Kerime Yıldız
ÖKSÜZ AHMETLER
Şubat, çiğdem ayıdır. Çiğdemin diğer adı, öksüz oğlan. Zor yerlerde, zor zamanlarda açıp tutunduğu için böyle dendiği rivâyet edilir. Çiğdem, tasavvufta gurbeti temsil eder.
Çiğdem ayında iki öksüz Ahmet’in hikâyesini paylaşmak istiyorum.
………
“Dedem, Ehmed emimi yanından hiç ayırmamış. Odasında yatırmış hep.”
Yatağında hâtıraların hücûmuna uğrayan seksen beş yaşındaki annemi dinliyorum.
“Dedem, ölünce ahıra attılar.”
“Nasıl yâni?”
“Orda yattı. Babaannem, çorbasını götürüp içirirdi.”
“Yatak var mıydı?”
“Vardı.”
“Kaç yıl orada yaşadı?”
“Dört beş yıl.”
“Niye attılar ahıra? Evde oda yok muydu?”
“Olmaz mı? Koymadılar işte!”
Ahmet, annemin amcası. Doğuştan hem bedenen hem zekâ özürlü. Yıllarca böyle ahırda bakmış annesi. Kocası ölünce oğullarına gelinlerine sözü geçmemiş.
“Sen hatırlıyor musun anne?”
Annem, Suşehri’nin bir yayla köyündeki çocukluk günlerine iyice dalıp gidiyor.
“Hatırlamam mı? Bi kere düştü. Babaannem ayağa kaldırırken, ‘Ölse ağlar mısın?’ dedim. ‘Öldüğüne değil de bu çektiklerine ağlarım.’ dedi.”
“Nasıl öldü peki?”
“Öldü işte. Zâten bir kalbur kemik kalmıştı. Kapının önünde yıkadılar. Babaannem, ‘Ehmeeed Ehmeeed! Ben senin dertlerini nasıl tüketirim!’ diye bas bas bağırıp ağladı.”
Sanki içime doğmuş gibi sordum:
“Hangi ayda öldü?”
“Ya gücük ya mart ayıydı.”
Öksüz Ahmet, çiğdem zamânı dünyâ gurbetinden kurtulup asıl vatanına gitmiş. Babasına kavuşmuş.
……
Sivas’a yaptığımız bir seyahat esnâsında Şarkışla yakınlarında arabamızın lastiği patlamıştı. Tesâdüfen baba ocağında olan arkadaşımızı aradık. Gelip bizi aldı. Araba tâmir edilirken misâfir etti. Yorgunluğumuzu atınca, “Sizi kardeşimle tanıştırayım.” dedi. Karşı odaya geçtik. Kardeşi yatağında tebessüm ederek karşıladı bizi. Doğuştan özürlüymüş. Dikkatimi çeken en mühim şey, ev halkının ona gösterdiği saygıydı. Evin şeref misâfiri, Allah’tan bir hediye bilmişler. Nasıl desem, koğuş ağası gibiydi. İki abla, evlenmeyip kardeşlerinin, anne babalarının hizmetine bakmışlar. Anne babanın, “Bize bir şey olsa bu oğlanın hâli nice olur?” diye bir derdi yok.
Şarkışlalı arkadaşa, annemin amcasının hâlini yazdım. Birkaç saat sonra aradı. “Bir Ahmet hikâyesi de ben anlatayım.” dedi.
Yıl 1942. Annemin dedesi, Erzincan depreminden birkaç yıl sonra öldüğüne göre bu târihte büyük amcamız Öksüz Ahmet, evinin yanındaki gurbette çilesini dolduruyor olmalı. O günlerde bizim köye yaklaşık 200 km uzaklıktaki Şarkışla istasyonuna uğrayan Erzurum Postası’ndan su içmek için inen başka bir Ahmet, treni kaçırmış. Sokakta yolunu kaybetmiş dolaşırken Durmuş dayı adında biri, evine götürmüş. Zekâ özürlü olan ve birkaç kelimeden başka bir şey bilmeyen Ahmet, evin baş köşesine oturtulmuş. Babasının öldüğünü ve âilesinden birkaç ismi biliyormuş sâdece. Soyadını ve Erzurum’daki köyünün adını, bir türlü hatırlayamamış. On veya on iki yaşında geldiği bu evde ölene kadar bakılmış. Durmuş dayı ölünce oğlu himâye etmiş. Yöre halkı da çok sevmiş Ahmet’i. Uğurlu bereketli olduğuna inandıklarından her ev kadını ekmeğinden bir parça yedirir, her erkek cüzdanından biraz para verirmiş. En dar zamanda Ahmet’i arar, ondan hayır duâ almak için yarışırlarmış. Ahmed-i Rıdvan’ın şu beyitindeki gibi müjdeci kabul etmişler Öksüz Ahmet’i.
Bahârun müjdevârı olduğıyçün
Olur her kimseye manzûr çiğdem
Öksüz Ahmet, seksenli yıllarda bir traktör kazâsında vefat etmiş. O da böyle kavuşmuş babasına…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.