Nuray Başaran
Plebisiter otokrasi
Dün kaldığımız yerden devam edersek, 16 Nisan referandumunun siyasal sürecinin tamamlanacağı 24 Haziran seçimleri Türkiye için dönüm noktası.
Üstelik de bu dönüm noktası şu anda, ‘referandum ile yani halkın oyları sonunda getirildi’ diye düşünülse de buradaki sürecin en önemli eksikliği, bu konuda Anayasa Mahkemesi’ne başvurunun ‘OHAL gerekçesiyle’ görüşülememiş ve karara bağlanamamış olmasıdır.
Bu sonuç şu anda plebisit otokrasi durumudur. Referandum sürecinin bu nedenle hukuken tamamlanmamış olması ise referandumun kendi sonucundan daha çok önemlidir. Bunun tamamlanamama nedeni ise bir ülkede, ‘OHAL nedeniyle’ açıklanıyorsa, bu durum ancak plebisit otokrasi ile açıklanabilir.
Her ne kadar referandumların, demokrasi adına yapıldığı yönünde bir algısı olsa da, bilimsel ve gerçek tanımları çok farklıdır. Nitekim Sisi Mısır’da halk oylamasına başvurdu. Beşar Esad da aynı yolu izledi. Hatta bugün ‘diktatöryal Anayasa’ olarak tanımladığımız 1982 Anayasası da, referandum ve halkın desteği ile yürürlüğe girdi.
Kamu hukukunda yurttaşların egemenliğini belli bir kişiye bırakmak ya da egemenliği kullananların belli hareketleri hakkındaki görüşünü bildirmek üzere oy vermelerine “plebisit” denir.
Plebisit, demokratik halk oylamasından farklı bir özellik taşır. Hükümetler, plebisiti çoğunlukla, siyasi partileri devre dışı bırakarak doğrudan halka başvurma yolu olarak kullanır.
Plebisit, teşkilatlı ve partili muhalefeti etkisiz hale getirerek halk üzerinde hâkimiyet kurma imkânı verdiğinden, iktidarlarını meşrulaştırmak isteyen totaliter rejimlerce de kullanılabilmektedir. Hitler iktidara gelişinde ve iktidarını pekiştirmek için plebisitten faydalanmıştır.
Aslı Eski Roma’da pleb meclislerinin aldığı karar manasındaki plebiscifum’a dayanan plebisit, Fransa’da 1789 devrimi sonrasında halk hâkimiyetinin bir ifadesi olarak görüldü ve yaygınlık kazandı. Daha sonraları milletlerarası problemlerin çözümünde de kullanıldı.
İstiklal Harbinden sonra sınırlarımız dışında kalan Hatay’da Cemiyet-i Akvam’ın kontrolünde, 15 Nisan 1938’de plebisit başladı. Fakat kanlı bir safhaya girdiği için devam edilmedi. Bundan sonra 22 Temmuz-1 Ağustos tarihleri arasında sükûnetle yapıldı. Neticede 35.847 Türk, 11.319 Alevi, 554 Ermeni, 1.845 Arap, 2.098 Rum Ortadoks ve 395 çeşitli seçmen ortaya çıktı. Böylece burada Hatay Cumhuriyeti kuruldu.
Hindistan ile Pakistan arasındaki 1947 Keşmir Anlaşmazlığı üzerine Birleşmiş Milletler, burada bir plebisit yaparak, halkın ne tarafa katılması isteğinin tespitine karar verdi. Halkın çoğu Müslüman olduğundan Pakistan’ı tercih edecekleri açıkça belliydi. Hindistan plebisite yanaşmadı. 1957’de Keşmir’i kendisinin bir parçası sayarak işgal etti. Bu günlerde Keşmir konusu tekrar gündeme gelmiştir. Keşmir aldığı bir kararla bağımsızlığını ilan ettiğini bildirdi.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Görünen o ki, her referandum ve her halk oylaması ile elde edilen sonuçlar demokrasiye katkı anlamına gelmiyor. Hatta hem halka gidip, hem ‘OHAL gerekçesi ile ‘en yüksek Mahkemenizin bu konuda hukuki karar alamaması nasıl açıklanabilecek bir durumdur? Kaldı ki, seçim sonrasında artık kaldırılacağı söylenen OHAL sonrasında, Anayasa Mahkemesi’nin bu başvuruyu değerlendirip reddetmesi ile referandumun iptali gündeme gelirse ne yapacağız? O zaman Türkiye batı kamuoyunda plebisiter otokrasi adı verilen anti-demokratik rejimlerden biri olarak gösterilmez mi? Bu 100. Yılını kutlamaya hazırlandığımız Türkiye Cumhuriyeti’ne büyük haksızlık olmaz mı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.