Libya...
Libya...
Efendim, ne yazmamı/yorumlamamı istersiniz?
Evet, artık günümüz analiz ve yorumları iktidar/muhalefet açısından bu perspektife bağlandığı için hemenher konu realist bir çerçevede ele alınamaz oldu. Bunun örneklerinden bir tanesi de Libya meselesidir. Konjonktür olarak bu durumu eleştirmediğimin de bilinmesini isterim.
Bu makaleyi yazma sebebim Türk toplumunun yaşanan olayları tarafsız bir şekilde değerlendirebilmesine katkı sunmaktır.
Libya'da "meşru hükümet" var mı?
Bildiğiniz üzere Kaddafi'nin ölümünden sonra Libya'da geçici bir hükümet kurulması kararlaştırdı. Bu görev ise Abdurrahim El Kib'e verildi. Abdürrahim El Kib, Kasım ayında ülkeyi seçime kadar yönetecek kabineyi belirledi. 7 Temmuz 2012'de ise genel seçimler yapıldı. Seçimin galibi Mahmud Cibril liderliğindeki Ulusal Güçler İttifakı oldu.
Ancak istikrar sağlanamadı ve 12 Eylül 2012'de başbakan değişti. 191 milletvekilinin katılımıyla yapılan oylamada Mustafa Ebu Şakur Libya'nın ilk seçilmiş başbakanı oldu. Şakur'un meclise sunduğu kabine listesi iki kez geri çevrildi. Liste onaylanmayınca Ebu Şakur 7 Ekim'de istifa etti ve devamında Ulusal Geçiş Konseyi görevini Milli Genel Kongre’ye devretti.
Ancak ortaya çıkan siyasi boşluk ve petrol yataklarını ele geçirme mücadelesi 2014 yılında ülkeyi iç savaşa sürükledi. İç savaş patlak verince Hafter 14 Şubat 2014’te bir açıklama yaparak, Trablus’taki hükümetin görevine son verildiğini açıkladı, kongre ise bunun bir darbe girişimi olduğunu iddia ederek kabul etmedi.
Bu tartışmalar eşliğinde aynı yıl seçim oldu ve ihvancılar seçimi kaybetti. Milli Genel Kongre ise seçimde katılımın düşük olduğunu savunarak seçim sonuçlarını tanımadı. Bu karar sonrası Trablus’ta kurulan Temsilciler Meclisi, ülkenin doğusundaki Tobruk’a taşındı, böylece ülkede iki meclisli yapı oluştu. Seçimi kazanan taraf (Hafter) Tobruk da, kaybeden taraf (İnvancılar) Trablus da ikamelerine devam ettiler. Daha sonra ortak bir kararla ülkedeki siyasi istikrarsızlığın ve anlaşmazlıkların son bulması için Trablus ve Tobruk kongre başkanları Aralık 2015’te Fas’ta bir araya gelerek Libya Siyasi Anlaşması'nı imzaladı. Anlaşmaya göre Libya'da Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanlık Konseyi kurulacak, Tobruk'taki yani seçimi kazanan Meclis ise bu hükümeti tanıyacak ve meşru hükümet bu sayede kurulmuş olacaktı.
Yapılan bir dizi görüşme sonrası Ulusal Mutabakat Hükümeti kuruldu. Sıra Tobruk'taki meclisin UMH'ye güven oyu vermesine ve tanımasına gelmişti ki çok enteresan gelişmeler yaşanmaya başladı. Fas'ta yapılan anlaşma sonrası UMH kurulmuştu fakat bu hükümetin Tobruk'daki meclis tarafından tanınması aşamasına gelinmeden bir hafta önce İngiltere devreye girerek UMH'nin Birleşmiş Milletler'de tanınmasını sağlamıştı. İngiltere yangından mal kaçırır gibi Libya'daki siyasi atmosferi gölgeliyordu. Bugün Libya'daki krizin miladı da bu hamle oluyordu. İngiltere'nin BM'yi devreye sokmasıyla meclisten güven oyunu almayan UMH BM tarafından tanındı ve siyasi kriz patlak verdi.
Ayrıca; Fas'ta yapılan anlaşmaya göre Ulusal Mutabakat Hükumeti'nin görev süresi BİR YIL ile sınırlandırılmıştı. Ancak aradan neredeyse 5 yıl geçmesine rağmen UMH bu anlaşmayı tanımayarak varlığına devam etti ve ortaya trajikomik bir sahne çıktı. Sarrac ise İngiltere'nin desteğiyle UMH'nin başkanı olunca özellikle Misrata'daki ihvancı gruplar Sarrac'ın pasif olduğunu ileri sürerek başkanlığını kabul etmemişti. Daha sonra ise BM'nin UMH'yi tanımasının da etkisiyle onlar da bu duruma razı oldular.
Yaşanan bu gelişmelerden de anlaşılacağı üzere aslında Libya'da meclisin tanıdığı "MEŞRU" bir hükümet bulunmamaktadır. Bunun yerine İngiliz parmağı bulunmaktadır. Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Aleksey Yerhov'un, "Libya'da meşru bir hükümetin olup olmadığını tartışmamız gerekir" açıklamaları da bu durumun netliğe kavuşturulması içindi.
Peki, İngiltere bu adımı neden atmıştı?
İlk olarak şu hususu belirtmeliyim: İngiltere'nin Libya'da attığı adımlar ABD/Pentagon ile eş güdümlü olarak gerçekleşmektedir; ortaklık bulunmaktadır.
11 Eylül 2012 tarihinde ABD'nin Libya'daki Bingazi Konsolosluğu'na İhvancı militanlar tarafından gerçekleştirilen saldırıda büyükelçi Christopher Stevens ve üç Amerikalı yetkili öldürülünce ABD bu işin kendisine çok daha büyük zararlar vereceğini hesap ederek Libya'daki olaylara öncül olarak müdahale etmekten kendisini geri çekmiş ve kendi adına İngiltere'yi öne sürmüştü. ABD'de oluşan kamuoyu baskısı da malumunuz... İngiltere'de hem kendi adına hem de ABD adına Libya'da faaliyetlerini hızlandırmış ve ABD'nin desteğiyle UMH'nin BM tarafından tanımasını sağlamıştı.
Libya'daki küresel kavga ve Türkiye'nin pozisyonu...
Türkiye'nin bölgedeki jeopolitik-jeostratejik üstünlüğü her daim emperyal güçlerin radarında olmuştur. Emperyal güçler Türkiye'nin bu özelliğini kendi çıkarları adına kullanabilmek için Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek zorunda kalmışlardır. Bu bağlamda her gücün farklı planı olduğu anlaşılmaktadır.
Siyonist İsrail'de bu kapsamda karaya saptlanan "Büyük İsrail" projesine karşı yeni bir plan olarak "Akdeniz Birliği" adı altında Kudüs'ün başkent olacağı "Yeni Roma" projesini gündeme getirmişti. Bu plana göre Akdeniz'e kıyısı olan ülkeler Akdeniz Birliği adı altında toplanacaktı. Bu birliğin ekonomik ayağı ise Doğu Akdeniz'deki enerji kaynakları olarak belirlenmiş ve bu aşamada bir çok Akdeniz ülkesiyle anlaşmalar yapılmıştı. Ekonomik gelir "EAS-MED" çerçevesinde hayata geçirilmek isteniyordu. Başta ABD ve İngiltere daha sonra ise Almanya bu durumu kabul edemezdi. Çünkü; bu proje yürürlülüğe girdiği taktirde bu üç küresel gücünde bölgeyle olan ilişkisi ve menfaatleri kesilecek, hegemon güç mücadelesinde büyük yara alacaklardı.
İsrail'deki iç çekişmelere çok fazla girmek istemediğimi belirterek kısa bir izahâte ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Bu bağlamda İsrail'de üç gücün mücadelesini görüyoruz. Bunlar: Küresel Sermaye sahibi Rockefeller, Siyonist sermayenin başı Rothschild ve Angolasakson ittifakı olarak ABD/Pentagon-İngiltere birlikteliğinin mücadelesi hem ABD'de hem de İsrail'de devam etmektedir. Rothschild ve Pentagon'un küresel sermaye/Rockefeller'e karşı bir çok alanda ortaklığı görünmektedir.
"Akdeniz Birliği" projesinin sahibi her ne kadar Rothschild olsada Rockefeller'in bu projeyi üstlenmesi hamlelerine karşı Rothschild'in Pentagonla birlikte Yüzyılın Anlaşması projesine angaje olduğunu görmekteyiz.
Küresel sermaye/Rockefeller'in önünü kim kesebilirdi?
Tabii ki bölgenin jeopolitik ve jeostratejik üstünlüğünü elinde bulunduran Türkiye..
Yalnız, Türkiye'yi Libya'da sahaya sürmenin meşru sebepleri olmalıydı.
Libya özelinde yaşanan gelişmelere küresel dengeler bağlamında baktığımızda ABD ve İngiltere'nin hedefinin Libya'daki Rockefeller ve AB güçlerinin pasifize edilebilmesi üzerine kurgulandığını görüyoruz.
Kaddafi'nin öldürülme nedeni, daha doğrusu Çin ve Rusya'nın Kaddafi'nin infazına onay vermesi küresel güçlerden birine biat etmeyip 'Afrika Birliği' adımları atmasıydı. Kaddafi'nin son zamanlardaki başına buyruk halleri onun sonunu getirmişti.
Libya'da işlenen temel strateji ise Türkiye ve Rusya'nın askeri açıdan bölgede ağırlıklarını hissettirerek diğer güçlerin sahadan silinmesini sağlamaktı; Suriye'de olduğu gibi...
Bu esnada ABD'nin Mısır'ı, Rusya ve Almanya'nın ise İtalya'yı Truva Atı olarak Libya'da kullanmak istediğini gözlemleyebiliyorduk. Fransa ise Almanya ve Rusya'nın İtalya'yı seçmesi nedeniyle Libya'dan yavaş-yavaş tasfiye ediliyordu. Almanya'nın Libya'daki hedefi ise Fizan bölgesinde bulunan güneş enerji sistemleri yatırımlarının devamını sağlayıp AB'nin enerji ihtiyacını karşılamak ve Avrupa'nın göç almasının önüne geçebilmekti.
Türkiye Libya'daki denkleme girmeden önce Rusya Libya'da askeri ve siyasi olarak uzun zamandır sahada olduğu için bu denkleme Türkiye'nin de girmesi gerekmekteydi. Bu çerçevede Türkiye-Libya MEB anlaşması gündeme geldi.
Çünkü; ABD ve İngiltere Türk Askerini Libya'da görmek istiyordu, bu onlar için olmazsa olmaz bir mecburiyetti..
Neden mecburiyet?
Türkiye Libya'da tezkere öncesi zaten vardı. Gerek İHA ve SİHA'larla, gerekse de bölgeye gönderdiğimiz milis güçleriyle sahadaydık. Ancak, Libya'daki diğer güçlerin itilebilmesi ve olası bir savaşın önüne geçilebilmesi için bunun resmiyet kazanması gerekiyordu. Bölgeye Türk Askeri intikâl ettiğinde kimse Türkiye'yi direkt olarak karşısına alamayacağı için (çünki bunlar vekalet savaşları) Libya'da denge sağlanmış olacaktı. Bu sayede de bölgedeki diğer aktörler yavaş-yavaş pasifize olacak ve Libya konusu masada tutulacaktı.
Bu bağlamda Türkiye'nin tezkere karşılığında MEB anlaşmasını kotardığı anlaşılmaktadır. Anlaşmanın bizim için de faydaları bulunmakla birlikte yapılan en akıllıca hamle Libya'ya askerden ziyade on bine yakın Suriyeli savaşçıyı göndermek olmuştur. Yüksek sayıda Türk askeri bölgeye gitse ve sıcak çatışmaya girse idi bunun vebalini hiçkimse ödeyemezdi. Sonuç olarak akıllıca bir hamleyle vekil savaşçılar kullanıldı. Türkiye bu sayede Libya sahası ve Sahra Üstü Afrika bölgesine alt-emperyalist güç olarak girmiş ve sahadaki yerini almıştı. Bu durumun uzun vadeli bir plan çerçevesinde kabul edildiği anlaşılmaktadır.
ABD ve AB için ise Hafter ideal karşıt güç olarak yerini korumaktadır. Hafter Libya'da bunca olay yaşanmasına rağmen petrol kuyularının zarar görmesine müsade etmemişti. Ve Hafter'in savaştığı güç batıda islamcı terörist grup olarak değerlendirilmekteydi. Ancak Hafter'in rahatsızlığı biliniyor. Ölümünün yakın olduğu düşünüldüğü için şimdiden farklı isimler üzerinde görüşmeler yapıldığının bilinmesi gerekir.
Libya meselesini bu açıdan değerlendirdiğimizde başta ABD olmak üzere İngiltere ve Almanya'nın da Libya'da istikrarsızlığın devam etmesini istediği anlaşılmaktadır. Almanya Fransa'nın Libya'daki ağırlığından rahatsız olduğu için İtalya ve Rusya'ya el altından destek çıkmaya devam ediyor. En nihayetinde Libya'nın bölünmesi kesin sonuç olarak değerlendirilebilir. Bu bölünme de Libya'nın Batı, Doğu olarak ikiye ayırması beklenebilir. Almanya çok ısrarcı olursa Libya'nın güney batısında da farklı bir yapılanma görebiliriz. Bu kez üçe bölünmüş bir Libya ortaya çıkacaktır.
Türkiye'in son zamanlarda Libya, İdlib ve Doğu Akdeniz'deki etkinliği de Covid-19 sonrasını doğru okumasının bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Anlaşılan o ki; Türkiye iktisadi tıkanıklılığını da Kas/Ordu gücüyle gidermek istemektedir. Sahadaki etkinliğin masada iktisadi alanda kullanılacağı aşikardır.
Konuyu daha fazla uzatmadan yazımı burada tamamlamak istiyorum.
Saygılar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.