Çidem Ayözger Ergüvenç
Onur (2)
Yaptığınız herhangi bir şeyden onur duymak, sizi onurlandıran durumun çevreniz tarafından takdir edilmesi ne büyük bir doygunluktur. Ufak tefek şeyler de sizin kendinizi onurlandırılmış hissetmemizi sağlayabilir, illâki ben de hepimiz gibi bu duyguyu zaman, zaman yaşama mutluluğuna erdim. Ama benim yaşamımda öyle bir olay olmuştur ki yüz kere dünyaya gelsem acaba bir kez daha aynı şeyi yaşayabilir miyim bilemem.
Okurlarımın bazıları otizmin benim için ne kadar önemli bir konu olduğunu ve bunun nedenlerini bilir. O yüzden bu yazımda bununla ilgili bir irdelemede bulunmayacağım. Yazmak istediğim beni çok onurlandıran bir anım.
Birkaç yıl önce Aile Bakanlığından bir telefon aldım; otizm, nedenleri, deneyim ve gözlemlerim konulu bir konuşma yapmam istendi. Tarif edilen yere verilen saatte gittim; 13:30 da. Yer Ankara Ulus Meydanından Anafartalar’a çıkan yokuşun hemen başında. Kızılay’dan gidiş yönüne göre Meydan’ın hemen sol tarafında ilk Meclis binası var; Atatürk ve çalışma arkadaşlarının toplantılarını yaptığı yer. Henüz Ankara Palas’ın karşısındaki büyük meclis bina yapılmamış, çalışmalar aslında ilkokuldan bozma bu binada sürdürülüyor. Cumhuriyetin kurulmakta olduğu ilk yıllar. Atatürk meclis toplantılarının dışında yakın arkadaşları İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kâzım Karabekir gibi birkaç kişiyle özel görüşmelerini ayrı bir salonda yaparmış; işte benim konuşmamı yapacağım yer. Salon gerektiği nispette yenilenmiş ama koltuklara ve özellikle Büyük Atatürk’ün konuşma yapmış olduğu kürsüye dokunulmamış. Bu durumu öğrenince sevinç ve heyecandan tüylerim diken, diken adeta dizlerim titreyerek kürsüye çıktım; kürsünün hemen, hemen her bir noktasına Ata’mın elinin değdiği yerler diye milim, milim dokunmaya çalıştım. Kendi kendime ne kadar şanslı olduğumu tekrarlayarak, bir insan kaç kez dirilse acaba bu onura ulaşabilir diye düşünmekten kendimi alamadım.
Dinleyenlerim Aile Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, büyük şehir ve bazı ilçe belediyeleri görevlileri. Yukarıda toplantı saatinin 13:30 olduğunu belirtmemin bir nedeni var. Ben bu çok anlamlı salonda, son derece özel bir kürsüden yaşamsal önem taşıyan bir konuda dinleyenlerimi aydınlatmaya çalışıyorum. Öğlen yemeğinden henüz kalkmış dinleyenlerimin bir kısmı baktım ki ben konuşurken uyuklamıyor mu? Bazı toplantılar insanı rehavete sürükler ama bu kadar önemli bir konunun böylesi anlamlı bir ortamda irdeleniyor olması insanları diri tutmaya yeter diye düşünüyorum. İlk önce mikrofonuma tırnağımla hafifçe vurup sanki hâlâ açık mı diye sınamışlıktan geldim ve uyuklayanlar uyanınca gözlerinin için şöyle bir baktım. Onlar fark etti ve uyandılar, bu kez başkaları uyuklamaya başladı; eh artık benim sabrımın da bir sınırı var. “Atatürk’ün silah arkadaşlarının oturduğu koltuklarda Atatürk’ün kürsüsünden sizleri son derece yaşamsal önem taşıyan bir konuda aydınlatmaya çalışıyorum ve üzülerek izliyorum ki bazı dinleyenlerim uyukluyor. Bir daha uyuyan birine rastlarsam kendisini bütün salona afişe edeceğim.” dedim; kimse bir daha uyumadı ben de konuşmamı sürdürdüm.
Bu değerli anı, kendimden kaynaklanarak duyduğum bir onur. Bir de dolaylı olarak duyduğum büyük bir onur var. İkinci cumhurbaşkanımız Sayın İsmet Paşa’nın değerli eşi Sayın Mevhibe İnönü’nün yaşamış olduğu ülkede doğmuş olmak.
Mevhibe İnönü Sergisi açılınca hevesle izlemeye gittim. Giysilerdeki, kullandığı eşyalardaki zarafet, sadelik ve şıklık hemen dikkatimi çekti; ancak daha önemli bazı şeyler beni fazlasıyla etkiledi. Sergilenen bir çift ayakkabı örneğin, dışı tertemiz, yeni zannedersiniz ama o kadar çok giyilmiş ki içindeki astar eprimiş. Besbelli şimdilerde yapıldığı gibi iki, üç giyişten sonra bir kenara atılmamış. Bir gece çantası gördüm ne kadar da zarif ama onun da çok fazla kullanılmış olduğu elle tutularak açılıp kapanırken yıpranmış olmasından belli. Geri kalan yerleri ise pırıl, pırıldı.
Bir kokteyl giysisi dikkatimi çekti, fotoğraflardan aklımda kalmış, hemen tanıdım; o da çok güzel ama yanında bir fotoğraf var. Mevhibe Hanımefendinin Büyük Atatürk’ün sağlığında gittiği bir baloda çekilmiş; aynı giysi, ancak bu kez yerlere kadar uzun bir tuvalet. Besbelli bu ülkesinin bütçesine saygılı hanımefendi aynı tuvaleti birkaç kez giydikten sonra daha işlevsel bir duruma getirmek için etek boyunu kısaltıp kokteyl elbisesi yapmış.
Mendilleri kenarındaki işlemelerle belli ki pek çok kez kullanılmış ama bugün bile alıp kullanasınız var.
Aklımda kalanlar bunlar, şu anda anımsayamadığım kim bilir daha nice güzellikler vardı. En çok etkilendiklerim bunlarmış besbelli.
Bu ülkede en yüce mevkide bulunan bir insanın eşinin ulusal servetimize sahip çıkarak gereksiz harcamalardan kaçınması, evinin bütçesinden harcama yaparmış gibi titiz ve dikkatli davranması, hiçbir sonradan görmelik sergilememiş olması genç Türkiye’ye örnek olmuştur. Bugünkü durum ise beni nasıl da üzüyor. Ne güzel bir ülke imiş Türkiye o zamanlar.
Eskiden devlet parasını insanlar kendi bütçelerini esirger gibi korurlardı. Annem de babam da yüksek öğrenimlerini ya da üst lisanslarını burslu olarak yapmışlar. Evimizde onlardan sıklıkla duyduğumuz şu sözler hâlâ belleğimdedir: “Bu fakir millet dişiden tırnağından arttırarak bize bu olanağı sağladı. Haklarını biraz olsun ödeyebilmek için elimizden geleni esirgememek ve boş israftan kaçınmak bizim boynumuzun borcudur.” Gerçekten de her ikisi de aslında konumları gereği yapabilecekleri her çeşit israftan kaçınarak devlet parasını yok yere harcamaktan büyük bir titizlikle kaçınmışlardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.