Onur Akbaş Yazdı: Şiir Koca Bir Sükûttur, Uçsuz Bucaksız
“Şair-i Azam” Abdülhak Hamid Tarhan kendi sanat telakkisi etrafında şiiri tarif eden şu ifadelerinde: “…bir hakikat-i müthişenin tazyiki altında hiçbir şey söylememek…” derken aynı şeyleri kast etmiyorlar mıydı?
En güzel ve hayale kapı aralayan hikâyeler bir yere gelince susan hikâyelerdir. Belki de Çehov bu yüzden sevildi suskun hikâyeleri ile… Tolstoy çocukluğunu, ergenlik dönemini ve ilk gençliğini bir kitapta toplayıp bunların bileşkesi olan hayat tecrübesini susma olarak açıkladı irfan dünyasına.
En samimi duyguların söylenmeyenler/söylenemeyenler olduğu fikri de ondaki bu sükût fikrinin yansımasıdır.
Mevlânâ’nın “Gönül sözü susmakla söylenir.” sözü de aynı şeyi ifade etmiyor mu? Bir dergide okumuştum bu hikayeyi: Bir gün annesi oğlunu elinden tutar Tasavvuf ilmini öğrenmesi için bir dervişin huzuruna getirir.
Ancak dergâhta bir usül vardır. Dergâhta konuşmak edebe muhalif davranmak şeklinde telakki edilir. Diline hâkim olma istidadının varlığı/yokluğu ilk gelenlere susma yasağı ile talim ettirilir burada.
Delikanlı şeyh huzurunda hizmete başlar. Günler, aylar gelip geçer. Delikanlı bu yolda terakki edip etmediği-bir başka tabirle olup olmadığı hususunda bir meraka düşer.
Bu merak içini yakıp kavurur. Ama konuşamadığı için de derdini şeyhine açamaz. En sonunda bunu dramatik bir yolla anlatmaya karar verir. Bu kararı uygulama fırsatı bir gün eline geçer.
Şeyhi bir gün bir bardak su ister müridinden. Mürit suyun üzerine bir tüy koyar. (Bu usul o dergahta: “Ben olgunlaştım mı olgunlaşmadım mı? Manasına gelirmiş.) Bu durumu gören şeyh delikanlının annesini çağırır ve kadına: “Hanım bu çocuğu al götür; senin oğlan pek geveze çıktı.” der. Ehl-i Tasavvuf aşk-ı hakikide terakkinin en önemli etkenlerinden biri olarak bu yüzden sükutu görüyor.
Bu yüzden hâkim olunacak üç şey arasında Hacı Bektaş-ı Velî dile hâkim olmayı telkin ediyor. Öyle ya, o yüzden Mevlânâ gönlün dil ile ifade edilemeyeceğini kast ederek: “Her zerrende iki yüz dil olsa da söylesen, gönül, yine de ifadeye sığmaz.” demiyor mu? Gönül işi biraz da susma işidir.
İlla ki seven sevdiğine sevgisini dili ile ifade etmek zorunda değildir ki, sevilen ona “neden ben” diye sorsun.
Bunu asrın dertli ve yaralı şairi Mehmet Akif ne güzel ifade eder. O mütevazılığının gereğini yerine getirip ifade edemediğini söylerken bile şu mısralar o ifade edilememezlik içinde öyle güzel ifadeleri saklıyor ki:
“Ağlarım ağlatamam, hissederim söyliyemem
Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım”
Ahmet Haşim: “Şiir biraz da susma işidir.” Derken ya da “Şair-i Azam” Abdülhak Hamid Tarhan kendi sanat telakkisi etrafında şiiri tarif eden şu ifadelerinde: “…bir hakikat-i müthişenin tazyiki altında hiçbir şey söylememek…” derken aynı şeyleri kast etmiyorlar mıydı? Onlar ki…Mağlubiyete ağıt yakmanın gevezeliğini bulamazsınız sükut adlı gölgeliğin altında otağ kuran sükuti sinelerde… O sineler ki sureta bir fert olsalar da siret saraylarında isyan adlı ordular beslerler, Kasımda görül(e)meyenin Martta elden çıkışına inat.
Bilmem kaçıncıyı bilmem kaçıncı kez kaybedişin doruk noktasında duyarsınız çığlıklarını…Onlar kendi asrının Fuzuli’sidir “hem- dert yok…” yokuşlarında. Aruzda, hecede, kalıpta kalıpsızda onların feryatlarını duyarsınız her asra uygun bir bestede…
Onlar sevgiyi en çok hak eden olarak anılmak payesinden fazlasını hak edenlerdir. Gönül ikliminde sadece kendilerinin günahlarının sorulmasına da sükût (isyan) ederler. İşte onlardan birisi:
“Daha doğar doğmaz kundak içinde
Hoyrat bakışlarla vurulan benim
Hesapsız kitapsız bir halk içinde
Her saat hesabı sorulan benim…”[1] Derken belki de bunları haykırıyordu.
Kim bilir o yüzden bu satırların yazarı da sükut denince sinesinden kopup gelen ve kendinden başkasına duyulmayan/duyuramadığı bir şarkının tarifini yapacak ve bu şarkının görünen/duyulan alemde yüreğindekine en yakın iki mısrasını yazısının sonuna şu şekilde iliştiriverecek:
“Dudağımda yarım kalan
Söylenmemiş son sözümdün
Baki olsa da ayrılık
Aşk her daim ölümsüzdür.”
Yazarın anlatmaya bir türlü başlayamadığı hikâyesi de burada biter ve söz yine sükûta düşer.[1] Abdurrahim Karakoç
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.