazmanın yanında ise elektrikli delme makinası.
Peki o camiyi yapmak için ne lazım derseniz:
O çok uzun iş. Önce yüzyıllar öncesine döneceksiniz, bir hayır sahibi parayı verecek, bir mimar bulunacak. Mimar ustaları temin edecek. Ustalar taşları tek tek düzeltecek. Bir başka usta, taşları tek tek düzmeye başlayacak. Duvar yükseldikten sonra baş usta gelip kemeri inşaa edecek. Sonra cami bitecek. Biri taş üzerine ‘Kitabe’yi harf harf kazıyacak. Bir başkası kitabeyi duvara monte edecek. Üzerinden asırlar geçecek. İlk inşaat anındaki taşların beyazlığı sararacak. Asırlar o beyaz rengi günümüzdeki rengine çevirecek. Arada binlerce insan ibadet edecek.
Kısaca yine Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi
“Ancak hadi gel yapalım şunu geri desen,
Bir Sinan, bir de Süleyman gerek.”
Tüm bu inşaat faaliyetinden önce bir Mimar Sinan, sonra da bir Sultan Süleyman bulmanız gerekecek.
Peki Sinan ve Süleyman var mı?
Maalesef onlar da 500 yıl geride kaldı.
Şimdi ancak bir ırgat ve bir kazma ile yıkım zamanı.