Onur Akbaş yazdı: FAİZ
Onur Akbaş yazdı: FAİZ
Mehmet mi Muhammet mi Ahmet mi ay şişko çocuk. Zeynep kendisini veya Aslı’yı ona yapacağı vaadiyle ikisini de buluşturur saatlerce oğlanla oturur, o günün akşamı evde Aslı ile ertesi sabah da Zeynep ile birlikte gırgırını yaparlardı. Az yemeğini yememişlerdi oğlanın…
ONUR AKBAŞ
“Ahmet Mithat Efendi’nin ahlakı, kitabına
uydurulmuş bir ahlaktır.”
A.H.TANPINAR
ESMA
Her zaman yemek masasının duvara dayalı tarafındaki sandalyeyi seçerdi. Mutfak duvarına yakıştırdıkları şampanya renginde laleli duvar kağıdını, sırf gündelik olarak evde yarım yamalak başına geçirdiği baş örtüsünün rengine uygun olsun diye seçmişti. Kocası uyumu severdi. İsterdi ki kendisini de her daim giyim ve kuşamı ile uyumlu görsün. Onun gibi olamazdı elbette. Hatta onun bu titiz ve düzenli hali karşısında her zaman kendisinin paspallığının ezikliğini içten içe hissederdi. Kuran öğretmeni olarak atandığı sene tanışmışlardı. Şimdiki kadar kafasının ön tarafı açık olmasa da seyrekti. O da o sene atandığı ilçenin bir kasabasına öğretmen olarak atanmıştı. Mütedeyyin biri olması, düzenli tertipli biri olması, şık olması, kendisine aşkla bağlanmasa da “evet” demek için yeterli sebeplerdendi. Arkadaşları Aslı ve Zeynep daha görür görmez onay vermişlerdi, çocuğa.
Bunları düşünürken gözleri kipil kipil etrafı süzen kocasının ağır ağır mutfak kapısından içeri girişini seyretti. Kocası masaya otururken “ Selamun aleyküm aşkım hayırlı sabahlar…” dediğinde esas duruşa vaziyeti alır gibi bir ara toparlandı ama her sabahki öpücüğü yanağında hissetmedi. Bir şey vardı bu gelişte. Yüzü her zaman asık gibi dursa da bir öpüşme, bir gülüşme onu yumuşatmaya yeterdi lakin on senelik evliliğin verdiği tecrübe bu sefer durumun pek de öyle olmadığını gösteriyordu. Acaba okulda mı bir şey olmuştu? Biri bir şey mi söylemişti kendi okulundaki tavırları ile ilgili? Ay yoksa tövbe geçmişe dair bir şey mi gitmişti kocasının kulağına? Aman canım ne varmış geçmişinde? Arı duru tertemiz namuslu bir ailenin kızıydı. Hem bu zamanda İmam Hatip gibi bir okulda Kuran öğretmeni olmak… Kimseyle ne adı çıkmıştı ne sanı. Bir vakit namazını sektirmemiş çocuklarına iyi bir anne olmuş, aklı başında memleketinden bir kocaya eş olmuş, biriydi. İyi de neydi her etrafında dönen ya da döndüğünü sandığı birtakım hadiselerde geçmiş aklına gelirdi. Bir ara derste talebelere Kuran okuturken Zilzal suresinin 8. Ayetine gelindiğinde başı dönmüş dersi zor bitirmişti. “Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” Orası malumdu. Herkes gibi kendisi de günahkardı ama neden hep bu durumda o ilçe ve o okul aklına geliyordu? “Hala konuşmuyor adam…” diye geçirirken içinden “Bal uzakta kaldı aşkım baldan da al.” Sözüne sadece “yok saol…” cevabını alıp da önünde sonunda hayatımlı aşkımlı bir şey duymayınca sandalyede iki yana sallandı. Büyük okuldaydı küçük de iki gündür babaannesinde kalıyordu hiç değilse çocuklardan biri olsaydı yanında da bir meşguliyet olsaydı. Direk adama odaklanıp ürkütmek de istemezdi. Zeynep öyle öğütlemişti onu. Kız bu işlerin ustasıydı. Ama güzel arkadaşlardı. Gır gır muhabbet…Kız bir de Afyonu biliyordu, oralıydı. Ne güzel ne deli dolu günler geçirmişlerdi. Hele Aslı… Bir ara ay neydi o oğlanın adı Mehmet mi Muhammet mi Ahmet mi ay şişko çocuk. Zeynep kendisini veya Aslı’yı ona yapacağı vaadiyle ikisini de buluşturur saatlerce oğlanla oturur, o günün akşamı evde Aslı ile ertesi sabah da Zeynep ile birlikte gırgırını yaparlardı. Az yemeğini yememişlerdi oğlanın… Ayyy yazık ya ama suç ondaydı hem Müslüman uyanık olmalıydı. Önce haline kılığına bir bakacaksın canım. Hem belki Allah bizimle onu terbiye ediyor olamaz mıydı? Derken arkasından açılan televizyondan gelen sesin yumruk gibi beynine indiğini hissetti. Aman ya rabbi televizyondan gelen ses o oğlanın sesi olamazdı. Rüya da mıydı? Ardından kocasının sesi bindi sesin üstüne:
- Esma bak bak! Bu oğlan sizin şu ilk görev yerindeki meslekçi değil mi gız!
Cümlesi bitmeden televizyona baktı. Ekranda İlahiyatçı akademisyen Mustafa Eğril yazıyordu. Ta kendisiydi.
- O kim yaaa. Ayy ne bileyim aşkım bilirsin erkeklerle konuşmuyordum. Çıkaramadım.
- Anaaa o yav o! Dur gumandayı ver bii…Vaayy anam vay adam prof olmuş. Ama Abdurrahman gil derdi. Manyak çalışkan çok okuyan bir oğlandı. Artarak yükselip ekrandan dökülen ses:
“….Bir öğrencime sordum. Neden Deistsin diye…Bakın şu manidar cevabı verdi: “Hocam bize dini telkin edenlerin yanlışlarını gördükçe şüpheye düşüyoruz. Demek ki bu din veya başka dinler doğru insan tipini yaratamamışsa ya dinlerde bir sorun var ya bizde… Ya da ne bileyim Tanrı tasavvurunda…” efendim mesele temsil lakin bu öyle dış görünüşe dair değil… Ahlakla, hakkaniyetle ve Kur’anın telkin ettiği akılcı ve temiz bir yaşantıyla mümkün olacak samimi yani ihlaslı bir temsil..
- Adam doğru söylüyor, derken; Salih Esma’nın karnını tutarak lavaboya doğru gittiğini gördü.
- Aşkım neyin vaar? Geleyim mi derken lavabodan gelen boğuk ses gerek olmadığını söyleyince ekmeğini krem örtülü masa üstünde duran çiçek balı kasesine götürdü.
SALİH
İyi kızdı şu Esma… Lafı lafından sözü sözünden, babasıyla da iyi anlaşmışlardı. Adamın memleketinden evlenmesi gibi yoktu. Gerçi sabah kızı biraz soğuk karşılamıştı. Akşam biraderinden gelen telefon yüzünden morali alt üst olmuştu. Nargileciden eve geç geldiğinden Esma da uyumuş ona söyleyememişti. Başını tekrar ekrana çevirdi:
“-Yav bir haber izleyelim dedik bunar da bizim hocayı konuşturup duruyorlar sabah sabah teoloji meoloji baydı.” Diyerek sertçe kumandanın yukarı işaretli tuşuna bastı. Ekranın altında “Suriyeli mültecilerde artış olacak…” başlıklı yazıyı görünce kulaklarına jadar kızararak söylenmeye başladı:
“- Ah bu da muhalif ganal. Hemen milleti galeyana getirin..Nolmuş yani artıyorsa ulan bunar din gardeşi be din! Biz ırzlarına namuslarına sahip çıkmayacaaz da kim çıkacak!” diye söylenirken Suriye’de savaş başlamadan önce bekarlık partisi niyetine oraya gitme planı aklına geldi. Allahtan gitmemişti. Bir arkadaşından öğrenmişti Muta nikahı diye bir şey olduğunu. Günaha da girmeden hani… o esnada Esma’nın sesiyle irkildi:
- O Sabah kuşu açılmış da şakıyor… (Dudağını büzüştürerek) neye canın sıkıldı senin söyle bakim…
Bir süre kafasını tabağa eğdiği noktadan gözlerini çekerek, akşam biraderinin araba almak için çektiği krediden bahsetti. Esma durumun kendisiyle alakalı olmadığını anladığı sevincin heyecanını hüzne çevirirken biraz daha abartılı ve çığlıkla karışık sesi dışarı çıkarken elini ağzına kapatarak:
- Ama Faiz haraaaammm!
***
İkisi de kederli hallerini takınmış yüzleri ile bir birlerine baktılar bir süre, Esma ciddi tavrını takınarak:
- Aşkım bak, kardeşin bir şey diyemem sen de kocamsın ama beni yanlış anlama… Dediğin doğruysa ben onların sofrasına oturmam…Bak kızma kardeşin ama…
Salih iç çekerek:
- Ben de bitanem…Maalesef ben de sildim onu…
Biraz daha cesaretini toplayan Esma:
- Faiz haram yaa haram! Hem Peygamberimiz söylemiş…Hem Kur’anda Allah söylemiş…Tövbe tövbe…
Diye söylenerek masadaki boşalan tabakları makineye yerleştirirken o edebiyatçı, başı açık yoluk tavuk, kokana eltisiyle bir daha muhatap olamayacağının sevinci ile bulaşık makinesinin kapağını abartılı bir sertlikle kapattı ve aşk ile bir daha:
- Faiz haram! Haram! Çoluğuna çocuğuna nasıl yedireceksin onu!
Abdestini tazeleyip ezberini tazelemek niyetiyle lavaboya doğru yöneldi….
Kaynak: FAİZ - Onur Akbaş
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.