KERİME YILDIZ YAZDI: ÇİÇEKLERDEKİ HÜZÜN / İDLİB’İN ÇİĞDEMLERİ
Geçen hafta İzmit’in Servetiye Karşı köyüne doğru çıktım. Orman kenarları, sarı çiçeklerle bezenmiş. Bir yerde çiğdemleri görünce hemen fotoğrafını çektim. Haberdeki fotoğraf, işte bu çiğdemlerden birisi.
“Çiçeklerin sırası mı?” diyebilirsiniz. Benim için çiçekler, târihtir, savaştır, göçtür, hüzündür.
Lâle, Malazgirt’in çiçeğidir. Zaferle birlikte açılan kapıdan sâdece atalarımız değil, lâle soğanları da girdi. Muş Ovası’nda her bahar açan lâlelerin kırmızısı, Malazgirt şehidlerinin kanındandır.
Ya şebboy? Eski adıyla şebbû. Gece kokusu demek. Bir diğer adı da “ana kokusu”. Rumeli’ye göçen Türkler, yanlarında götürdükleri şebbûya, Anadolu’yu hatırlattığı için bu adı vermişler. Koklayıp koklayıp hasret gidermişler.
Gül kokladığım zaman 93 Harbi’ne giderim. Evini barkını terk edip yollara düşen Balkan muhâcirlerinin ellerindeki gül fideleri aklıma gelir. Bâzen de daha eskilere giderim. Rûmeli fethine giden Gül Baba’ya… Gülle gidip gülle döndük, Tuna boylarından.
Sünbül görünce Çanakkale gelir aklıma. Bir sünbülî havada kazandığımız zaferi koklarım, doya doya. Ahmet Hikmet’in, “Sünbül Kokusu” hikâyesine giderim. Almanya’da yüksek tahsil yapan gençlerin cam önündeki sünbülü koklayınca İstanbul’u hatırlamaları ve “Ah vatan!” diye inleyip Çanakkale cephesine gitmeye karar vermelerine… Bir Mart günü Çanakkale’den geçirmediğimiz İngiliz, beş yıl sonra bir Mart günü, her tarafı sünbül kokan İstanbul’u kirletmişti.
Sarıkamış şehidlerini, Allahuekber dağlarındaki kardelenlere; İstiklâl Harbi şehidlerini, Maraş’ın, Anteb’in, İzmir’in dağlarındaki çiçeklere; Kıbrıs şehidlerini, Beşparmak dağlarındaki kına çiçeklerine sormalı.
Güneydoğu Anadolu dağlarının çiçeğini bilir misiniz? Ağlayan gelin. Nâm-ı diğer, ters lâle. Ağlayan gelinlerin bezediği o dağlarda çakallar gezmesin diye yıllarca gonca güller, toprağa düştüler. Hâlâ düşüyorlar. Her düşüşte, analar, gelinler ağlıyor.
Mart menekşelerini, hercâileri gördüğümde, yine Ahmet Hikmet’in, “Pâdişâhım! Alınız menekşelerinizi, veriniz gülümü!” hikâyesine giderim. Yıllar evvel Hakkâri’de Üsteğmen Absüsselâm Özatak, nişanlısının telefon numarasını, şehid olmadan evvel, “Bana bir şey olursa arayın.” diyerek arkadaşlarına bırakmıştı. Arayamamışlardı.
Abdüsselâm’ın nişanlısı da hikâyedeki Tosun’un nişanlısı Ayşe gibi, devlet büyüklerine bir demet menekşe götürüp gülünü istemeyi düşünmüş müdür diye çok yanmıştım.
Nergisi, Yunan’dan ilham alarak kendine âşık olma zannedenler, Mehmetlerin, nergis misâli aşka düşüp “yardan, anadan, serden” geçmesindeki sırrı anlayabilirler mi?
Ne “şehidler tepesi boş kalacak” diyenler anlayabilirler ne de “boş kalmayacak” deyip evlâdını göndermeyenler anlayabilirler. Sâdece, bebeğini ilk kucağına aldığında, “ya şehid ol ya gâzi” diyen anneler bilirler, bundaki sırrı.
Çiğdem, gurbetin çiçeğidir. Şubat ayında erkenden açıp baharı müjdeler.
Bu seneki çiğdemler, bana İdlib’de toprağa düşen Mehmetleri hatırlattı. Erkenden, baharı göremeden gurbette şehid oldular.
Cennetin kokusunu alan, yalancı baharı neylesin!
Çiçeklere, bir de bu zâviyeden bakın; kokularındaki hüznü hissedin istedim.
Bütün şehidlerimizi, rahmet ve minnetle anıyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.