Çidem Ayözger Ergüvenç

Çidem Ayözger Ergüvenç

Sonbahar

Yahya Kemal Beyatlı’nın Eylül Sonu adlı bir şiiri vardır. “Günler kısaldı, Kanlıca’nın ihtiyarları bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları” diye başlar. Bu şiirin bir özelliği de şairin hece vezniyle yazdığı yegâne şiir olmasıdır. Bizim kuşak ve bizden öncekiler çok iyi eğitim aldık gittiğimiz okullarda. Şimdi liseyi yeni bitirmiş, bilgilerinin çok taze olarak belleğinde bulunduğunu varsaydığımız bir genç bırakın bu ünlü şairin şiirlerinden birkaç dizeyi ezbere bilmesini, ya da hece vezniyle yalnızca bir tek şiir yazmış olduğunu böyle bir şairden haberdar bile değildir. Eskilerin, daha doğrusu benim kuşağımın eskilerinin “elifi mertek sanıyor” diye bir deyişleri vardı; yanı zırıl cahil. Utanarak ve üzülerek bu çocuklar hakkında ben de bu deyimi kullanmak durumundayım. Suçlu kim? Ezberci eğitim sistemi mi, test usulünün onları muhakeme ve söz bilim yeteneğinden yoksun bırakması mı, ve daha birçok şey mi? Yoksa zavallı, mağdur öğrenciler mi suçlu! Biz ne ara böyle umarsız sorunlar arasında debelenen, zulüm gören bir toplum olduk?
Gelelim sonbahara. Günler kısalmaya başlayınca hep “Eylül Sonu” şiirini anımsarım. Küçük çocukluğumdan başlayarak sonbahar tuhaf bir şekilde içimi ısıtır. Doğanın, yaprakların büründüğü o güzelim renkler, farklılaşan kuş sesleri falan değildir beni ilk başta etkileyen. Şimdilerde o günleri kırsalda, köyümüzde geçirdiğimiz için köy komşularımızın yaktıkları odun sobalarının, anızın kokusu içimi ısıtır, düşler kurarım. Komşularımız çoluk çocuk sobanın etrafında toplanmış, bir yanda çay demleniyor, yanında henüz kestane çıkmadığı için yazdan kuruttukları mısırlar patlıyor. Evlerin içi sıcacık ama yıkanmak ya da tuvalete girmek sıkıntılı. Ne de olsa oralara odun sobasının gücü yetmiyor.
Gelelim benim çocukluğuma. Küçük yaşlarımda sobalı evde otururken, sonbaharda soba kurulmadan önce bahçede boyanırdı, borular yaldız. İlk yandığın da herkes yanık yaldız kokusu çıksın diye camı, pencereyi açar, ben sobanın dibine yanaşır o kokuyu çok sevdiğim için derin derin soluk alırdım. Hâlâ bu tuhaf kokuları pek severim, gaz kokusu, benzin kokusu, “tünel kokusu” diye adlandırdığım rutubet kokusu, badana kokusu ve daha neler neler.
Sobanın ilk kez yanışının ritüelini geçirdikten sonra ve sonbahar daha bitmeden evimizde bir balık furyası başlardı, ben ise balık kokusundan nefret ederdim. Sonbaharda uskumru, lüfer ızgara ve en çok da kalkan tava yapılırdı. Yanış anlamayın, biz Türkiye’nin en zengin ailesi değildik. Herkes bu balıkları rahatlıkla alıp yerlerdi. Acaba şimdilerde neden yiyemiyoruz ki?
Sonbahar hazırlığı olarak Istanbul’da geçirdiğimiz tatil sonunda bana ve ablalarıma Beyoğlu’ndaki ünlü ayakkabı mağazası Tanca’dan kışa hazırlık ayakkabılar alınırdı. Bana iki tane, bir tanesi çok güzel, öbürü bir asker postalı.
Sonbaharda evimize bolca portakal alınırdı. Benim kâbusum; suyu sıkılır, önce iğrenç bir balıkyağı ardından bir bardak portakal suyu; nasıl nefret ederdim anlatamam.
Sonbaharda okul kapımıza bir amca gelirdi; pandispanya, allı-güllü, horoz şekeri falan yanında ipe dizili avuç ve ayva satardı. Ayvayı sıralarımıza vurup yumuşatır sonra iki üç arkadaş ısırarak birlikte yerdik.
Okulumuzda kalorifer yandığında da bizim evimizdeki soba borularının boyandığı boya ile boyanmış, bu kez okul güzel kokardı. Eminim ki kendileri çok mutluydu ama ben yatılı okuyan arkadaşlarımız için elimde olmadan bir hüzün duyardım. Kendimi onların yerine koyar, geceleri anne babaları, kardeşleri ile birlikte olmadıkları için üzüldüklerini düşünürdüm. Oysa akranları ile sürekli yaşamak ne kadar da keyifli olmalı.
Sonbaharda Karadeniz’e gidin. Bu mevsimde doğu Karadeniz’i bilmiyorum ama orta Karadeniz bir renk cümbüşüdür. Yazın geçerseniz asla ayrımına varamayacağınız farklı farklı ağaçlar yapraklarını değişik renklere büründürerek bir tablo gibi gözünüzün önüne serer; Renk değiştirmeğe başlayan yapraklar bir şölen oluşturur. Açık sarı, koyu sarı, bakır rengi, kahverengi, hardal rengi, zeytin yeşili ve aklınıza gelebilecek bu renklerden oluşan bir ormanla karşılaşır, ayını ormanda bu kadar farklı ağacın yer bulmasına şaşarsınız.
Dönelim çocukluğumun sonbaharlarındaki Ankara Sakarya Caddesine. Balıkçılar sergilerinde çeşit çeşit balıkları “Canlı Balık” diye bağırarak satar. Her çeşit balık vardır ve herkesin gelir düzeyi bunlardan almaya yeterlidir. Balık tablalarının hemen yanında taptaze kıvırcık, turp, taze soğan, balıklara eşlik etmek için satışa hazırdır.
Şarküteriler vardır. Mevsimde yeni kurutulmuş pastırmalar, Apikoğlu sucukları satılır. Kimse, “ben bunlardan alırsam, sonraki üç ay nasıl geçinirim?” diye düşünmez.
Kestane çıkar. Sokakta kebap olarak satılır, yanında parası olan alır. O dakika yeterli parası olmayan, nasıl olsa pazardan alır evimde keyfimce pişiririm diye düşünüp çok da dertlenmez. Kestane henüz altın fiyatına satılmamaktadır.
Şimdilerde büyük kentlerde varoşlar dışında odun kokusu yok. Evler kaloriferlerle ısıtılıyor. Evin içindeyken sobanın üstünde pişen şeylerin kokusu, sobanın kendine has ısıtması hissedilmiyor. Ancak kalorifer yandığında gelen o ilk tıkırtı sesleri ile avunuyoruz.
Yağmurlar başlar. Büyük kentlerde genellikle insanların, özellikle çocukların ayaklarında su geçirmez pabuçlar vardır, onlar keyif olsun diye su birikintilerine girmeyi pek sever… Ve daha pek çok şey. O Türkiye nereye gitti?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.