
Çidem Ayözger Ergüvenç
Karman Çorman
Türkçemiz; zengin, donanımlı Türkçemiz. Hem Batıdan hem Doğu dillerinden aldığı sözcüklerle zengin, bu nedenle sözcük dağarcığı çok geniş Türkçemiz. Derken Türkiye’nin başına 12 Eylül felâketi geldi ve sözcükleri doğru biçimde dile getireceğimiz işaretler kaldırıldı. Hakkâri oldu Hakkari, lâkin “lakin”e dönüştü. Milletvekilleri, yani bizim nasıl olduysa temsilcilerimiz olan insanlar TBMM’de yemin ederken lâik yerine “lâyik” demeğe başladı. Türkçede “lâyik” diye bir sözcük yoktur, aslı “lâyık” yani hak eden anlamındadır. Bilen beri gelsin.
Herkesin elinde son model cep telefonları var; nedense bunlar şarj edilmiyor da “şarz” ediliyor. Lokantaların adı kullanılmıyor, Restoran yerine de ısrarla “Restorant” deniliyor. Yanlış, ayol yanlış! Bu tip örnekler pek çok.
Dilini doğru bilmek hem de doğru kullanmak bir ayrıcalık oldu bugünlerde. Aile içinde kullanılan dil, genellikle benzer kültürel kökenden gelen ailelerin çocuklarının okuduğu okullarda sınıf arkadaşlarının kullandıkları dil, iyi eğitim almış olan öğretmenlerin kullandıkları düzgün Türkçe falan, dilimize ne güzel katkılarda bulunur saymakla bitmez.
Radyo ve televizyonların eski spikerleri ve program tanıtımcılarının kullandıkları o kusursuz söylenişler ve düzgün Türkçe belirli yaş grubunun belleğindedir. Eski yıllarda birçok şey gibi dilimiz de henüz yozlaşmamıştı. Neyse ki oğlum gibi bazı bizden sonraki kuşak insanları da dilimiz konusunda çok duyarlı; öylesine ki benim gibi Türkçeye hayran birini bile arada bir ağzımdan kaçan “yes” sözcüğü yüzünden, neden yalnızca “evet” demedim diye oğlum çok haklı olarak kınıyor.
Biraz da insan ilişkilerine değinesim var. Yıllar önce kendi yaşamımızdan yola çıkarak otizmle ilgili gözlem ve değerlendirmelerimi dile getirdiğim bir radyo programına katılıp, sözlerimi tamamladıktan sonra dinleyici sorularını yanıtlayabileceğimi söyledim. Dinleyenlerim çok önemli bir konu ve bu konuda hem deneyimleri, hem gözlemleri hem de bu konudaki birikimi nedeniyle soru ve/veya sorunları ile ilgili yanıtlar bulabileceği bir insanı karşılarında bulmuşlardı. Çeşitli yerlerden gelen sorulara elimden geldiğince yanıtlar dile getirdim.
O arada İzmir’den bir hanım aradı. Sokak hayvanları benim için çok değerlidir. Onların kişiler, kurumlar ve devlet tarafından korunup kollanmasını, hak ettikleri düzgün yaşamların onlara bağışlanmasını tüm içtenliğimle diliyorum. İzmir’den arayan hanım sokak eşekleri ile ilgili çok kaygı duyduğunu ve bu konuda ne yapabileceğimi sordu. Cinim Uçtu, fevkalade sinirlendim. Bir kere sokak eşekleri diye bir tabir yoktur. Sokakta kedi, köpek gibi başıboş dolaşan eşeklere rastlanmaz; bunlar sahiplidir. Ben eşeklerle asla kıyaslanamayacak otistik çocuk ve insanlar için çalışıyorum. Eşeklerin zulüm görmesinden yana olamam. Ama dünya üzerindeki tüm toplum için son derece önemli bir insancıl konuda benden çok ilgisiz bir görev istenmesi beni kızdırdı diyemesem bile muhatabıma çok yabancılaştırdı.
İnsanların çok iyi niyetle söyledikleri bazı sözler yanlış anlamlar içerecek biçimde ağızlarından kaçabilir. Bunlardan en acıklısına bizzat tanık oldum. Başsağlığına gittiğimiz bir dostumuzla vedalaşırken yanımdaki arkadaşım “Başın sağ olsun” deme niyetiyle ağzını açtığında, “Allah kavuştursun” sözcükleri dilinden dökülüverdi.
Rahmetli babamın görevi gereği kullandığı makam arabasının şoförü Çelik Efendi, (o zamanlar öyle söylenirdi) kendisini beklerken annem evdeki yardımcımıza, bir gün önce pişirmiş olduğu krem karamelden ikram etmesini söylemiş. Rahmetli annem de çalışan bir kadın, Ankara Atatürk Lisesinde Felsefe Grubu öğretmeni, babamla aynı statüde. Ne var ki devlet ona ve hiçbir öğretmene makam arabası tahsis etmemiş. Ne annem babamın hizmetindeki arabaya binmek istedi ne de babam öyle bir girişimde bulundu, düzgün Türkiye’den bir örnek. Annem görevine yetişmek üzere evden çıkarken yediği tatlıdan pek memnun olan Çelik Efendi, “Hanımefendi bunu yapan eller nur içinde yatsın” demişti. Anneciğim yine mesleğinin gereklerine uyup bu tabirin yaşayanlar için kullanılmadığını falan örnekleri ile uzun, uzun anlatmıştı.
Tatlı seven bir insanım, eskiden sütlaç dışında; kendisini neye benzetmiş olduğumu kimseyi tiksindirmemek için söylemiyorum. Bir de cevizli baklavayı çocukluğumdan beri sevmem, önüme geldiğinde tatlı kıymaları, yani cevizleri ayıklamalarını isterdim. Güllaç beni çok tırstırırdı. Ütü tülbendi çağrışımı yapardı. Sonra aradan yıllar geçti, benim sütlaç yorumum değişmedi ama bir gün oğlumun sayesinde Şam Fıstıklı (biz bu isimle büyüdük, Antep Fıstığı bize yabancıdır) güllaç yiyince ne muhteşem bir tatlı olduğunu keşfettim. Öğrenmenin yaşı yok.
Selâmlaşma konusunda neredeyse sınıfta kaldık. Eskiden böyle değildik. Benim çocukluk yıllarında sokakta karşılaşan insanlar tanışmasalar bile birbirlerine gülümserdi. Şimdi böyle bir yaklaşım farklı anlamlara çekiliyor.
Saat 11:00 dolaylarında Migros’a gittim, alışverişimi yaptım; kasadaki hanıma aldıklarımı teslim ederken “Günaydın” dedim. Çok sevindi ve “kasayı açtığımdan beri ilk kez bir insan bana “Günaydın dedi” dedi. İnsanların neden ve ne zaman bu kadar insancıl ilişkilerden uzaklaştığını merak ettim. Dünyamızda neler oluyor? En basit sıcaklık terimlerini bile kullanmayı istemeyecek ya da akıl edemeyecek hâle nasıl geldik.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.