YENİ CUMHURİYET PROGRAMI
Prof. Dr. Anıl Çeçen'in kaleminden "Yeni Cumhuriyet Programı"
Yirminci yüzyılın başlarında imparatorluklar dağılırken, ortaya çıkan ulus devletlerden birisi olan Türkiye Cumhuriyeti aradan bir asır geçtikten sonra, yirmi birinci yüzyılda yoluna devam ederek kurucu önderin bir hedef olarak ortaya koyduğu, sonsuza kadar var olabilme yolunda kendini yenilemek noktasına gelmiştir. Geçen yüzyılda, imparatorluklardan ulus devletlere geçildiği gibi, bu yüzyılda da ulus devletlerden sermayenin egemenliğinde küresel bir imparatorluğa şehirler ve eyaletler üzerinden gidilmek istenmektedir. Bütün diğer ulus devletlerde olduğu gibi, tekelci büyük şirketlerin öncülüğünde sermayenin küresel imparatorluğuna geçilmeye çalışılırken, Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti de çökertilerek dağıtılmaya çalışılmakta ve bu doğrultuda Balkanizasyonun Orta Doğuya getirilmesiyle hem bölgesel hem de küresel doğrultularda yeniden yapılanmaya doğru zorlanmaktadır.
Soğuk savaş sonrasında içine girilmiş olan küreselleşme döneminde tam çeyrek yüzyıl geride bırakılmıştır. Bu aşamada, bazı federasyonlar dağılmış ve zayıf ulus devletler çökme noktasına doğru istemeden sürüklenmişlerdir. Bu aşamada zayıf ulus devletler dağılma çizgisine doğru sürüklenirken, bazı güçlü ulus devletler de toparlanarak ve ortaya çıkan tarihsel fırsatları değerlendirerek, yeniden yapılanma yoluna gitmişler ve bu doğrultuda güçlenerek hem kendilerini korumuşlar hem de yeni dönemde kendi bölgelerinde daha etkin bir konuma gelebilmenin yollarını aramışlardır. Son yıllardaki gelişmeler sonucunda Çin, Rusya, Brezilya ve Hindistan gibi güçlü bazı ulus devletlerin kendi bölgelerinde millet imparatorlukları kurmaya yöneldikleri anlaşılmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı imparatorluğunun dağılması üzerine eski devletin merkezi topraklarında ilan edilen Misakı Milli sınırları içerisinde eski Osmanlı ahalisinin bir araya gelerek, batı emperyalizmine karşı vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşı sonucunda kurulmuştur. Cumhuriyet dönemi anayasaları topluca ele alındığında, devletin kurucu iradesinin ortaya Türkiye’ye özgü bir devlet modeli koyduğu görülmektedir. Emperyalist orduların saldırı ve işgal girişimlerine karşı cumhuriyet devletinin çatısı altında bir araya gelerek ulusal kurtuluş savaşı veren Osmanlı ahalisi, savaşarak uluslaşmış ve savaş sonrasında kendi ulus devletini kurma hakkını elde ederek, dünya haritası üzerinde bir yeni ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti siyasal yapılanmasını oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti, Türk ulusunu temsil eden kurucu önderliğin Türk ulusunun egemenliğini sağlama doğrultusunda kurulmuş bir kendine özgü devlet yapılanmasıdır. Türk anayasaları incelendiği zaman, Türkiye Cumhuriyeti’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu bugünkü anayasanın giriş bölümünde belirtilmektedir. Ayrıca, kuruluştan gelen bir doğrultuda Türk devleti, aynı zamanda Atatürk milliyetçiliği anlayışı çerçevesinde milli, üniter ve merkezi bir yapılanmaya da sahiptir. Başkent Ankara’da örgütlenen Türkiye Cumhuriyeti, ulusal sınırlar içerisinde kalan bütün vatan topraklarına eşit düzeyde sahip çıkarak kollarını ülkenin her köşesine ulaştırmaya çalışan ve her yerleşim merkezinde yaşamını sürdürmeye çabalayan Türk halkının, her türlü gereksinmesini kamu hizmeti anlayışı doğrultusunda karşılamayı ulusal görev olarak bilen bir vatansever anlayışın ürünüdür. Türk halkının Düveli- Muazzama adı verilen batının büyük emperyal güçlerine karşı vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşını zafere ulaştırması sayesinde, tam bağımsızlık düzeni içerisinde Türk ulusu diğer uluslara benzer bir biçimde kazanılmış haklara sahip olmuştur. Ulusal kurtuluş savaşının kazanılması sayesinde, bu durumun doğal sonucu olarak Türk halkı ve devletinin kazanılmış haklarına herkesin saygı göstermesi gerekmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin önceliği ilk olarak kazanılmış hakların bütünüyle korunmasıdır.
GENEL DURUM:
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana, yıllar geçtikçe ulusal kurtuluş savaşının getirdiği heyecan yitirilmiş ve zaman içerisinde coşku yok olmuştur. Zamanla umutlar boşa çıkmış ve tutunulan dallar kırılmıştır. Batı dünyasına yaklaşıldıkça çılgınca tüketme rüzgârı estirilmiş üreterek kazanma hevesi söndürülmüştür. Toplumun geleneksel dengeleri bozulmuş ve insancıl değerler yıkılmıştır. İçinde bulunulan coğrafyanın getirdiği ikilemler aşılamamış ve giderek kutuplaşmalar daha üst düzeylere tırmanarak kesinleşmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından gelen kamu yararı anlayışı bir yana bırakılmış, kamuya hizmet anlayışı terk edilmiş ve özel çıkarlar doğrultusunda kamu yönetimi yozlaştırılmıştır. Batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda dışarıdan bağımlı bir ekonomik yapı dayatılmış ve Osmanlının son döneminde olduğu gibi ülkenin yeniden yarı sömürge durumuna düşürülmesi doğrultusunda içeride bir düşünce terörü estirilmiştir. Batı hegemonyası geliştikçe, giderek sömürgeleşen ülkede niteliksizlik her alana yayılmıştır. Dış baskılar sonucunda zayıflayan devlet bünyesinde demokrasi cumhuriyeti kemirmeye başlamış ve bu durumdan cumhuriyet rejimi fazlasıyla yara almıştır. Soğuk savaş döneminde ve sonraki küreselleşme aşamasında, Türkiye dünyadaki yeri ve kimliği konularında şaşkına çevrilmiştir. Atatürk’ten Türk ulusuna yadigar kalan çağdaş cumhuriyet rejimi bu aşamada tasfiye edilme aşamasına getirilmiştir.
Her yönü ile bir çürüyüşe ve çöküşe mahkûm edilmek istenen Türk devletinin yeniden toparlanıp uluslararası alanda eskisi gibi güçlü bir var olma pozisyonu yakalanabilmesi için, Türk ulusunun ve devletinin bir diriliş çıkışı zorunlu olmuştur. Akla, bilime ve Türk halkının ulusal çıkarlarına uygun olacak bir yeni çıkış için, cumhuriyetin yenilenmesi ve bu doğrultuda ortaya bir yeni cumhuriyet programının konulması gereklilik kazanmıştır. Dünyanın tam ortasında devrimci bir atılım ile kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin eskisi gibi yeniden dirilebilmesi için, yarım kalan cumhuriyet devriminin cumhuriyetçi bir program ile tamamlanması gerekmektedir. Bütün dünya devletleri gibi dışarıdan bir küresel saldırı ile karşı karşıya kalan Türk devletinin, içinde bulunulan dönemi doğru değerlendirerek tam bağımsızlığı her yönden koruyacak bir ulusal çıkışa gereksinme bulunmaktadır. Yirminci yüzyılın ulus devletler çağını iyi değerlendiren Türk ulusunun, yeni yüzyılda da eskisi gibi yoluna devam edebilmesi için bir cumhuriyetçi atılım zorunlu görünmektedir. T.C. anayasasının başlangıcında belirtilen cumhuriyetin temel ilkeleri doğrultusunda yeni bir cumhuriyetçi programın uygulama alanına getirilmesi gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihten gelen siyasal birikimini gündeme getirerek, bugün gereksinme duyulan konularda yeni çözümler üretmek ve bunları zaman içinde uygulamaya aktarmak, Türk ulusunun karşı karşıya kaldığı beka sorununun giderilmesi için giderek zorunluluk kazanmaktadır. Demokrasi adına cumhuriyet devletinin tasfiyesini dayatan küresel emperyalizme karşı ulus devletin gücünü artırmak ama bunu yaparken de demokratik rejime bağlılığı koruyarak hareket etmek durumu, Türk ulusunun önüne yeni bir sınav daha çıkarmaktadır. Her türlü demokrasi dışı ve ara rejim meraklısı girişimlere halk egemenliği doğrultusunda karşı koyacak bir ulusal refleksin devreye girmesiyle, Türkiye Cumhuriyeti geleceğe dönük yeni yapılanmasını bir ulusal program çerçevesinde gerçekleştirebilecektir. Devletin kurucu önderi Atatürk’ten gelen devrimci birikim bugün de Türk ulusuna yön göstermektedir. Türk devleti ulusal kurtuluş savaşından gelen çağdaşlığa yönelme eğilimini öne çıkararak, yeni orta çağ özlemlerine karşı uygarlıkçı tutumunu sürdürecek ve Atatürk döneminde Halkçılık programı ile başlayan siyasal var olma sürecini bugün yeni cumhuriyet programı ile tamamlayarak yoluna devam edecektir. Yüzyıla yaklaşan bir dönemde var olan Türkiye Cumhuriyeti’nin gelecekte de varlığını sürdürebilmesi için devletin aksayan yönlerinin giderilmesi, toplumun karşı karşıya kaldığı sorunların çözülmesi, bugünün gelişmiş ülkeleri ile baş edebilecek düzeyde güçlü bir Türk devletinin yeniden yaratılabilmesi için cumhuriyetçi bir atılımı gerçekleştirecek bir cumhuriyet projesine acilen gereksinme duyulmaktadır.
A- ANAYASA VE DEVLET SORUNU:
“Türkiye Cumhuriyeti bugün hiç gerek olmadığı halde yapay bir çizgide anayasa arayışına yönlendirilerek, yeni anayasa üzerinden yepyeni bir devlet eskisinden çok farklı bir biçimde kurulmaya çalışılmaktadır. İstenen yeni bir anayasa değil yeni anayasa girişimi üzerinden yeni bir devletin kurulmasıdır. Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşından ve kurucu kadronun girişimlerinden kaynaklanan ulusal, üniter, merkezi, demokratik, sosyal, laik bir hukuk devleti modelinin öncelikle korunması gerekmektedir. Özerklik, eyalet sistemi, başkanlık rejimi ya da federasyon uygulaması gibi bölgesel arayışlar ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kazanılmış haklarına dayanan devlet modelinin yeni anayasa yapımı sırasında değiştirilmesi, Türk halkının ulusal egemenlik ilkesine ve kazanılmış haklarına ters düştüğü için hukuk açısından mümkün olamayacaktır.
Devletin demokrasi esaslarına göre çalışması cumhuriyet rejiminin özüne ve ilkelerine hiçbir zaman aykırı olmamak durumundadır. Türkiye’nin bu aşamada yoğun bir karışıklık ortamı yaşaması dikkate alınarak, aynı anayasa ile dar boğazı geçmesi, emperyal devlet planlarına ya da hegemonya projelerine alet olarak dağılmaması için zorunlu görünmektedir. Şimdiye kadar Avrupa Birliği sürecinde yarısından fazlası değişmiş biçimde var olan şimdiki anayasanın içinden geçilen kritik dönemde uygulamada kalması, Türk ulusunun beklenmedik emperyal siyasal projeler ile karşı karşıya kalmaması için gereklidir. Küresel yayın organlarının yıllardır beyin yıkayarak Türk toplumunun yeri ve kimliği ile uğraşmaları yüzünden, halkın kafası karışmış ve alt kimliklerin hortlatılması ile de kurtuluş savaşından bu yana gelen antiemperyalist ortak rıza ve dayanışma ortadan kaldırıldığı için, Türkiye’nin bugünkü aşamada ayakta kalabilmesi için var olan anayasa ile kaos dönemini geride bırakması, ülke bütünlüğü açısından yaşamsal bir öneme sahiptir.
Avrupa Birliği Yerel yönetimler şartı Türkiye’ye kabul ettirilerek, Türk kentlerinin başkent Ankara’nın denetimi dışına çıkartılması iç ve dış egemen güçler tarafından dayatılmaktadır. Türk devletinin parçalanmamak ve kendi birliğini korumak için koyduğu şerhler kaldırılarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli bölgelerinin tıpkı Katalanya, Bavyera, Korsika ve İskoçya gibi ayrı devletlere bölünmesinin önü açılmak istenmektedir. Yerel yönetimlere kendi gelecekleri için karar alma yetkisi verilerek referandum ile bölünmeye giden yol açılmak istenmektedir. Başkent’teki ulus devletin insiyatifi dışına çıkarılacak yerel yönetimlerin, gelecekte eyalet ya da kent devletlerine dönüştürülebilmesi için küresel sermaye ve tekelci şirketler ulus devletlere baskı yapmaktadır. Bu nedenle yerel yönetimler özerklik şartı doğrultusunda merkezin denetimi ve yönlendirmesini son verilmek istenmektedir. Yerel yönetimlere başkentlerde bağımsız olarak dış ilişkiler kurma yetkisinin tanınması ile de devlet sayısı 200 ‘den 2000’e doğru artırılmak istenmektedir.
Tekelci şirketler küreselleşerek büyürken, ulus devletler kendilerine bağlı olan bölge ve kentlerin özerkliğe kavuşturulması ile parçalanmaya çalışılmaktadır. Devletin ana yükümlülüğü olan, adalet, güvenlik, maliye, diyanet ve dış işleri gibi bakanlıkların dışında kalan bakanlıkların kaldırılarak bunların görevlerinin tümüyle yerel yönetimlere devri kamu yönetimi reformu olarak ulus devletlere devredilmesi öngörülmektedir. Yerel yönetimler reformu görünümünde merkezi yönetimlerin tasfiyesi özerklik şartı ile gündeme getirilmektedir. Valilerin seçimle gelmesi, bölge meclislerinin kurulması, yerel yönetimlere vergi toplama ve mahkeme kurma yetkilerinin tanınması gibi yenilikler ulusal ve üniter devletleri federasyonlara dönüştürmenin aracı olarak kullanılmakta ve böylece yerelleşme üzerinden ulusal toplumlar parçalanarak yok edilmektedirler. Yerelleşmeye sivil toplumculuk da karıştırılırken, küresel şirketler diğer dernekler, vakıflar ve cemaatlar ile birlikte yerel yönetim meclislerinde temsil edilerek imparatorluk hegemonyalarını tesis ederlerken yerel yönetimleri başkentlerden kopartarak, küresel emperyalizmin önünü açmaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle, küreselci bir anayasa değişikliğine karşı çıkılması gerekmektedir.
Yerel yönetim reformu görünümünde merkezi devletlerin tasfiye girişimine karşı, ulus devletlerin merkezi ve ulusal yapılanmalarını güçlendirecek bir milli idari reforma acilen gerek vardır. Bu doğrultuda, ana yetki ve halk egemenliğinin dışında kalan bazı küçük işler ve bürokratik işlemler başkente ki karışıklığı önleme doğrultusunda merkezi idare tarafından yerel yönetimlere devredilebilir. Artan nüfusun gereksinmelerinin karşılanması çizgisinde yerel yönetimler güçlendirilirken, merkezi yönetimin zayıflamasına izin verilmemeli ve merkezi yönetim de bir milli idari reform ile güçlendirilerek, yerel yönetimlerin başkentteki devlet yapılanması çerçevesinde denetimleri sağlanmalıdır. Bu doğrultuda bir Yerel Yönetimler Bakanlığı kurulmalı ve yerel yönetimlerin merkezi devlet tarafından denetimi iç işleri bakanlığından alınarak yerel yönetimler bakanlığına devredilmelidir. Ayrıca, I921 anayasasının uygulanması sırasında kurucu idarenin devletin taşra örgütünü denetlemek üzere tesis ettiği umumi müfettişlik kurumu yeni dönemde genel valilik olarak gündeme getirilerek, yerel yönetimler bakanlığı ile yerel yönetimler arasında bir uygulama köprüsü kurulmalıdır. Merkezi devlet, genel vali aracılığı ile yerel yönetimler ve taşra örgütleriyle daha sıkı bir iş birliği içinde çalışabilir.
Büyük şehir uygulamalarının ikinci aşamada bütün şehir uygulamasına dönüştürülmesi ile yeni bir eyaletleşme dönemi başlatılmıştır. Ayrı bir kanun çıkarılarak bütün şehirlere dönüştürülen büyük şehirler şimdiden eyaletleşme yoluna giderek, merkezi devlet yapısını bozmaktadırlar. Bu nedenle, acilen yeni bir kanun çıkartılarak bütün şehir uygulamalarına son verilmesi gerekmektedir. Avrupa Birliği çatısı altında oluşturulmuş olan bölge devletlerinin zamanla eyaletlere dönüşmesi dikkate alınarak, Avrupa’da uygulanmayan yerel yönetimler özerklik şartının Türkiye’de kabul edilmesi öncelikle önlenmelidir. Avrupa devletleri protokolları imzalayarak bu tür yenilikleri kabul etmiş görünmektedirler ama kendi meclislerinden bu konu ile ilgili kanun çıkarmadıkları için bu tür uygulamalar kağıt üzerinde kalmaktadır. Türkiye’nin güneydoğusundaki sorun özerklik şartı ile değil ulusal ve üniter devletin merkezi yapılanmasının güçlendirilmesi ile çözüme kavuşturulabilecektir. Merkezi devlet ile birlikte vilayetlerin yapılarının da güçlendirilmesi sayesinde belediyeler üzerinden eyaletleşme eğilimlerinin önüne geçilebilecektir.
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesiyle birlikte, merkezi idarenin taşra örgütlenmesi de gündeme getirilecek milli idari reform sayesinde yeniden ele alınarak üniter devlet modeli çizgisinde güçlendirilecektir. Küresel emperyalizm ulus devletleri yeni demokrasi programları ile kontrolu altına alırken, ulus devletler de bağımsız yapılarını kuvvetler ayrılığı ilkesini güçlendirerek koruyabileceklerdir. Fransız devrimi ile bütün modern devletlere yayılan kuvvetler ayrılığı sistemi önümüzdeki dönemde güçlendirilerek, tek parti iktidarlarının devletleri parti devletine dönüştürmesinin önlenmesi yolunda kullanılabilecektir. Parti disiplini üzerinden yasama organında sıkı kontrol sağlayabilen güçlü tek parti iktidarlarının, parti devleti oluşturma doğrultusunda yargı organlarını da ele geçirmesine izin verilmeyecektir. Yargı en üstteki yüksek organlardan en alttaki birinci derece mahkemelerine kadar her türlü siyasal baskı ve yönlendirmenin dışında hareket ederek, siyasal iktidarlar üzerinde hukukun denetimini kuracaktır.
Ayrıca, I961 anayasasında var olan çift meclis sistemi, siyasal iktidarın denetimi ve frenlenmesi için batı ülkelerinde olduğu gibi cumhuriyet senatosunun kurulmasıyla yeniden tesis edilecektir. Senatoda yer alacak vilayet temsilcileri daha bağımsız hareket ederek yürütme üzerindeki yasama denetiminin daha etkin olmasını sağlayabilecektir. Vilayet senatörlerinin daha bağımsız hareket etmesi sayesinde, milletvekillerinin parti disiplini yüzünden genel başkan vekili olması önlenebilecek ve yasama organı halk egemenliği ilkesi doğrultusunda kendisinden beklenen yasama ve denetim görevlerini yerine getirebilecektir. İktidara gelerek yürütme yetkisini ele geçiren siyasal partilerin devleti tümüyle ele geçirmesi Senato aracılığı ile önlenebilecektir.
Küreselleşme döneminde zayıf ulus devletler çökerek parçalanma noktasına gelirken, güçlü ulus devletler ise zayıf olanların rekabet ortamından soyutlanmasıyla meydana gelen boşlukta daha da güçlenerek bölgesel devlet anlamında millet imparatorlukları yapılanmasını gündeme getirmektedirler. Birer milli devlet statüsündeki büyük alan devletleri giderek bir imparatorluk yapılanmasına doğru dönüşürken, Türkiye’de benzeri bir çizgide eski Osmanlı hinterlandında yeni bir imparatorluk arayışı içine sürüklenmiştir. Hiçbir karşılığı olmayan yeni Osmanlıcılık Türkiye’ye zaman kaybettirirken, hızlı hareket eden güçlü ulus devletler kendilerinin merkezinde yer aldığı millet imparatorluğu arayışı içerisine girmektedirler. Türk devletinin bu gibi oluşumlara karşı da kendi yapılanmasını daha da güçlendirmesi gerekmektedir.
Bir milli idari reform ile devlet yapısı daha da büyütülerek güçlendirilirken yeni bakanlıkların kurulmasına da öncelikli bir biçimde yer verilmelidir. Zaman içerisinde ortaya çıkan yeni durumlar ve sorunlar dikkate alınarak devletin değişen koşullara uyum sağlayabilmesi için yeni bakanlıklar kurulmalıdır. Bu doğrultuda, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı, İletişim Bakanlığı, Dış Ekonomik İlişkiler Bakanlığı, Göç Bakanlığı ve Dış Türkler Bakanlıklarının devletin kamu hizmetlerinin daha iyi görülebilmesi için acilen kurulması gerekmektedir. Halen var olan Avrupa Birliği bakanlığı gibi bütün dış Türklerin yaşadıkları ülke ve bölgeler dikkate alınarak bir Avrasya Bakanlığı da kurulabilir. Ayrıca yukarıda belirtilen Yerel Yönetimler Bakanlığı da yeni bakanlıkların içinde yer almalıdır. Kültür ve Turizm Bakanlığı eskisi gibi ikiye bölünmeli ve Kültür Bakanlığı, bir Milli Kültür Bakanlığı olarak yeniden düzenlenerek yarım kalan uluslaşma sürecinin milli kültürün güçlendirilmesi sayesinde tamamlanması sağlanmalıdır. Dünyanın en büyük Turizm merkezlerinden birisi olan Türkiye’nin Turizm bakanlığı da daha geniş ve etkili bir biçimde yeniden düzenlenmelidir. Her bakanlığın daha güçlü örgütlere sahip olması, bakanlıkların yetkilerini artıracak yeni yasal düzenlemeler aracılığı ile sağlanmalıdır.
Merkezi devlet yapılanması yerel yönetimler ile birlikte güçlendirilirken, devletin taşra yapılanması yeniden ele alınmalıdır. Küresel çağın moda olan eğilimleri doğrultusunda bölgelerde ayrı devlet yapılanmaları dışarıdan zorlanırken, merkezi devletin sınırları içinde kalan bütün toprak parçalarının ulusal ve üniter devletin kendi halkı ile bütünleşmesi sağlanmalıdır. Bunun için çeşitli bölgelerdeki alt kimlikçi yapılanmalara karşı ülke birliğinin korunması doğrultusunda üst kimlik olarak Türklüğü benimsemiş olan vatandaşların devreye girerek, ülke içindeki kopma eğilimlerine karşı denge kurmaları sağlanmalıdır. Türklerin Türkiye’ye yeniden yerleşmeleri sağlanarak Türk toprakları ile Türk vatandaşları arasında kopmaz bağlarla yeni bir tür birliktelik devletin yeni bir yaklaşımı olarak geliştirilmelidir. Devletin taşra örgütü bu doğrultuda yenilenirken, bazı yeni vilayetler giderek büyüyen ilçeler üzerinden kurulabilir ve bu yeni il merkezlerinin büyük kentlerin varoşlarında sürünen halk kitlelerinin yerleşerek çalışma olanaklarına kavuşabileceği birer cazibe merkezi konumuna gelerek, ülkenin bütün bölgelerinin yeniden bütünleşmeleri doğrultusunda önemli katkılar sağlayabilirler. Tarım, endüstri, turizm, kültür ve sağlık alanında kentlerin uzmanlaşmaları sağlanarak, yeni cazibe merkezleri üzerinden toplumsal bütünleşme güçlü bir biçimde yeniden gerçekleştirilebilir.
Ankara merkezli yeni bir yapılanma planı sayesinde, Türklerin Türkiye’nin her köşesine yeniden dengeli bir biçimde yerleşmeleri sağlanarak, yeni kurulacak Göç Bakanlığı aracılığı ile iç ve dış göçler yolu ile yeni gelen insan topluluklarının ülkenin bütünleşmesine katkı sağlayacak düzeyde bir yeni yapılanmanın önü açılmalıdır. Savaşların çökerttiği komşu ülkelerdeki ezilen halk kitlelerinin göçler yolu ile Türkiye’ye gelmeleri gibi bir durumun ülkede üç milyondan fazla insanın ihtiyaçlarının karşılanmasını zorladığı bir noktada, Türk devleti de tıpkı Osmanlı devleti gibi nüfus kaydırması ya da tehcir gibi uygulamalar ile ülke bütünlüğünü korumaya öncelik verecektir. Osmanlı devleti merkezi coğrafyayı kontrol ederken, nüfus hareketlerini dikkatle izleyerek, bu gibi gelişmelerin ülke de bölücü bir gelişmeye neden olmaması için önlemler almıştır. Aynı bölgede kurulmuş olan Türk devleti de benzeri önlemleri alarak ülke ve devlet birliğini koruma hakkını kullanacaktır. Üç kıta arasında yer alan merkezi alandaki emperyal gelişmeler ve nüfus hareketlerinin yeni devlet yapılanmalarını zorladığı için merkezi konumdaki Türk devletinin varlığını sürdürebilmek için kendini koruyucu önlemler alması gerekmektedir.
B- ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE DIŞ POLİTİKA
Yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki dünya savaşı sonrasında iki kutuplu bir düzen meydana gelmiş ve yirminci yüzyılın son yıllarına kadar bu devam etmiştir. Bu aşamada kuzeyde var olan Sovyet tehdidi yüzünden Türkiye batı bloku içerisinde kendi güvenliğini sağlamaya çalışmış ve bu yüzden Nato üyesi olmuş ve bu doğrultuda İsrail’in kurulma aşamasında, Amerikan ordusu merkezi alanda İngiltere sonrası dönem ve yeni kurulan İsrail’in güvenliği için daha üst düzeyde bir hegemonya düzeni oluşturmaya yönelmiştir. Bu aşamada batının ileri karakolu haline gelen Türkiye sosyalist bloka karşı batı bloku tarafından kullanılmıştır. Sovyetler Birliğinin yıkılması üzerine dünya düzeni değişmiş ve iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiş aşamasına gelinmiştir. Batı blokunun üstünlüğünün devam edebilmesi için ABD’nin süper güç olarak tek kutuplu dünya düzeni arayışı küreselleşme döneminin ana hedefi olmuştur. Ne var ki, çeyrek asırlık bir zaman dilimi içinde bütün dünyaya ABD merkezli tek dünya düzeni dayatılması sonuç vermemiş ve tek kutuplu küresel sermaye imparatorluğu bir türlü kurulamamıştır. İMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların yoğun çaba sarf etmesine rağmen tek kutuplu dünya düzeni oluşturulamamıştır.
Tek kutuplu dünya düzeni ile birlikte bunun uzantısı olarak gündeme getirilen bölgeselleşme projeleri olarak, Avrupa Birliği süreci durmuş. Büyük Orta Doğu Projesi istendiği gibi yürütülememiş ve bunun arkasına gizlenen Büyük İsrail Projesi ise hepten iflas etmiştir. Ayrıca ABD’nin dolaylı yollardan geliştirdiği Avrasya stratejisi de Afganistan ve Pakistan üzerinden başarısızlık ile sonuçlanmıştır. Soğuk savaş sonrasında gündeme getirilen beş büyük emperyal proje iflas ederken, batı merkezli dayatmalara karşı büyük dünya devletlerinden tepkiler gelmeye başlamış ve bu doğrultuda Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin bir araya gelerek batı karşıtı bir blok olarak BRİC yapılanmasını gündeme getirmişlerdir. Ayrıca, Brezilya merkezli Dünya Sosyal Forumu, batı merkezli Dünya Ekonomik Forumuna karşı bir alternatif olarak öne çıkarılmıştır. Çin’in öncülüğünde Şangay İş birliği Örgütü, Rusya’nın öncülüğünde Bağımsız Devletler Birliği ve Kollektif Savunma Örgütü, Brezilya’nın öncülüğünde Güney Bankası ile Çin’in öncülüğünde Asya Yatırım Bankası gibi oluşumlar da hep batı kapitalist blokuna karşıt alternatif bir çizgide geliştirilerek devreye sokulmuşlardır. Afrika Birliği çatısı altında bir araya gelen Afrika ülkeleri de batılı emperyalistlere karşı bir araya gelerek kendilerini koruma doğrultusunda bir kıtasal dayanışma düzenine yönelmişlerdir.
BRİC blokunu oluşturan Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya gibi dev ülkeler kendi bölgelerinde merkezi güç olmaya yönelirken, dünya hem çok kutuplu bir yapıya doğru yönelmiş hem de bu büyük devletler kendi bölgelerinde millet imparatorluklarına dönüşerek, yeni dünya düzeninin alternatif bir çizgide oluşturulması için çaba göstermişlerdir. Küreselleşmenin durması beraberinde karşıt bir oluşum olarak bölgeselleşmeyi getirince, büyük ulus devletler kendi bölgelerinde millet imparatorluklarına yönelerek çok kutuplu bir yeni yapılanmayı öne çıkarmışlardır. Batı merkezli emperyal senaryolar iflas edince, İngiltere ve Fransa tekrar eski sömürgelerine yönelerek kendi millet imparatorluklarını kurmuşlardır. Almanya ise Atlantik güçlerine karşı koyan güçlü yapılanması ile bir orta Avrupa devi haline gelerek Avrupa Birliğinin mutlak egemeni konumuna gelmiş ve kendi millet imparatorluğunu Avrupa Birliği üzerinden geliştirmiştir. Böylece, dört BRİC ülkesine karşılık ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya ‘da kendi millet imparatorluklarını gündeme getirerek çok kutuplu dünyanın daha da karışık bir yöne kaymasına yol açmışlardır. Doğu ve batı dünyalarında ortaya çıkan sekiz millet imparatorluğundan sonra, merkezi coğrafya da Türk Birliği, Arap Birliği ve Şii Birliği gibi üç yeni oluşum da kendiliğinden gündeme gelmiştir. Saddam’ın öldürülmesi dolayısıyla meydana gelen hegemonya boşluğunu hızla dolduran İran, merkezi alanda Şii Birliğini beş ayrı İslam ülkesinde etkisini artırarak fiilen oluşturunca, bölgeye sonradan gelen İsrail İran düşmanlığını tırmandırarak, savaş yolu ile Büyük İsrail Projesinin önünü açmaya çalışmıştır.
Bir ön Asya devleti olan Türkiye’nin Orta ve Kuzey Asya’da yer alan Türk devletlerini bir araya getirerek bir Türk Birliğini oluşturması batılı emperyal güçlerin müdahaleleri nedeniyle giderek zorlaşınca bu kez orta dünyada var olan yirmi beş Arap ülkesinin bir araya gelmesi bir Arap Birliği kurmak için zorunlu olmuş ama gene batılı ülkelerin Arapları sonuna kadar bölmeleri yüzünden, merkezi alanda bir Arap Birliği de kurulamamıştır. Doğu ve batı bölgelerinde oluşan sekiz ayrı millet imparatorluğuna merkezi alanda Türk-Arap-Şii birliktelikleriyle oluşturulacak üç yeni millet imparatorluğu gündeme gelmiş ama bölgede etkin olan batı emperyalizmi buna izin vermeyerek Araplar, Türkler ve Acemler arasında bir yarışı gündeme getirmişlerdir. İşte böylesine yaygın üç büyük millet imparatorluğu oluşumunun önlenebilmesi amacıyla batılılar bir yandan mezhep savaşlarını kışkırtırken, bir savaş devleti olarak kurulmuş olan İsrail’in terörü, etnik kavgaları ve cemaat kavgalarını kışkırtarak bölgedeki devletlerin yıkılmasına yol açan pan-siyonizm uygulamaları da Büyük İsrail imparatorluğunun kurulması doğrultusunda yönlendirilmeye çalışılmıştır. Merkezi alandaki üç büyük millet imparatorluğu oluşumunun önünü kesmek üzere İsrail, Büyük İsrail İmparatorluğu oluşumuna yönelmiş ve bu doğrultuda terör üzerinden bölge devletlerinin yıkımı sağlanarak, oluşturulacak küçük devletçiklerin Kudüs’e eyalet olarak bağlanacağı, bir Orta Doğu Birleşik Devletleri yapılanması Amerika Birleşik Devletleri’ne benzer bir çizgide kurulmaya çalışılmıştır.
Merkezi coğrafyanın merkez ülkesi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Arap ya da Şii Birliği içinde yer alması düşünülemeyeceği gibi, Büyük İsrail projesine alet olarak küçük eyaletlere bölünmesi de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar olabilmesi açısından düşünülemeyecek bir durumdur. Bu durumda , dünyanın orta alanındaki yeni devletleşme projelerine karşı , Türkiye’nin öncülüğünde bölge devletlerinin bir araya gelerek dayanışma içerisinde bir Avrupa Birliği ya da Afrika Birliği gibi ,aynı doğrultuda bir Merkezi Devletler Birliğinin oluşturulması, hem merkezi devletlerin korunması hem de bunlar arasında bir bölgesel yapılanmanın Avrupa’da olduğu gibi gündeme getirilerek emperyalist ya da Siyonist müdahalelerin bölge devletleri üzerinde baskısının önlenmesi açısından önemlidir . İngiltere’nin Yakın Doğu Konfederasyonu, ABD’nin Büyük Orta Doğu, İsrail’in Büyük İsrail Projelerine karşılık, Türkiye Cumhuriyeti devleti de kurucu önder Atatürk’ün yolundan giderek, bölgenin diğer önemli devleti olan İran ile bir araya gelerek yeni bir Sadabat Paktını Merkezi Devletler Birliği olarak ortaya koyabilmelidir. Azerbaycan’ın başkentinde ikinci Bakü Kongresi toplanmalı ve soğuk savaş sonrası dönemde merkezi alandaki devletlerin bir araya gelerek kendi ve bölge güvenlikleri için bir bölgesel ittifakın temelleri atılmalıdır. Bakü’nün merkez olacağı bölgesel ittifakta Türk-İran ortaklığının temelini oluşturacağı bir bölgesel birlik içinde Irak, Suriye, Azerbaycan ve Gürcistan gibi komşu ülkeler katılmalıdır. Altı bölge devletinin oluşturacağı merkezi Devletler Birliğinde Nato benzeri bir güvenlik örgütlenmesi de Cento adı ile yapılmalı ve böylece ikinci kez merkezi devletler bir güvenlik örgütünün şemsiyesi altında bir araya gelerek hem teröre hem de üçüncü dünya savaşı girişimlerine karşı çıkmalıdır. Merkezi alandaki çekişmelerin sonucu olan terör giderek bir üçüncü dünya savaşını tırmandırırken, Atatürk’ün ana ilkesi olan yurtta ve dünyada barış ilkesi bu kez komşular arasındaki dayanışma sayesinde Orta Doğu bölgesinde de uygulanabilmelidir. Böylece, doğu ve batıda oluşan sekiz büyük millet imparatorluğunun orta dünyayı ele geçirmelerini önleyecek bir büyük devlet yapılanması merkezi devletler birliği oluşumu sayesinde önlenerek merkezi alana barış getirilebilecektir.
Atatürk’ün dış politikasının, İran ile ortaklık, Rusya ile dostluk ve batılı emperyalist ülkeler ile mesafeli ilişkiler esasına dayandığını, Türk devletini yönetenler iyi bilmek durumundadırlar. Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik konumu iyi bilen Türk hükümetleri Türkiye’yi içine sürüklendiği çıkmazdan kurtarabilecektir. Sovyetler Birliği zamanında dış dünyaya kapalı kalan Türk dünyası ile yakın ilişkilerin önümüzdeki dönemde öncelikli olarak ele alınması gerekmektedir. Türkiye’nin doğuya açılımının İslam dünyası çizgisinde yapılması cumhuriyetin laik devlet yapılanmasını devre dışı bıraktığı için Türkiye giderek Arabistan’a benzemektedir. Türkiye’nin doğru çizgide doğuya açılımının Türk dünyası üzerinden olması gerekmektedir. O zaman Anadolu yarımadası üzerinde Türklük tartışma konusu olamaz, Türkiye Cumhuriyeti çağdaş devlet modeli ile diğer Türk devletleri için örnek bir ülke konumuna gelebilir. Dünyanın merkezinde Türkiye Cumhuriyeti’nin yoluna devam edebilmesi ve millet imparatorluklarının saldırılarına karşı ayakta kalabilmesi için, Türk devleti kesinlikle Türk dünyası üzerinden doğuya açılmalıdır.
Türkiye dünyanın jeopolitik merkezinde yer aldığı bilinci ile hareket ederek doğu-batı ve kuzey-güney dengelerine dikkat etmek zorundadır. Bu dört yönden gelecek tehdit ya da saldırılara karşı Türkiye Cumhuriyeti diğer yönlerdeki komşuları ya da müttefikleri ile iş birliği yaparak çok yönlü bir dış politika üzerinden kendini güvence altına alabilmelidir. Türkiye Avrupa Birliğine üye olarak alınmayacağını bilerek Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeli ve Avrupa dengelerini Arap ve İslam ülkelerine karşı kullanabilecek düzeyde esnek bir diplomasi ile Türkiye bulunduğu yerdeki güçlü konumunu koruyabilmelidir. ABD ile ilişkilerde Türkiye hiçbir zaman askeri üs ya da sınır karakolu olarak kullanılmamalı ve savaş alanlarına piyon ya da taşeron konumlarında sürülmemelidir. İki çağdaş ülke olarak Türkiye ve ABD ortak çıkarlar doğrultusunda dayanışma sağlamayı başarabilmelidir. Yurtta sulh ve dünyada sulh ilkesi kuruluşunda var olan Türkiye Cumhuriyeti hem kendi bölgesinde hem de dünyanın her yerinde barış içinde birlikte yaşamanın yollarını aramalı ve bunun güvencesi olmalıdır. Evrensel düzeyde bir yeni yapılanma arayışında Türkiye Birleşmiş Milletler genel kurulunda daha aktif görevler üstlenmeli ve dünya ülkeleri ile yakın iş birliği geliştirilerek emperyal küreselleşmeye karşı alternatif doğrultuda bir dayanışmacı küreselleşmeyi gündeme getirebilmelidir.
C - EKONOMİ VE MALİYE
Ekonomi bugün diğer alanlardan daha fazla önemli bir konuma gelmiştir çünkü küresel emperyalizm ekonomi üzerinden bütün dünya devletlerine baskı yaparak müdahale etmektedir. Her şeyi ve her alanı ekonomiye bağlayan kararlı bir tutum, ekonomi üzerinden devlet ve toplum yapılarının değiştirilmesini kolaylaştırmaktadır. Özelleştirme yolu ile bütün devletlerin ulusal ekonomilerini ellerinden alan küresel sermaye şirketlerinin daha sonraki aşamada bir küresel imparatorluk düzenini insanlığa dayatması sonunda dünya halkları yeni yüzyılda yeniden köleleşme durumuna düşürülmüştür . Bu nedenle, özelleştirmeler yolu ile halkların ve ulus devletlerin mallarına el konulmasına son verilmeli ve bu doğrultuda kamulaştırma işlemlerine başlanarak, yeniden devletlerin kendi ekonomik alanlarına egemen olabilmelerinin yolu açılmalıdır. Özelleştirme kurumu kapatılarak bunun yerine tıpkı özelleştirme kurumu gibi yeni bir kamulaştırma kurumu kurulmalı ve devletin elinden alınan eski Kamu Ekonomik Kurumları yeniden kurulmalıdır. Halk kitlelerinin yokluğunu açıktan hissettiği her alanda, yeni bir Kamu Ekonomik Kuruluşunun oluşturulmasına öncelik verilmelidir.
Küreselleşme süreciyle beşte bir toplumu yaratılacağı, toplumun beşte biri zenginleşirken geri kalan beşte dördünün de orta sınıf haline geleceği ileri sürülerek, bu yeni yapılanma sayesinde yoksulluğun ve işsizliğin ortadan kalkacağı söylenmiştir. Ne var ki, aradan geçen çeyrek asırlık zaman dilimi içinde bunun tamamen tersi bir doğrultuda bir yanda yüzde birlik aşırı zengin kesime karşı yüzde doksan dokuzluk yoksul kesim köleleşerek ortaya çıkmıştır. Bir anlamda %1’lik aşırı zenginliğe karşı %99 luk bir yeni köle sınıf dolaylı olarak yaratılmıştır. Teknolojinin hızla ilerlemesi sayesinde bin kişi ile çalışan fabrikalar on kişi ile çalışmaya başlamış ve bu nedenle de aşırı derecede bir işsizlik ileri teknoloji yüzünden gündeme gelmiştir. Böylesine haksız ve aşırı dengesiz bir ekonomik gidişe karşı çıkmak ve bunu durdurmak bir ulus devletin öncelikli görevi olmalıdır. Acilen servet dağılımı yeniden ele alınarak, toplum kesimleri arasında anayasalarda var olan eşitlik ilkesine daha yakın bir yeniden bölüşme tesis edilebilmelidir. Devletlerin sahip olduğu ekonomik olanakların halk kitlelerine daha eşit ve adil ölçülerde dağıtımı sağlanmalıdır.
Küresel sermayenin finans kapital düzeninde bütün ekonomiler dışarıdan yönlendirilerek tekelci şirketlerin çıkarlarına öncelik verilirken, ulus devletlerin Planlama kurumlarının önleri kesilmiş ve bunlar zaman içerisinde çalışamaz hale getirilmişlerdir. Daha önceki yıllarda Devlet Planlama Örgütleri ülke ve devletin ulusal çıkarları doğrultusunda çalışarak, evrensel rekabet düzeni içerisinde ulus devletlerin ekonomilerinin daha fazla ülke çıkarlarını gözeten bir biçimde yönlendirmeleri sağlanmıştır. Küreselleşme aşamasında devre dışı bırakılan Devlet Planlama kurumunun yeniden eskisi gibi çalışması sağlanmalı ve bu kurumun sağlayacağı kalkınma planları doğrultusunda yeniden planlı ekonomiye dönülmesi sağlanmalıdır. İzmir İktisat Kongresinde devletin kuruluş döneminde kabul edilen ulusal ekonomi ilkesinin her türlü emperyal ekonomik plana karşı kararlı bir biçimde uygulamaya aktarılması bir an önce gerçekleştirilmelidir. Devlet vatandaşlarına öncelikli olarak planlı bir ekonomi içerisinde gelecek güvencesi sağlamalıdır.
İMF ve Dünya Bankası tarafından uygulanan borçlandırma ve kredilendirme programlarına bir an önce son verilerek, yeniden ulusal çıkarlar doğrultusunda bağımsız ekonomiye öncelik verilerek köle yetiştirme düzenine bir son verilmelidir. Batılı ülkeler ile şimdiye kadar imzalanan ve Türkiye’yi bir sömürge durumuna düşüren gizli ikili anlaşmalara artık bir son verilmelidir. Türkiye’nin yeniden sömürgeleşmesine yol açan batı kaynaklı emperyal politikalar yerine, eşit ilişkilere dayanan yeni ekonomik açılımlar dünyanın çeşitli bölge ve ülkelerine karşı uygulama alanına getirilmelidir. Asya yatırım bankası ya da Güney’in Bankası gibi ülke kalkınmasına öncelikli olarak yer veren uluslararası ekonomik yapılanmalara ağırlık verilerek, böylesine oluşumlar içerisinde diğer devletler ile birlikte ortak bir dayanışma düzeni doğrultusunda yer alınmalıdır.
Küresel kapitalizmin baskıları ile kapatılmış olan kamu bankaları yeniden açılarak, bankacılık sisteminin tekrar kamu bankalarının denetimi altında yer alması sağlanmalıdır. Sanayi bankası olarak Sümerbank, Konut bankası olarak Emlakbank, maden bankası olarak Etibank, Ticaret Bankası olarak Türk Ticaret Bankası, Denizcilik Bankası olarak Denizbank yeniden kamu bankaları statüsünde kurularak, bankacılık sisteminin batılı emperyalistlerin kontrolu dışına çıkarılması sağlanmalıdır. Ayrıca, Oyak isimli yardımlaşma kurumunun kurmuş olduğu Oyakbank’ın yeniden açılması sağlanarak, paraya gereksinme duyan toplum kesimlerinin maddi anlamda desteklenmeleri sağlanabilmelidir. Oyakbank’ın satışının iptali ile askeri kesimin zenginleşmesi daha kolay sağlanabilecek, güçlenen Türk sanayi sektörünün askeri kesim ile daha zengin koşullarda birlikte olabilmesi ile,Türk ekonomisi rakip ülkeler ile olan yarış içinde daha iyi konumlara gelebilecektir .Bu aşamada, Atatürk’ün bankası olan Türkiye İş Bankasının küresel sermayeye satılması önlenmeli ve bu doğrultuda bankanın geleceğini güvence altına alacak yeni bir sistem geliştirilmelidir. T.C. Merkez Bankasının statüsü yeniden belirlenmeli ve bu banka içindeki sermaye yapılanmasının dış güçler tarafından kullanılması önlenmelidir.
Ordu Yardımlaşma Kurumu, Türk devletinin belkemiğini teşkil ordu mensuplarının durumlarını iyileştirmek olduğu kadar, Türkiye’nin ve devletin gereksinmelerinin karşılanmasında maddi destekler alarak daha iyi konumlara gelebilmenin arayışlarını örgütleyebilen bir kamu kuruluşu olmuştur. Kısa adı, Oyak olan Ordu Yardımlaşma kurumunun sağladığı olanaklar, askeri kesimin bir çok gereksinmesini karşılayarak diğer toplum kesimlerine oranla daha iyi ve zengin bir konuma getirdiği için, anayasada var olan eşitlik ilkesi gereğince devlet , OYAK gibi bir kuruluşu işçiler için İYAK, memurlar için MEYAK, çiftçiler için ÇİYAK, öğretmenler için ÖYAK, esnaflar için EYAK ve de sanatkarlar için SAYAK adı altında yeni yardımlaşma kurumları örgütleyerek değişik toplum kesimlerinin de tıpkı askeri kesim gibi her türlü gereksinmelerinin karşılanarak ve daha iyi bir ortamda yaşam düzeylerinin yükseltilerek daha tatmin edici bir konuma getirmelidir. Küresel sermaye düzeni ile bütünleşen yerli sermaye gruplarının işbirlikçi ve mandacı ortaklıklarına karşı ülke ekonomisinin ulusal yapısını koruyabilmek için, özel ve kamu sektörlerinin yanı sıra ülke içindeki yardımlaşma kurumları aracılığı ile yaratılacak sosyal sektörün üçüncü sektör olarak devreye girmesi sağlanmalıdır. OYAK’ın Ereğli Demir Çelik fabrikalarını kurtarması gibi, OYAK gibi güçlü bir biçimde kurulacak yeni sosyal dayanışma kurumları sayesinde ülke ekonomisinin başlıca sektörlerinin küresel sermaye ve yerli işbirlikçilerinin ellerine geçmesi önlenebilecektir.
T.C. Merkez bankasının yeniden kurulmasıyla, banka hissedarı konumundaki batılı emperyalist devletler ve şirketler, kurumun bünyesinden çıkartılmalıdırlar. Batı emperyalizminin işbirlikçisi konumundaki yerli büyük sermaye gruplarının da banka hissedarları arasından çıkartılması sağlanmalı, başta OYAK olmak üzere diğer alanlarda kurulacak olan sosyal yardımlaşma kurumlarının ortak hissedarlık konumuna getirileceği yeni bir ulusal yapılanma, T.C. Merkez bankası için acilen gündeme getirilmelidir. ABD’de uygulanan, özel şirketlerin kontrolü altındaki Federal Rezerv benzeri bir modeli Türkiye’de taklit etmeye son verilmeli ve bu doğrultuda Merkez Bankası Türk halkının çeşitli kesimlerini temsil eden büyük sosyal yardımlaşma kurumlarının kontrolü altına alınmalıdır. Ekonomik bağımsızlık Merkez Bankasının bağımsız bir yapılanmaya yönelmesi ile başlatılmalıdır.
Kurucu önder Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşında, Türkiye’nin Hrıstıyan batı dünyası işgalinden kurtulabilmesi için gönderilmiş olan para yardımını, ülke ekonomisini kurmak için değerlendirmesi sayesinde kurulmuş olan Türkiye İş Bankasının , batının emperyal sermaye saldırı merkezi haline gelen İstanbul’a taşınmasına izin verilmemeli, bu ulusal banka yeniden kuruluş amaçlarına uygun bir biçimde Kuvayı Milliye’nin başkenti olan Ankara’ya getirilerek, ulusal ekonominin yeniden kurulmasında öncü bir rol üstlenmelidir. İş Bankası’nın Ankara’ya geri dönüşü ile, Türk ekonomisinin küresel sermayenin denetiminden çıkması süreci başlatılmalıdır. Atatürk, daha sonradan batı emperyalizminin müdahale edebileceğini tahmin ettiği için bankayı Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan partinin denetimine bırakmıştır. Ne var ki, küresel batı sermayesi siyaseti finanse ederken kendi adamlarını partinin başına getirerek, İş Bankasının gerçek misyonu olan ulusal ekonomiye katkıda bulunmasını önlemiştir. İstanbul’un yeniden Hrıstıyan Bizans’a dönüştürülmesi sürecinde Hint Müslümanlarının Müslüman Türk ulusunun kurtulması için gönderdiği sermayenin gerçek amacı doğrultusunda kullanılması gerekmektedir. Bu nedenle, emperyalizmin işbirlikçisi kadroların yönetiminden İş Bankası kurtarılarak, yeniden başkent Ankara’da ulusal ekonominin öncülüğüne yönelmesi sağlanmalıdır.
Yüz yıllardır Türklerin elinde olan İstanbul kentinin yeniden Bizans’a dönüştürülmesi planları doğrultusunda kurulmuş olan İstanbul borsası kaldırılmalıdır. Tamamen Londra ve New York borsalarına bağlı olarak kurulmuş olan İstanbul borsası, hem İstanbul’un yeniden Bizanslaşmasına katkıda bulunurken, diğer yandan da küresel emperyalizmin Türkiye’yi bütünüyle satın almasına yardımcı olmakta ve bu yüzden de Türkiye’nin ulusal ekonomisine zarar vermektedir. İstanbul borsası üzerinden yürütülen sıcak para operasyonları ile bir gece ansızın büyük para akışları yapılabilmekte ve istendiği zaman Türk bankaları boşaltılarak batı kapitalizminin istediği ülkelere para akışları yapılabilmektedir. İstanbul borsası üzerinden Atlantik sermayesi bütün Avrasya bölgesini ekonomik olarak kontrol altına alarak, bu bölgede Rusya, Çin, İran ve Hindistan gibi doğunun büyük devletlerinin önünü kesmeye çalışmaktadır. Türkiye ekonomik alandaki doğu –batı kavgasına alet olmamalı orta dünyada kendisinin merkezinde yer aldığı bir yeni yapılanmaya başkent Ankara üzerinden yönelmelidir. İstanbul yeniden teslim olmuş Mütareke İstanbul’una dönerken, Ankara’da yeniden Kuvayı Milliye Ankara’sı olarak örgütlenmeli ve ekonomik bağımsızlık savaşı ile ulusal kurtuluş savaşını tamamlamalıdır. New York borsasının, Rusya’daki komünist devrimi nasıl finanse ettiği iyi hatırlanmalı ve Atlantik emperyalizminin Avrasya bölgesini ele geçirme doğrultusunda İstanbul borsası üzerinden geliştireceği emperyal saldırılara Türkiye’nin alet olmasına izin verilmemelidir.
Ülkeyi bölmeyi ve geleceğin eyalet devletleri oluşturmayı hedefleyen Ekonomik Kalkınma Ajansları uygulamalarına bir an önce son verilmelidir. Başkent Ankara’da devlet ve bütün bakanlıklar merkezi olarak yer alırken, Ankara’yı başkent olma statüsünden kurtararak diğer bölgelerle aynı düzeye indirme komikliğine bir an önce son verilmelidir. Ankara Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti iken ve halen anayasal düzen devam ederken, Ankara’yı Türkiye’nin herhangi bir bölgesi ile eşit düzeye indirerek ayrı bir kalkınma ajansı oluşturmak hem üniter devlet yapısına hem de Türkiye Cumhuriyeti anayasasına aykırı düşen bir husustur. Emperyal baskılar ile ortaya çıkan bu gibi durumlar Türk devletinin kurucu iradeden gelen siyasal modeline ters düşmektedir. Türkiye’nin yeniden Ankara’dan yönetilebilmesi Türk ulusunun tekrar kendi ulusal ekonomisine sahip çıkabilmesi ve ülkenin giderek yirmiden fazla eyalete bölünmesi gibi tehlikeli gidişleri durdurmak üzere, bir an önce Ekonomik Kalkınma Ajansları kapatılarak, bunlara yüklenmiş olan kamu projelerinin yeniden merkezi bakanlıklar eli ile yürütülmesi düzenine normal olarak geri dönülmelidir.
KOBİ adı verilen küçük ve orta boy işletmeler ile ilgili yeni bir düzen oluşturulmalı, Türkiye piyasası çok uluslu ve tekelci şirketlerin elinden kurtarılırken küçük ve orta boy işletmelerin önce kendi bölgelerinde devreye girmeleri ve daha sonrada bunların birleştirilerek yeni milli firmalar olarak Türkiye ekonomisi içerisinde yer almaları sağlanmalıdır. Bu doğrultuda Halk Bankası yeniden yapılandırılmalı ve Türk halkının içine sürüklenmiş olduğu yüksek işsizlik oranlarının düşürülmesi doğrultusunda küçük ve orta boy işletmelerin hem kurulmalarına hem de gelişmelerine devlet desteği olanakları artırılmalıdır. Türkiye’deki küçük ve orta boy işletmelerin serbest piyasa ekonomisinde başarılı olabilmeleri için devletin her türlü kamu olanaklarını seferber etmesi sağlanmalıdır. Yerel sanatların ve üretimlerin geliştirilmesi sürecinde küçük ve orta boy işletme düzeni öne çıkarılarak desteklenmelidir.
Türkiye ekonomik alanda yüksek teknolojiye dayanan üretim düzenini, bağımsız ekonomisi için bir an önce kurmak zorundadır. Bu doğrultuda, ülke düzeyine yayılmış olan üniversitelerden yararlanılmalı ve her üniversitenin çatısı altında ekonomik kuruluşlar ile iş birliği olanaklarını artıracak teknopark yapılanmalarına gidilmelidir. Türk bilim adamlarının yeni buluşları hemen ekonomik alana aktarılabilmeli ve piyasa gereksinmeleri doğrultusunda üniversiteler geliştirdikleri bilimsel ve teknolojik verileri, özel sektör ya da kamu sektörü kuruluşları ile paylaşabilmelidir. Üniversitelerin bu doğrultuda verimli çalışabilmesi için Yüksek Öğretim kurulu ile Sanayi Bakanlığı, yüksek teknolojiye dayanan üretim plan ve programlarını hükümetlerin desteği ile öncelikli olarak devreye sokabilmelidir. Türkiye’den dışarıya beyin göçüne izin verilmemeli, yüksek öğretimden çok büyük başarı ile yetişmiş olan iyi beyinlerin Türkiye’de kalabilmesi için yeni programlar geliştirilmelidir. Ayrıca, yüksek teknolojiye öncelik veren bir Türkiye’nin cazibe merkezi olarak gelişebilmesi için yabancı ülkelerden Türkiye’ye beyin göçünü hızlandıracak yeni destek projelerinin uygulama alanına getirilmesi gerekmektedir.
Avrupa Birliğine giriş sürecinde Avrupa’nın önde gelen büyük ülkelerinin engellemeleriyle devre dışı bırakılan Türk tarımının yeniden ele alınması sağlanmalıdır. Avrupa uzmanlarının Türk şehirlerini dolaşarak köylüye yönelik olarak uyguladıkları üretimi durdurma projelerine Türk devleti karşı çıkmalı ve kırsal alanlarda yaşamakta olan Türk köylülerini yeniden eskisi gibi üretime teşvik etmelidir. Avrupa Birliği Türkiye’nin tarımsal üretimini durdurduğu aşamada, Türkiye’nin kırsal nüfusu şehirlere dolarak varoşlarda yoksul yerleşimlere yönelmiş ve bu yüzden üretimden dışlanan bu kesimler, hem Belediyelerin gıda yardımına muhtaç duruma düşmüşler hem de dini cemaatların yayılma bölgeleri olarak laik Türk devletinin yeniden din devletine dönüştürülmesinde toplumsal taban olarak kullanılmaya başlanmıştır. Üretimden uzaklaştırılan kırsal kesim insanları hem giderek artan şeriat düzeni tehlikesinde hem yoksulluk nedeniyle ortaya çıkan terör olaylarında fazlasıyla etki sahibi olmuşlardır. Kentlerin kenar mahallelerinde barınmaya çalışan varoş halklarının yeniden kırsal kesimlerindeki evlerine geri dönüşlerinin sağlanması ve küresel piyasa ekonomisinin ötesinde yeniden ulusal ekonomiye üreterek katkıda bulunabilmeleri ve böylece hem işsizlik hem de yoksulluk çıkmazından kurtulabilmeleri için, devletin acil bir eylem planı uygulamaya getirmesi gerekmektedir. Devlet Planlama Örgütünü göstermelik bir biçimde kalkınma bakanlığına dönüştürerek gerçek anlamda bir sosyo-ekonomik kalkınma sağlanamaz. Belediyelerde artan çorba kuyrukları ile cemaat önderlerinin çevresindeki avuç açan aç ve işsiz insan kalabalıklarının önlenebilmesi için toprakları çok verimli tarım alanı olan Türkiye’nin, yeniden bir tarım ülkesine dönüşü tarımsal kalkınma programları ile gerçekleştirilmelidir. Küresel şirketlerin fabrika ürünü gıda maddeleri istilasına karşılık tarladan üretilen taze ürün piyasasının sağlıklı nesiller için hızla devreye sokulması gerekmektedir. Sanayi toplumu olması engellenen Türkiye’nin üretici bir yapılanma için yeniden tarım toplumu olabilmesinin önü açılmalıdır.
Halk kitlelerinin kenar mahallelere toplanarak herkesin alışveriş merkezleri üzerinden piyasaya teslim edilmeleriyle ilgili uygulamalara son verilmesinin zamanı gelmiştir. Böylesine bir süreç içerisinde kırsal alandan ve tarımsal üretimden uzaklaştırılan milyonlarca insan hem işsiz kalmış hem de açlığa mahkûm edilmiştir. Büyük şehirlerde trafiği tıkayan insan kalabalıklarının önlenebilmesi için yeniden kırsal alanlara göç devlet tarafından desteklenmelidir. Köyündeki evini, arsasını ve tarlasını satanların yeniden eski yerleşim bölgelerine dönmeleri için kırsal alana yerleşim programları geliştirilmelidir. Türkiye’de köylerin ve kırsal alanların yeniden düzenlenerek eskisi gibi ekonomik yaşam düzenine katılmalarının sağlanabilmesi için göstermelik olmayan ama gerçek anlamda etki sağlayacak biçimde kırsal alan yeniden yapılanma programlarının devreye sokulmaları gerekmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi köye medeniyet götürecek ve kırsal alanı çağdaş dünya ile bütünleştirecek Köy Enstitüleri gibi milli seferberlik programlarının daha fazla zaman yitirmeden uygulama alanına getirilmeleri gerekmektedir. Köylü kesimin vahşi kapitalizmin çarklarına kapılıp yok olmaması için köyü ve köylüyü canlandıracak yeni kalkınma planlarının Köy Enstitülerinde olduğu gibi küresel emperyalizme karşı devreye sokulmaları gerekmektedir.
Uzay çağının ve geleceğin ekonomisindeki enerji gereksinmesini karşılayacak önemli madenlerin Türk topraklarında bulunduğu hususu dikkate alınarak, yeni bir ulusal madencilik projesinin devreye sokulmasında çok büyük kamu yararı bulunmaktadır. Bu doğrultuda öncelikle Türkiye’nin gerçek maden envanterinin çıkartılması ve nerede hangi madenin ne kadar olduğunun bilimsel raporlar ile kamuoyuna açıklanarak Türk toplumunun sahip olduğu maden zenginlikleri alanında bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Özellikle krom, boraks, uranyum, tungsten ve wolfram gibi kimsenin duymadığı ve bilmediği geleceğin önemli madenlerinin büyük miktarda Türk topraklarında bulunması, ekonomik kalkınma ajansları gibi bölücü uygulamalar ile Türk devletinin parçalanmasına yol açmaktadır. Dünyanın en önemli maden rezervlerine sahip bulunan Türkiye’de maden yasalarının ihanet yasalarına dönüştüğü çok sık görülmüştür. Emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda bir maden düzeni kurularak Türk halkının kendi maden zenginliklerinden yararlanmalarının önü kesilmiştir. Şimdi de bölücü örgütlerin Türkiye’nin elinden almak istediği bölgelerdeki maden ve yer altı zenginliklerinin o bölge halkı ile kurulacak ortaklıklar üzerinden gene Türk ulus devletinin kontrolünden kaçırılmak istenmektedir. Halkların hakları görünümünde, eyalet konumundaki küçük bölge halklarına maden ve enerji kaynakları açılmak istenmekte ve böylece ulus devletin merkezindeki başkent Ankara’nın elinden Türkiye’nin zenginlikleri koparılmaya çalışılmaktadır. Maden alanındaki sömürünün önlenebilmesi için Türk Maden Kurumu ile birlikte Etibank’ın yeniden kurulması gerekmektedir.
Dört bir yanı petrol kuyuları ile dolu bulunan Türkiye’nin bir petrol ülkesi olması cumhuriyetin kuruluş döneminde engellenmiştir. Kuzey Irak ve Batum bölgeleri petrol bölgeleri olduğu için Misakı Milli sınırları dışında bırakılmış, Rusya ve İngiltere aralarında petrol bölgelerini paylaşırken Türkiye’nin bir petrol ülkesi olmasına izin vermemişlerdir. Sovyetler Birliği zamanında Rusya’da hazırlanan enerji raporlarında Türkiye’nin Güneydoğu, Orta Anadolu, Ege Denizi, Trakya, Karadeniz ve Kıbrıs bölgelerinde yoğun petrol ve doğal gaz kaynakları bulunduğu otoriteler tarafından ortaya konulmuş ama büyük petrol şirketlerinin devreye girerek Türkiye’yi teslim almaları üzerine bu kaynaklar doğru dürüst araştırılmamıştır. Güneydoğu bölgesinde petrol bulan mühendislerin kemikleri yıllar sonra dağlardan indirilmiş, doğu Anadolu bölgesi Türkiye’nin sınırları içerisinde yer almasına rağmen petrol aranması yasak bölge ilan edilerek bu bölge petrolü müstakbel Büyük Ermenistan devleti için ayrılmıştır. Devletin petrol kurumu ciddi bir petrol araştırması yapmamış, petrol olduğu ileri sürülen bölgelerde göstermelik olarak sadece bir tek kuyu Batman’da açılmıştır. Türkiye’deki petrolün çıkartılmasını engelleyen işbirlikçi ve mandacı çevreler Türk petrolünün çok derinlerde de olduğunu ve bu yüzden çıkartılamadığını ileri sürerek kendilerini mazur göstermeye çalışmışlardır. Basra körfezi civarındaki çöl alan petrolü bitince sıranın ikinci bölge olarak dağlık alana geleceği ve bu aşamada da Kuzey Irak ile birlikte Türkiye’nin güneydoğu ve doğu bölgelerinin işletmeye açılacağı kulislerde dillendirilmiştir. Wilson prensipleri doğrultusunda Anadolu’nun doğusunu Türklerin elinden almaya çalışan Atlantik emperyalizmi, yeni kurulacak Güneydoğu ve Doğu Anadolu devletlerine bu bölgelerin petrol zenginliklerini sunmaya hazırlanmaktadır. Bu nedenle acilen Türk Petrol kurumu kurularak, büyük petrol şirketlerine karşı Türk halkının ulusal çıkarları ve Türk devletinin kazanılmış hakları savunulmalıdır.
Türk maliyesinin yabancı ülke vatandaşlarına teslim edildiği bir aşamada Türkiye dışa karşı bir yarı sömürge ülke görünümü vermektedir. İngiliz, Amerikan ya da Alman vatandaşı konumundaki uzmanların Türkiye’nin bütçesi ve mali yapılanması ile yakından ilgilendiği bu aşamada Türkiye Cumhuriyeti yeniden Düyunu Umumiye günlerine geri döndürülmektedir. Dünya Bankası ve İMF uzmanlarının siyasal kadrolara getirildiği bu yarı sömürge düzeninde, Türk ekonomisinin geleceği Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda değil ama küresel emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yönlendirilmektedir. Tam bu aşamada yabancı devlet vatandaşlarının Türk maliyesi ve ekonomisi üzerinde etkin olmaya başlamaları d, Türkiye’nin bir sömürge düzenine dönüştürüldüğünü açıkça kanıtlamaktadır. Dünyada %1 lik aşırı zengin kesimine karşılık %99 luk dışlanmış yoksul halk kitlelerini karşı karşıya getiren küresel sömürge düzeninden kurtulabilmek için, öncelikle Türkiye’nin Ankara merkezli üniversitelerden yetişen ulusal bakış açısına sahip olan gerçek anlamda milli yönetici kadrolara ihtiyacı bulunmaktadır. Türkiye gibi bir ülkenin maliyesi yabancılara teslim edildiği noktada o ülke artık dışarıdan yönetilen bir sömürge konumuna gelmiştir. Şimdiye kadar çeşitli örnekleri ile kanıtlanan ve Osmanlı İmparatorluğunun batırılış sürecinde de ortaya çıkan bu durumun bir an önce sona erdirilmesi için Türkiye’nin acilen bir milli iktidara ihtiyacı bulunmaktadır.
Bağımsız bir ülkenin bütçesi ulusal gelir kaynakları ile yapılır. Ne var ki, Türkiye’de son yıllarda kaynağı belirsiz sıcak paranın sürekli olarak Türkiye’ye körfez ülkeleri üzerinden sokulması ile Türk devleti hem gelir kaynaklarını hem de harcama kalemlerini iyice şaşırmış bir duruma gelmiştir. Bu nedenle denk bütçe bir türlü yapılamamakta ve böylesine dengesiz koşullarda cari açık giderek her geçen gün tırmanmaktadır. Bir devletin iflasını çoktan gündeme getirecek düzeyde bir cari açık giderek artarken, hala Türk ekonomisinin yürütülmesi kaynağı belirsiz sıcak para ile sağlanabilmektedir. Tamamen siyasal çıkarlar ve hesaplara dayalı bir biçimde gündeme getirilen kaynağı belirsiz sıcak para uygulamaları Türkiye’nin mali düzenini temelden bozduğu gibi giderek artan cari açıklar da emperyalist güçlere istedikleri anda ekonomik kriz çıkararak Türk devletini çökertme olanağını vermektedir. Bu durumda yarını belli olmayan bir ülkede Türkler kendi ekonomilerini yürütme sorunu ile baş başa kalmış durumdadırlar. Türkiye’nin bu çok tehlikeli durumdan bir an önce hızla kurtulabilmesi için tıpkı Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi gerçek milli bir iktidara ihtiyacı vardır.
Tam bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti için Türkiye’nin maliye ve ekonomisinin yeniden milli güçlerin denetimi altında Türk devletinin kontrolü altına girmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda Türk uzmanları tarafından hazırlanacak bir milli ekonomi modelinin öncelikli olarak uygulamaya başlanmasında zorunluluk vardır. Bazı ekonomi bilmeyen ilahiyatçılar tarafından hazırlanan göstermelik milli ekonomi modeli ile halk kitlelerini uyutmak yerine gerçek uzmanların hazırlayacağı bilimsel bir milli ekonomi programının ulusalcı bir iktidar tarafından devreye sokulmasında acil bir kamu yararı bulunmaktadır. Yıllarca batılı ekonomik merkezler tarafından yönlendirilen Türk ekonomisinde sermaye birikimi düşüncesiyle özel sektörden doğru dürüst vergi alınmamış ve bütçenin büyük yükü dolaylı vergiler üzerinden yoksul Türk halkının üzerine yıkılmıştır. Devlet desteği, teşvikler ve vergi ödememe yolu ile büyüyen Türk şirketleri devletin yanında yer alarak ülke gereksinmeleri doğrultusunda yatırım yapacaklarına, küresel sermaye ile ortaklıklara girerek dünya ekonomisi içinde kendilerine yer arayarak büyüme yolunu tercih etmişlerdir. Bir anlamda ülkesine ihanet eden sermaye milli olmaktan çıkarken, milli devletin küresel emperyalizmin baskıları ile çökertilmesine aracı olmuş ve Türkiye’nin yarı sömürgeleşmesi bu açıdan da desteklenmiştir. Bu durum dikkate alınarak, önümüzdeki dönemde sermayeden ve özel sektörden daha ciddi oranlarda vergi alacak bir programı uygulayacak mili ve cumhuriyetçi bir iktidarın iş başına gelmesi gerekmektedir. Vergi ödemeyen özel sektör yabancı sektör haline gelirken, milli ekonominin tasfiyesinde de aracı olarak kullanılmıştır.
Özel sektörün vergi ödememesi yüzünden bütçenin gelirlerini sağlayacak vergiler dolaylı yollardan Türk halkının omuzları üzerine yüklenmiştir. Türkiye’de her geçen gün geçim sıkıntılarının artmasının sebebi özel sektörün ve yabancı firmaların ödemesi gereken vergilerin halk kitlelerinden zamlar yolu ile alınmasıdır. Örnek olarak içkiye yapılan aşırı zamların, hem İslami politika gösterilerek siyasal destek toplamaya yardımcı olduğu ama aynı zamanda sahte içkilerin piyasadaki aşırı pahalılığı önlemek üzere devreye girmesi yüzünden yüzlerce insanın ölmesine giden yolları açtığı görülmüştür. Sınırlarının çevresi petrol dolu bir ülke olan Türkiye’de dünyanın en pahalı benzininin satılması da bütçedeki vergi gelirlerindeki eksikliğin zamlar yolu ile yoksul halk kitlelerinin sırtına bindirildiğini göstermektedir. Bu gibi çarpıklıkların önlenmesi için geliştirilecek bir milli maliye programı aracılığı ile özel sektör kuruluşları doğru dürüst vergilendirilmeli ve uluslararası tekelci firmalar ciddi vergi uygulamalarına bağlanarak açık bütçenin gelir kaynaklarının tamamlanması gerekmektedir. Büyük şirketlerin siyaseti finanse etmesi yolu ile işbaşına gelen siyasal kadroların arkasında hep büyük şirketler olduğu için, halktan yana doğrudan vergilendirme değil ama şirketlerden yana dolaylı vergilendirme yollarına öncelik tanınmaktadır. Böylesine bir çarpıklık devam ettiği içindir ki küreselleşme sürecinde %I aşırı zengin ile %99 yoksullaşan halk kitleleri karşı karşıya getirilmiştir. Bu durumu önleyecek bir ulusal vergi politikasının acilen uygulama alanına getirilmesi gerekmektedir. Adil vergilendirme ve hakça bölüşüm yeni vergi reformunun ana kuralı olmalıdır.
Ülke ekonomisinin piyasalar üzerinden denetimine son verilerek yeniden Türk halkının ulusal çıkarları doğrultusunda devlet merkezli bir uygulamaya geçilebilmesi için kamu sektörünün genişletilmesi gerekmektedir. Özelleştirmenin yabancılaştırma anlamına geldiği ve bu yoldan küresel şirketlerin ülke içlerine girerek emperyal bağımlılık ilişkilerini örgütlediği görüldüğü için, bu durumu önlemek üzere ülke gereksinmeleri doğrultusunda çeşitli alanlarda Kamu Ekonomik Kuruluşlarını yeniden oluşturacak bir milli kamu ekonomisi programına gerek vardır. Bu doğrultuda, milli ekonomiyi koruyacak biçimde bir Dış Ekonomi Bakanlığı kurularak, küresel şirketlerin yönlendirmelerini devlet adına karşılayacak ve ilişkilerin daha dengeli bir biçimde geliştirilmesine yardımcı olacak yeni bir yapılanmanın bir an önce başlatılması gerekmektedir. Bir dönem kurulmuş olan Dış Ekonomik ilişkiler Bakanlığı aracılığı ile geliştirilecek milli ekonomiyi koruma programları, piyasa üzerinden gelebilecek dış ekonomik saldırılara karşı koyacak korunma metotlarının devreye sokulmasında yararlı olacaktır. Küresel ekonomik saldırılara karşı bütün bakanlıklar iş birliği yaparak ülke ekonomisini ayakta tutabilmeli ve beklenmedik ekonomik kriz senaryolarının önüne geçebilmelidir.
D- EĞİTİM VE KÜLTÜR
Eğitim ve kültür birbirine bağlı olan ve birbirini etkileyen iki alandır. Bu nedenle bir ulusal program da birlikte ele alınmalarında fayda bulunmaktadır. Türkiye’de hem eğitim hem de kültür herkesin el attığı ve bu yüzden de karma karışık bir duruma getirilen iki alandır. Aslında her ülkenin ve devletin kendi eğitimine ve kültürüne sahip çıkma ve bunları yeniden üretme hakkı doğal olarak vardır. Ne var ki, dünya film piyasasının % 90 nını kontrol eden Holywood başta olmak üzere batılı emperyal merkezler hem kendi kültürlerini hem de kendileri açısından yararlı buldukları eğitim programlarını, medya ve basın organları üzerinden dünya halklarına empoze etmekteler ve bazen da zorla bu programları devreye sokarak, dünya ülkelerini ciddi dayatmalar ile karşı karşıya bırakmaktadırlar.
Türkiye’nin batıya açılmasıyla birlikte cumhuriyetin kurucu kadrolarının temellerini atmış olduğu kamusal eğitim düzeni çökertilmiştir. İşin içine sermaye girdiği zaman, Türk devletinin ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda eğitim ve kültür alanlarını yönlendirmesi önlenmiş ve ortaya kamu ve özel karışımı bir kargaşa ortamı çıkmıştır. Cumhuriyetin bireyleri özgürleştirme ve bilinçli yurttaş yetiştirme yönünde yapılandırmayı hedeflediği milli eğitim sistemi iç ve dış baskılar ile çökertildiği için, bugün Türkiye’de tutarlı bir eğitim ve kültür düzeninden söz edebilmek mümkün değildir. İsminde “Milli “ kavramı bulunan Milli Eğitim Bakanlığı küresel plan ve projelere angaje olarak son yıllarda Türkiye’yi dışarıdan yönlendirme programlarına eğitim alanında yönlenerek, Milli Eğitim yerine yabancı eğitim uygulamalarına alet olmuştur. İlerleyen teknolojinin çeşitli verilerini kullanan yabancı plan ve programlar, küreselleşme görünümünde uygulama alanına aktarılırken, milli eğitim ile ilgili bakanlık uygulama ve programlarına son verilerek eğitimden uzak tutulan milli kavramının geriletilmesi sağlandığı için, Türk milletinin gelecekteki kuşaklarını yetiştirecek bir milli yapılanma eğitim alanından dışlanmıştır. Bu nedenle, ulusal bir program aracılığı ile Milli Eğitim alanındaki Türk milletinin milli yapısına son veren küresel uygulamalara son verilmesi gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kurulmuştur. İmparatorluğun yıkılışından sonra bir ulusal kurtuluş savaşı veren Türk milleti, savaş alanında emperyalizme karşı tam bir dayanışma içerisinde anti emperyalist bir mücadele vererek uluslaşmanın temel adımını atmıştır. Cumhuriyetin kuruluşu sırasında açılmış olan Millet mekteplerinde milli eğitime önem verilmiş, bu okullarda hem Türkçe hem Latin alfabesi hem de millet olmanın esasları Türk milletinin genç kuşaklarına öğretilmiştir. Cumhuriyeti ilan eden Kuvayı Milliye harekatı Türk milletinin geleceğini bir devlet çatısı altında kurumlaştırırken, Millet Mektepleri ile Türk milletinin uluslaşmasının ilk adımı tamamlanmıştır. Ne var ki, daha sonraki dönemlerde Millet Mekteplerinin çalışmaları engellenmiş ve dış baskılar ile, önce Millet Mektepleri daha sonra Halkevleri ve sonunda da Köy Enstitüleri kapatılmıştır. Ortaçağ toplumundan çağdaş bir ulus ve cumhuriyet devleti çıkartan Kemalist devrim eğitim yolu ile kendisini geleceğe dönük üretmiş ve cumhuriyet eğitimi aracılığı ile cumhuriyetin genç kuşakları yetiştirilmiştir. Kuruluş dönemindeki eğitim çalışmaları ile Türk ulusunun doğuş aşaması tamamlanmıştır. Şimdi bu uluslaşma sürecinin tamamlanması gerekmektedir. Bu nedenle, Türk devletinin ikinci bir uluslaşma planını kararlı bir biçimde uygulama alanına getirmesi gerekmektedir.
Türk ulusunun uluslaşma sürecinin tamamlanabilmesi için, Kültür Bakanlığının adının Milli Kültür Bakanlığı olarak değiştirilmesinde ulusal yarar vardır. Cumhuriyet devletinde öncelik milli kültürün olduğu zaman hiçbir emperyalist güç milli devleti yıkabilecek bir toplumsal ortam bulamaz. Ama milli kültür yerine yabancı kültüre öncelik verilirse, sinema ve televizyonlar da % 90 oranında Amerikan ürünü filmler ve programlar yayınlanırsa, genç kuşakların kafası karıştırılmakta ve böylece uluslaşma sürecinin dışına genç kuşaklar çıkartılarak ulus devletlerin toplumsal tabanları silinmektedir. Bu nedenle, Kültür Bakanlığının adının değiştirilmesiyle birlikte bir Milli Kültür Programının da uygulamaya aktarılması zorunlu görünmektedir.
Türkiye’de cumhuriyet rejimi örgün eğitim kadar yaygın eğitime de özel bir yer vermiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında bir millet yaratma doğrultusunda Millet Mekteplerine öncelik verilirken, daha sonraki aşamada devlet yapısının halkçı bir tabana sahip olabilmesi doğrultusunda Halkevleri kurulmuş ve kısa zamanda beş binden fazla şubeye ulaşarak yurdun her köşesinde bir halk eğitimi merkezi oluşturulmuştur. Hiçbir şeyin bulunmadığı Anadolu topraklarında bir çağdaş devrim yapılırken, ülke nüfusunun halkçı bir anlayış ile ele alınması sağlanmıştır. Yirminci yüzyılın ortalarına kadar sürdürülen Halkevleri çalışmaları ile Anadolu nüfus yapısının içinde bulunun etnik ve dinsel kökenler geride bırakılarak halkçılık anlayışı çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti için çağdaş bir halk yaratılmaya çalışılmıştır. ABD’nin bu bölgeye gelmesiyle birlikte Köy Enstitüleri ile birlikte kapatılan Halkevlerinin ortaya çıkardığı eksiklik daha sonraları dini cemaatların devreye sokulmasıyla, kuran kursları üzerinden Türk halkı yeniden Qrtaçağın ümmet toplumuna dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bugün gelinen noktada Köy Enstitüleri ve Halkevleri kapatıldığı için Türk toplumu çağdaş bir cumhuriyet devletinin halkı olmaktan çıkmış, cemaatlar üzerinden bir orta çağ toplumu oluşumu yeniden gündeme getirilmiştir. Bu durumun önlenebilmesi için Halkevlerinin kanun yolu ile bir kamu kurumu olarak yeniden kurulması sağlanmalıdır. Ülkede etnik köken tartışmalarıyla ülkenin bölünmeye gitmesinin önlenebilmesi için kanun ile bir kamu kurumu olarak kurulacak Halkevlerinde, Türk halkı yeniden çağdaş cumhuriyet devletinin halkı olarak yetiştirilmelidir. Bu doğrultuda bütün vilayetlerde açılmış olan kültür merkezlerinin kanunla yeni kurulacak Halkevlerine devri gerçekleştirilmeli ve her Halkevi bulunduğu il ya da ilçede Türk halkını kaynaştıran eğitim ve kültür programları ile yeniden bir yaygın eğitim seferberliğinin merkezi konumuna getirilmelidir.
Halkevleri ile ilgili olarak yapılan değerlendirmelerin benzeri Köy Enstitüleri için de yapılabilir. İkinci dünya savaşının getirdiği içe kapanma dönemindeki durgunluğun aşılabilmesi ve kırsal kesim insanının geleceğe hazırlanarak ülkede topyekün bir tarımsal kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi amacıyla kurulmuş bulunan Köy Enstitülerinde Anadolu’nun dört bir yanından seçilerek alınan öğrenciler iş içinde eğitim, eğitim içinde iş anlayışı doğrultusunda eğitilerek geleceğin toplumsal ve ekonomik önderleri olarak yetiştirilmeye çalışılmıştır. Amerikan emperyalizmi tarafından Türk toplumu din üzerinden teslim alınmaya çalışılırken, bu kurumlar komünist yuvası ilan edilerek kapatılmış ve böylece cumhuriyet rejiminin kırsal alana giderek köyü ve köylüyü uyandırması ve üretime geçerek canlandırması atılımları önlenmiştir. Bugün gelinen yeni aşamada tıpkı Halkevleri boşluğunun yarattığı olumsuzluklar gibi benzeri değerlendirmeler Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla ilgili olarak yapılabilmektedir. Halkevleri ve Köy Enstitülerinin kapatılmalarıyla meydana gelen boşluklar, kuran kursları cemaat yapılanmaları ile doldurulduğu için Türk toplumu pozitif bilimsel çizgiden uzak bırakılmaya çalışılmıştır. Ne var ki, bugün ülkenin her köşesinde açılmış olan üniversitelerden yararlanılarak, Köy Enstitülerinden gelen boşluğun doldurulması doğrultusunda yeni çalışmalar yapılabilecektir. Özellikle kırsal kalkınmaya elverişli bölgelerdeki üniversitelerde açılacak benzeri enstitüler ya da meslek liseleri aracılığı ile yeniden geleceğin kırsal kesim önderlerinin buralardan yetiştirilmelerine öncelik verilmelidir. Köy Enstitüsü mezunlarının oluşturdukları dernek ve vakıflar aracılığı ile zamanında Köy Enstitüleri merkezi olan Hasanoğlan bölgesinde, cumhuriyetin halkçı eğitim birikimini bugünlere ulaştıracak bir Hasan Ali Yücel Üniversitesi devlet eli ile kurulmalıdır.
Küresel emperyalizm eğitim alanını devletin elinden alarak bir ticaret alanı olarak yeniden düzenleme çabası içindedir. Böylece devletin elindeki kamu okullarını elinden çıkarması ve eğitimin özelleştirilmesi görünümünde küresel şirketlerin ticaret alanı haline dönüştürülmesi ile ulus devletlerin kendi uluslarını yeniden üretecekleri bir sürecin önü kesilerek, ulus devletlerin tasfiyesi hedefi zorlanmaktadır. Bu nedenle, küresel emperyalizmin dümen suyunda eğitim yaparak Türkiye’nin sömürgeleştirilmesinin toplumsal tabanını oluşturmaya çalışan özel eğitim kurumlarının devletleştirilerek, anayasada var olan cumhuriyetin temel ilkeleri doğrultusunda hareket etmeleri sağlanmalıdır.
Eğitim alanının bir kamusal alan olduğunun öncelikle kabul edilmesi gereklidir. Bunun benimsenmesi sonrasında eğitimin parasız olması ve toplumun her kesiminden gelen gençlere aynı düzeyde etkin ve kaliteli eğitimin verilebilmesi sağlanmalıdır. Eğitimin parasız olabilmesi için devletin bu alanda bir altyapı örgütlenmesini tamamlaması gerekmektedir. Daha önceki yıllardan gelen özel eğitim kurumlarının kamulaştırılması, anayasada güvence altına alınacak eğitim hakkının korunması doğrultusunda atılacak adımlar sonucunda gerçekleştirilmelidir. Eğitimin her alanda parasız olması bu alandaki hakların gerçekleştirilmesi açısından önem taşımaktadır. Devlet kendi kamusal alanını düzene koyarken, bir kamusal hak olan eğitim ve öğretim haklarının en üst düzeyde gerçekleştirilmesine öncelik verilmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli özelliklerinden birisi de cumhuriyet eğitiminin birliğinin sağlanması olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu döneminde devletin yapısı laik olmadığı için bütün cemaatlar ve tarikatlar kendi aralarında örgütlenerek cemaat mensuplarının eğitimlerini gerçekleştiriyorlardı. Bu nedenle, bir eğitim birliği yoktu. Cumhuriyet rejiminde ise, Fransız devriminden geldiği gibi laik bir devlet kurulduğu için eskisi gibi cemaatların kendi okullarını açarak eğitim yapmalarına izin verilmiyordu. Yeni devlet bir ulus devlet olarak kurulduğu için toplumun uluslaşması doğrultusunda tek modele dayanan bir eğitim yapılanması hedefleniyordu. Bu doğrultuda eğitimin birliği anlamına gelen Tevhid-i Tedrisat kanunu çıkartılarak bütün toplumun devletin öncülüğünde tek tip eğitimden geçmesi isteniyordu . Laik bir devletin toplumsal tabanının da benzeri bir biçimde din dışı yapılandırılması gerekiyordu. Cumhuriyet devriminin felsefesini hayata geçiren ve toplumun bu alandaki gereksinmelerini karşılayan bir ulusal eğitim düzeni Türkiye Cumhuriyeti’nin öncelikle gerçekleştirmeye çalıştığı bir amaçtı. Ne var ki, eğitim alanında özelleştirmelerin yapılması üzerine dini cemaatların kendi okullarını kurmalarının yolları dolaylı olarak açılmıştır. Bu yüzden bugün gelinen noktada, cumhuriyet rejiminin ilk olarak çıkarmış olduğu eğitimin birliği yasasına aykırı bir durum vardır. Böylesine çelişkili bir durumun bir an önce sona erdirilmesi ve yeniden eğitimin birliği yasası doğrultusunda cumhuriyet eğitimi çerçevesinde genç kuşakların ayırım gözetmeksizin eğitimlerini tamamlamaları sağlanmalıdır.
Atlantik emperyalizminin ve İsrail siyonizminin dünyanın merkezi alanında yayılan İslam coğrafyasında yeniden hegemonya kurma girişimleri sonucunda Türkiye’de son yıllarda gündeme getirilmiş olan dini esaslara uygun eğitim örgütlenmelerinin yeniden cumhuriyet rejiminin laik, ulusal ve çağdaş yapılanmasına uygun bir aşamaya getirilmesi için Atatürk döneminde olduğu gibi yeni bir aydınlanma seferberliğine gereksinme vardır. Kemalist devrimin getirmiş olduğu cumhuriyet düzenine uygun bir çizgide çağdaş eğitimin bilimsel esaslara dayanması ve modern dünyanın yapılanmasına paralel bir çizgide geliştirilmesi bugünkü cumhuriyet hükümetlerine düşen öncelikli bir görevdir. Cumhuriyet rejiminin varlığını koruyabilmesi ve geleceğe dönük yaşayabilmesi ancak, genç kuşakların cumhuriyet düzenine uygun bir eğitimden geçmesi ile mümkündür. İslam coğrafyasını ele geçirmeye yönelik strateji ve politikaların Türkiye’nin cumhuriyetçi eğitim düzenine zarar vermesine izin verilmemelidir.
Küresel sermayenin dünya imparatorluğunu hedeflediği bir aşamada ulus devletlerin varlığı tehlikeye girmektedir. Bu nedenle, ulus devletlerin varlıklarını geleceğe yönelik bir çizgide koruyabilmeleri için ulusal eğitime önem vermeleri gerekmektedir. Her yurttaşın temel hakkı olan eğitimin toplumun ve devletin ulusal çıkarları doğrultusunda ele alınarak düzenlenmesi gerekmektedir. Küresel sermayenin uluslararası sömürü düzenine karşı çıkacak, uzaktan kumandalı saldırılara karşı dik durabilecek cumhuriyetçi nesillerin yetiştirilebilmesi için eğitimin kesinlikle ulusal olması gerekmektedir. Bir ülkenin ya da ulusun çıkarları doğrultusunda dünyaya bakılması ve ortaya çıkan yeni durumların bilimsel açıdan değerlendirilerek yeni kuşaklara bu doğrultularda ulusal bir eğitim birikiminin aktarılması gerekmektedir. Yabancı dil eğitimine dünyayı anlamak için ağırlık verilebilir ama yabancı dilde eğitim yaparak vatandaşların kendi milli dillerinden uzaklaştırılmaları kabul edilemeyecek bir durumdur. Ulusal eğitim milli dil ile yapılırken, dünyanın kavranabilmesi ve diğer ülkelerdeki gelişmelerin izlenebilmesi içinde iyi ve kaliteli bir çizgide yabancı dil eğitimi yapılabilmelidir. Sadece batı dillerinin değil ama dünya haritasında yer alan diğer büyük ve önemli ülkelerin dillerinin de eğitim sistemi içinde yer almaları ülke yararı açısından katkı sağlayacaktır.
Gelişmiş batı ülkelerinde görüldüğü gibi, yaşam boyu eğitim programlarının geliştirilebilmesi için her şehir ya da ilçede yaşam boyu eğitim merkezleri kurulmalıdır. Bu merkezlere değişik konularda eğitim görmek isteyen insanların istedikleri eğitimleri alabilmeleri için farklı programlar geliştirilebilmelidir. Gençlere olduğu gibi orta yaş kuşaklarına ya da emeklilik çağına gelmiş olan insanlara yönelik eğitim programlarına yaşam boyu eğitim anlayışı içerisinde yer verilebilmelidir. Üniversiteler ya da meslek okulları ile iş birliği yapılarak geliştirilecek değişik eğitim programları yaşam boyu eğitim merkezleri aracılığı ile her yerde ve alanda uygulanabilmelidir.
Yüksek öğretim düzeni yeniden ele alınarak bugün gelinen aşamadaki bilgi düzeyi doğrultusunda yeniden bir değerlendirme yapılmalıdır. Yüksek Öğretim Kurumunun kamu yararına ulusal eğitimi hedefleyen bir çizgide yeniden örgütlenebilmesi için ilgili yasalarda değişikliklere gidilmelidir. Ülkede her il merkezinde üniversite açılması tamamlanmış ve onlarca özel üniversite büyük şehirlerin çeşitli mahallerinde oluşturulmuştur. Her yere üniversite açılırken gençlerin ihtiyaçlarının karşılanmasına öncelik verilmiştir. Ne var ki, gerekenin üzerinde bir rakama ulaşan üniversite sayısında cemaatların rolü olduğu görülmüştür. Eğitimin birliği ilkesine aykırı bir biçimde cemaat üniversitelerinin açılması toplumun giderek laik devletten uzaklaşmasına neden olmuş ve bu doğrultuda cumhuriyetin eğitimde birlik ilkesi yasalara aykırı bir biçimde devre dışı bırakılmıştır. Üniversitelerin dışa açılmaları sağlanırken, eğitimin bir ticaret konusu olmasına izin verilmemeli ve asıl işin eğitim olduğu her zaman için hatırlanmalıdır. Üniversitelerde uzmanlaşmaya ağırlık verilmeli, yüksek lisans ve doktora eğitimi hakkı gelişmiş büyük üniversitelere tanınmalı ve her yeni açılan üniversitenin yüksek lisans ticaretine yönelmesi önlenmelidir. Ayrıca, yüksek öğretimde hoca eksikliğinin giderilebilmesi için, Ankara ‘da YÖK’e bağlı olarak görev yapacak bir Yüksek Öğretim Akademisi kurulmalı ve bu merkezde, Anadolu üniversitelerinin hoca ihtiyacını karşılayacak biçimde yüksek lisans ve doktora eğitimleri genç akademisyenlere verilmelidir.
Eğitimin yanı sıra kültür alanında da yeni bir atılıma ihtiyaç vardır. Kültür Bakanlığının yeniden ele alınarak düzenlenmesi Türk kültürünün gelişimi açısından zorunludur. Turizm’den ayrılacak Kültür Bakanlığının Türk kültür dünyasında reform yapacak düzeyde daha etkili bir örgütlenmeye kavuşturulması zorunludur. Türk Sanat Kurumu adı altında bir kamu kurumunun kurulması bakanlığı ortadan kaldıracak bir çizgide değil ama bakanlığın çalışmalarını tamamlayacak bir doğrultuda ı sağlanmalıdır. Ayrıca, telif hakları sorununun gelişmiş ülkelerde çözülmesi gibi bir adım atılmasıyla, Düşünce Hakları Kurumu adı altında yeni bir kamu oluşumu bir an önce tamamlanmalıdır. Türk Patent ofisinin kurulmasıyla patent hakları nasıl güvence altına alındıysa, Düşünce Hakları Kurumunun kurulmasıyla da telif hakları düzeni hukuki bir yapıya kavuşturulacak ve Türkiye’de böylece kültür eserlerindeki korsanlık bütünüyle önlenebilecektir. Ayrıca, yazarlar, yayıncılar ile dağıtımcılar arasındaki meselelerin çözüme kavuşturulmasıyla birlikte, üretilen bütün kültür ve sanat eserlerinin okuyucu ya da izleyiciye ulaştırılabilmesi açısından resmi bir kamu kurumu olarak Yayın Dağıtım Kurumunun kurulması da kültür alanındaki sorunların çözümü açısından yararlı olacaktır. Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih kurumunun Atatürk’ün yadigarları olarak yeniden eski özgür statülerine kavuşmaları sağlanmalıdır. Atatürk Kurumu Dil ve Tarih Kurumlarının ayrılmasından sonra yeniden düzenlenerek, Türk dünyasına dönük çalışabilmesi için daha güçlü bir yapılanmaya dönüştürülmesi sağlanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş bir cumhuriyet rejimi olarak sahip olduğu birikimin bütün Türk dünyasına dönük yeni bir model yapılanma olabilmesi için, Atatürk Kurumu öncü olabilecek bir çizgide yeniden örgütlenmelidir.
Dünya tarihinin en önemli ülkelerinden birisi olan, Türkiye topraklarında ilk çağlardan kalma çok büyük tarihi eserler ve önemli şehirlerin kalıntıları vardır. Bunların bir kısmı yüzyıllar boyunca toprak altında kaldığı için Türkiye Cumhuriyeti tarihi ve kültürel eser kaçakçılarının en çok aktif oldukları ülkelerin başında gelmektedir. Anadolu topraklarındaki tarihi eser zenginliğinin Avrupa kıtasının üç misli olduğu öne sürüldüğü için, Türkiye sınırları sürekli olarak tarihi ve kültürel eser kaçakçılığına alan olmaktadır. Bu durum dikkate alınarak, Akdeniz ülkelerinde görülen kültür polisi uygulamasının gündeme getirilmesi ve devletin Türk topraklarından yapılmakta olan tarihi ve kültürel eser kaçakçılığının, kültürel alan güvenlik örgütü oluşturulması sayesinde geride bırakması düşünülmelidir. Böylesine bir yeni güvenlik örgütünün aynı zamanda Turizm merkezleri için de devlet adına görev yapması da mümkün olabilecektir.
E- SAĞLIK VE SOSYAL GÜVENLİK
Küresel emperyalizm tıpkı eğitim alanında olduğu gibi doğal yapısı gereği bir kamusal alan olması gereken sağlık alanını da gerçeklere aykırı bir biçimde devletin elinden alarak özelleştirme görünümünde ticaret alanına dönüştürmeye yönelmiştir. Hayata gelen herkesin en doğal hakkı olan sağlık hakkının varlığını görmek istemeyen para babalar, sağlık alanını da kendi özel ticaret alanına dönüştürerek devletlerin kendi vatandaşlarına sağlamaya çalıştığı sağlık yardımlarını ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girmişlerdir. Amerikan ilaç şirketlerinin zamanla çok büyüyerek bütün sağlık sektörünü ellerine geçirmesinden sonra sağlık alanı bu tekelci şirketlerin elinde özel kazanç alanı olarak yeniden düzenlenmeye çalışılmıştır. Küresel şirketler içerisinde çok güçlü bir konuma gelen Amerikan ilaç tekellerinin saldırıları yüzünden, sağlık alanı insanların yaşam haklarını güvence altına aldıkları bir kamusal alan olmaktan çıkartılmaktadır. Öncelikle bu durumun önlenmesi ve daha sonra da sağlık ve yaşam haklarına uygun bir çizgide sağlık alanının yeniden bir kamusal alan olarak düzenlenmesi gerekmektedir.
Küresel emperyalizmin temsilcisi olan ilaç firmaları ile yapılmış olan patent antlaşmaları büyük ilaç vurgunlarına neden olduğu için bunların öncelikle iptal edilmesi gerekmektedir. Piyasada var olan ilaçlara benzer ilaçların Türkiye’de üretilebilmesini sağlayarak Türk ilaç endüstrisinin gelişmesi de sağlanmalıdır. Ayrıca, milli güvenliğin gereği olarak yıllardır piyasada var olan temel ilaçların ve bu doğrultuda kullanılan aşıların Türkiye’de üretilmeleri de sağlanmalı ve böylece sağlık alanındaki tekellerin ilaç üzerinden vurgun yapmalarının önüne geçilmelidir. Dünya Sağlık Örgütü ve diğer uluslararası sağlık kurumları ile iş birliği içerisinde çalışacak bir Türk Tıp Kurumu daha fazla zaman geçirmeden kurulmalıdır.
Küreselleşme programı çerçevesinde Türkiye’deki hastaneler ve sağlık düzeninde yapılan reform tam bir başarısızlık ile sonuçlanmıştır. Devlet hastaneleri ile birlikte üniversite hastanelerine de el konulurak bunların özelleştirilme görüntüsü altında Amerikan ilaç şirketlerinin kontrolü altındaki uluslararası sağlık firmalarına devredilmeleri oyunu ortaya çıkınca, sağlık dünyasında büyük tepkiler gündeme gelmiş ve kapitalist sistemin istediği özelleştirilmiş sağlık düzeni kurmak üzere uzun süre işbaşında kalan bakan istifa ederek ayrılmak zorunda kalmıştır. Sağlık alanında özelleştirme amacıyla el konulan hastaneler ortada kalınca bu kez, Kamu Hastaneleri Birliği adı altında ne olduğu belli olmayan, başarısız özelleştirme programının ortaya çıkardığı sorunları aşmak üzere geçici olarak örgütlenen bir kurum halkın karşısına çıkartılmıştır. Üniversite hastanelerine de özelleştirme için el konulması Tıp alanındaki eğitim düzenini çökertirken, bakanlıkların elindeki hastanelerin de yeni kurulan bir kuruma devredilmesiyle de ortaya birçok karışıklık yaratan sorun çıkmıştır. Küresel sermaye Türkiye’nin sağlık düzeni ile kendi çıkarları doğrultusunda oynarken uzaktan kumandalı bir biçimde oynarken, yoksul Türk vatandaşlarının hem sağlık hem de yaşam haklarını tehlikeye atacak kadar eski kamu düzenini bozmuştur. Bu durumun bir an önce düzeltilebilmesi için üniversite hastanelerinin yeniden rektörlüklere devredilerek tıp eğitim düzeninin yeniden kurulması gerekmektedir.
Kamu Hastaneleri Birliği bir kamu kurumu olarak kurulurken, sağlıkta özelleştirme girişimlerinin başarısız kalması ve eski düzenin çöküşü nedeniyle böylesine bir adım atılmıştır. Her bakanlığın ya da belediyenin kendi hastanesini kurması gibi bir süreçte, bunun dışında kalan kamu kurumlarını da düşünerek konunun kamusal alanda yeniden bir düzene kavuşturulabilmesi için Kamu Hastaneleri Birliği gündeme gelmiştir. Önceleri özelleştirmeler yüzünden geçici olarak ortaya çıkan bu birliğin zamanla kalıcı olacağı ortaya çıkmıştır. Sağlık alanında bütünüyle özelleştirmelerden vazgeçilmesiyle ortaya çıkan sağlık alanının kamusal bir yapılanma içerisinde düzenlenmesiyle Kamu Hastaneleri Birliği, devletin sağlık kamusal alanı ile ilgili temel örgütlenmesi olarak öne çıkmıştır. Üniversite hastanelerinin ihtiyaçları ise Yüksek Öğretim Kurulunun yeni aşamada oluşturacağı örgütlenme ile karşılanacaktır. Tıp eğitimi ile hastane hizmetleri arasındaki eşgüdümün yeni dönemde YÖK çatısı altında ilgili bir birim tarafından tamamlanmasına, Sağlık Bakanlığının ilgili birimlerinin de katkıda bulunması gerekmektedir. Sağlıkta reformun, küresel şirketlerin çıkarları doğrultusunda değil ama insan haklarının en üst düzeyde geliştiği bir aşamada sağlık hakkı doğrultusunda olacağı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır. Gerçeklerin aşırı kazanç uğruna görmezden gelinmesiyle reform yapılamamış, yeniden eskisi gibi bir kamusal alan düzenlenmesi gündeme gelmiştir.
Bütün insanların sağlıksız durumlardan kurtarılarak sağlık hakkı doğrultusunda gereken kamu hizmetlerine sahip olabilmeleri doğrultusunda devletin engelleri kaldıran bir yaklaşım içerisine girmesi gerekmektedir. İnsan sağlığının korunabilmesi için koruyucu hizmetlerin düzenli olarak yürütülmesi zorunludur. Sağlık hakkı öncelikle yaşama hakkını güvence altına alırken daha sonra da çalışma ve diğer hakların düzene konulmasında katkı sağlamıştır. Küreselleşme sürecinin getirmiş olduğu yeni liberal saldırılar karşısında sağlık hakkının temel alınması ve bu haktan yola çıkarak diğer benzeri hakların korunması gerekmektedir.
Yeterli bir sağlık reformu için devlet bütçesinin daha da genişletilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Varlıklı insanların bazı asgari düzeydeki masraflara katkısının sağlanması, sağlık hakkı ile ilgili olarak devletin altına girmiş olduğu harcama yükünün biraz olsun azaltılması içindir. İnsanlar en doğal hakları olan sağlık hizmetlerini alırken muhtaç durumdaki insanlara yeşil kart uygulamalarının en üst düzeyde yapılması gerekmektedir. Sağlık hizmetleri ucuzlatılırken, ilaç masraflarının karşılanmasında da devlet uygulamalarının genişletilmesi zorunlu görünmektedir. Üniversite hastanelerinde eğitim gören geleceğin hekim adaylarının masraflarının da bir kısmının devlet tarafından karşılanması sistemin güçlendirilmesine yardımcı olacaktır.
Koruyucu sağlık hizmetlerinin kişilere yönelik ya da çevreye yönelik olmak üzere iki başlık altında ele alınması ve zaman içerisinde gelişmelerinin sağlanması gerekmektedir. Kişilere yönelik koruyucu hizmetlerde sağlık eğitimi, erken tanı, aile planlaması bağışıklık ve beslenmenin düzeltilmesi ile ilgili hizmetlerin bir bütünsellik içerisinde yürütülmesi gerekmektedir. Çevreye yönelik koruyucu hekimlik çalışmalarında da temiz suya ulaşma, tuvaletlerin düzeni, barınak ve besin hijyenlerinin sağlanması, erozyonların önüne geçilmesi, ilk yardım ve acil tedavi hizmetleri ile hasta sevki hizmetlerinin belirli bir düzen çerçevesinde yönlendirilmesi gerekmektedir. Son yıllarda geliştirilen aile hekimliği kurumunun koruyucu hekimlik çizgisinde toplum hekimliği gibi geliştirilebilmesi ve ana – çocuk sağlığında daha etkin sonuçlar alabilmek için, sağlık alanındaki kamu hizmetlerinin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.
Tedavi edici sağlık hizmetlerinin daha da geliştirilerek en üst düzeyde örgütlenebilmesi için hem bölge hem de ihtisas hastanelerine gereksinme vardır. Ayrıca bütün büyük şehirlerde trafik hastanelerinin kurulması acil yardım ihtiyaçlarının karşılanabilmesi açısından gerekli görünmektedir. Temel sağlık hakkı doğrultusunda herkesin genel sağlık sigorta sistemine sahip olabilmesi için gereken önlemlerin alınması gerekmektedir. İlaç gereksinmelerinin karşılanmasında, yabancı şirketlerin hegemonyasının kırılabilmesi için Sağlık bakanlığının öncülüğünde bir ilaç endüstrisi programı uygulama alanına getirilmelidir. Toplumun daha sağlıklı bir duruma gelebilmesi için de halk sağlığı hizmetlerinin daha etkili bir biçimde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Hasta hakları bildirisinin tam olarak uygulanabilmesi için bütün hastaneler de Sağlık bakanlığı denetçilerinin etkin çalışmaları gerçekleştirilmelidir. Böylece sağlık hizmetleri insan haklarına uygun olacaktır.
Sağlık alanında hizmetlerin yürütülmesi sırasında ortaya çıkan sorunların çözüme kavuşturulabilmesi için yüksek sağlık kurulu oluşturulmalı ve ülkede sağlık eğitimi ile sağlık sorunlarının izlenerek çözüme kavuşturulması için çalışmalar yapacak bir Ulusal Sağlık Akademisine gereksinme vardır. Akademi, ulusal sağlık politikalarının geliştirilmesi, her alanda sağlık hizmetlerinin yerine getirilmesini devlet adına izleyecek, sağlık eğitimini en üst düzeyde ele alınması doğrultusunda girişimlerde bulunacaktır.
Dünya nüfusunun artması, artan ihtiyaçların karşılanması doğrultusunda endüstri kirliliğinin artması, her geçen gün dünyanın doğal yapısının zarar görmesi gibi gelişmeler insanlığın karşısına çevre sorununu yeni bir konu olarak çıkartmıştır. Doğal hayatın bir parçası olan insanlar yaşadıkları doğal çevre ile geçmişten gelen bir doğal bağlantıya sahipken, bugün giderek artan çevre kirliliği yüzünden doğal ortam ile bağlantıları tehlikeye girmektedir. Enerji sorunun fosil yakıtlar üzerinden karşılanması, üretim yapan fabrikaların baca filtrelerinin tam olarak takılmaması, sanayi üretimini çok daha fazla kazanç elde etmek için artıran fabrikaların hukuk ve sınır tanımayan girişimleri ile birlikte büyük ülkelerin çevre kirliliğini görmezden gelmeleri insanlığın karşısına çok büyük bir çevre sorunu çıkarmıştır. Türkiye’de giderek çevre kirliliğine sürüklenirken bir çevre makro planının acilen devreye sokulması gerekmektedir.
Çevreyi kirletmeyen ürünlere vurulacak yeşil damga uygulamalarının genişletilmesiyle çevre koruma bilincinin artırılması sağlanmalı ve çevre ile ilgili kamu kurumlarının, çevre kirliliği yaratan kuruluşlara karşı devlet desteği ile daha güçlü bir biçimde mücadele etmeleri sağlanmalıdır. Bütün fabrikaların ve kentlerin arıtma tesisleri kurmaları zorunlu tutulmalıdır. Batı ülkelerinde olduğu gibi çevre atıklarını yakacak tesisler kurarak kentlerin ısınma sorunları çözülmelidir. On katın üzerindeki büyük bina ya da toplu konut yapımını yasak getirilmeli, on kattan yukarı yapılan binaların on kata indirilmeleri belirli bir plan dahilinde yapılmalıdır. Yeşil alanların korunması çevre kuruluşlarının devrede bulunmaları sayesinde gerçekleştirilmelidir. Doğal hayatın korunmasında güvenlik güçlerinin de devreye girmesi sağlanmalıdır. Batı ülkelerindeki çevre polisi ve mahkemeleri uygulamalarına Türkiye’de de başlanmalıdır.
Sosyal güvenlik konusu, küreselleşme süreci sonrasında çok hızlı bir biçimde olumsuz noktalara gelmiştir. Yüksek teknolojinin uygulandığı fabrikalarda işçi sayısı onda bir oranına düşürülmüş ve bu yüzden çok büyük işçi kitlesi işsiz kalmıştır. İşsiz sayısının her geçen daha da büyümesi sonucunda sendikalar büyük miktarlarda üye kaybetmiş ve giderek cılız örgütler konumuna düşürülmüşlerdir. İşsizliğin en üst noktalara tırmandığı küresel emperyalizm döneminde sendikacılık bitme noktasına gelmiş ve bu yüzden de çalışan halk kitleleri işsiz yığınlara dönüşürken, sosyal güvenlik sorunları çığ gibi büyümüştür. Devletlerin sosyal güvenlik bakanlıkları ya da kurumları bu duruma karşı gereken önlemleri almaya çalışırken, Türkiye’deki sosyal güvenlik düzeninin seksen milyonluk nüfusun bütün gereksinmelerini karşılayamayacağı ortaya çıkmıştır. Bu durumda halk kitlelerinin sosyal güvenlik sorunlarının çözüme kavuşturulması ile ilgili yeni bir paket programın devreye konulması zorunluluk kazanmıştır.
Dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkelerinden birisinin Türkiye olması dikkate alınarak, devletin sosyal güvenlik hizmetlerine bu açıdan da önem vererek yaklaşması gerekmektedir. Açlık sınırında yaşayan orta tabakalar ile, işsizliğe mahkûm edilen emekçi kitlelerin bütün sosyal giderlerinin devlet tarafından sırtlanması zorunlu hale gelmiştir. Gerçekçi ekonomik paketlerle gelir dağılımı bozukluğunu gidermek sosyal güvenlik sorunlarının çözümü açısından bir başlangıç olacaktır. Kaçak işçi çalıştırarak kayıt dışı ekonomiyi besleyen özel kuruluşların cezalandırılması ile sosyal güvenlik alanında belirli bir ölçüde kamu düzeni sağlanabilecektir. Kalıcı bir sosyal güvenlik düzeninin örgütlenmesiyle toplum içinde sosyal barış kurulacak ve Türk toplumu ulus devletin sağladığı olanaklar ile daha fazla dayanışma içerisinde sorunlarına çözüm arayacaktır. Aktif nüfusun belirli sosyal standartlara kavuşturulmasıyla kamu düzenini sarsabilecek sosyal sorunların ortaya çıkması önlenebilecektir.
Sosyal güvenlik düzeninin yeniden oluşturulmasında bütün yükü devletin üstlenmemesi için, işçi ve memur sendikalarının güçlendirilmeleri gerekmektedir. Yeni çıkarılacak kanunlar ile işçi ve memur sendikalarına daha güçlü yapılanma olanakları tanınırsa sendika üyesi olarak çalışan kitlelerin sorunları daha kolay çözülebilecektir. Çalışan halk kitlelerinin yeniden sendikaların çatısı altında toplanabilmelerinin yolu açılırsa, küresel saldırının yaratmış olduğu yaralar daha hızlı bir biçimde sarılabilecektir. İşçi ve memur kitlelerinin sosyal güvenlik sorunlarının çözümünde sendikaların devrede olması daha güçlü bir yeni sistemin kurulmasına yardımcı olacaktır. Bu doğrultuda Avrupa Birliği çatısı altında getirilen bütün sosyal şartların ve hakların benzerlerinin Türkiye’de de uygulama alanına getirilmesinin desteklenmesi gerekmektedir.
Daha önceleri kurulmuş olan Ekonomik- Sosyal Konsey’in çalışmalarının yeniden düzenlenmesi ve bu kurulda işçi kesimi ile işverenlerin temsilcilerinin birlikte çalışarak ülke içinde öne çıkmış olan sosyal güvenlik sorunlarını hızla çözüme kavuşturmaları beklenmektedir. Sosyal Güvenlik Kurumunun çalışmalarını destekleyecek ve bu alandaki kamu hizmetlerine katkı sağlayacak bir doğrultuda yeni kurumsal yapıların geliştirilmesinde yarar vardır. Meslek kuruluşlarının sendikalar ile iş birliği yapması ve bütün çalışanları bir araya getirecek bir ulusal çalışanlar meclisinin kurulması, bu alandaki sorunların çözümünde halk kitleleri arasında dayanışma sağlanması açısından yararlı olacaktır.
Atatürk’ün cumhuriyeti emanet ettiği gençliğe Türkiye Cumhuriyeti’nin öncelikli olarak sahip çıkması gerekmektedir. Cumhuriyet yönetimi kendi gençliğine sahip çıkarsa, o zaman Türkiye Cumhuriyeti’ni yarın yönetecek olan genç kuşaklar daha kaliteli bir ortamda ve yapılanmada göreve gelebilecektir. Devletin elindeki bütün olanakları Türk gençliğinin iyi bir düzeyde yetiştirilebilmesi için kullanması gerekmektedir. Korunmaya muhtaç gençler için değişik hizmetler örgütlenmeli ve bunlar için yeni merkezler kurularak diğer gençler ile aralarında eşitlik sağlanmalıdır. Gençlerin daha iyi yetişebilmeleri ve boş zamanlarında yararlı çalışmalar yapmalarını sağlayacak gençlik evlerinin bakanlık çatısı altında örgütlenmesi gerekmektedir. Türk gençliğinin sorunlarına sahip çıkacak ve bu doğrultuda çalışmalarını devletin ilgili kamu kurumları ile birlikte sürdürecek bir ulusal gençlik konseyinin kurulması gerekmektedir. Yurt düzeyinde gençlik festivalleri yapmak ve gençleri her tür spor ya da sosyal etkinlik olanakları getirecek yeni bir tür örgütlenme çalışması, ulusal gençlik konseyi aracılığı ile yerine getirilmelidir.
Bir İslam ülkesi olan Türkiye’de kadının toplumdaki yeri her zaman için tartışma konusu olmaktadır. Geçim sıkıntılarının arttığı son dönemde evlilik içi kavgaların arttığı ve bu gibi çekişmeler yüzünden birçok kadının hayatını kaybettiği görülmektedir. Bu gibi durumların önlenebilmesi için kadının siyasette, toplumda ve bürokraside konumunu güçlendirerek kadın çalışan sayısının artırılması gerekmektedir. Kadınlar da erkeklerin girdiği bütün okullara girerek onlar ile birlikte okuyabilmeli ve her alanda erkekler gibi yetişebilmelidirler. Kadınları erkeklere muhtaç durumdan kurtaracak düzeyde iş ve çalışma olanaklarına kavuşturmak gerekmektedir. Yasalar ve hukuk makamları önünde erkeklerle birlikte eşit koşullara sahip olan kadınların, erkeklere karşı korunmaları ile de ilgili önlemlerin alınması zorunludur. Kadınların ahlak dışı yaşamlara sürüklenmemesi ve hayatlarını kaybetmemesi için kadın kuruluşlarının desteklenmesi gereklidir. Bir yandan aile mahkemeleri bir yandan da kadın sığınma evlerinin sayılarını artırmak gerekmektedir. Aile ve sosyal yardım bakanlığının Türkiye’nin aile ve kadın sorunlarının çözümünde Avrupa standartlarını Türkiye’ye getirecek yeni projelere yönelmesinde yarar vardır. Bakanlık ile eşgüdüm sağlayacak bir ölçüde yerel yönetimlerin de kendi bölgelerinde yaşayan kadınlar için sığınma evleri ve benzeri koruma kuruluşları oluşturmalarında da kamu yararı bulunmaktadır.
F- HUKUK VE DİN
Türkiye uluslararası İslamcı bir anlayış ile millet olmaktan çıkarak yeniden orta çağ döneminde olduğu gibi ümmet toplumuna doğru dönüştürülmektedir. Böylesine önemli bir dönemecin tam ortasına gelindiği bir aşamada hukuk ve din alanlarının birlikte ele alınmalarında, ülkenin ulusal çıkarları açısından büyük yarar vardır. Din adına ortaya çıkanlar hukuk düzenini tehdit ederlerken, hukuk adına ortaya çıkanlar da laik devlet modelinin korunması doğrultusunda din alanını yeniden düzenlemeye çalışmaktadırlar. Hukukçular hukuk devleti içinde dinsel alanı yasal bir düzene kavuşturmaya çalışırken, din adamları ise hiçbir biçimde pozitif hukuku tanımaz bir çizgide hareket ederek, dinin getirmiş olduğu geleneksel adalet anlayışı içerisinde hak ve haksızlıklar ile ilgili sorunları çözmeye çalışmaktadırlar. Orta çağdaki dine dayalı kamu düzeni arayışı küresel emperyalizm tarafından desteklendiği için, Fransız devrimi sonrasında kurulmuş olan laik devlet düzeni ve çağdaş hukuk yapılanmasını din çevreleri bir türlü kabul edememektedirler. Bu durum dikkate alınarak hukuk ve din kesimlerinin temsilcilerinin bir araya gelerek barış içinde birlikte var olma olanaklarını bir büyük toplantı aracılığı ile araştırmaları gerekmektedir.
Anayasası olan her devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de bir anayasal devlettir ve anayasaya dayanan bir hukuk düzenin üzerinde kurulmuştur. Bu nedenle Türk devleti öncelikle bir hukuk devletidir ve her türlü işlemi kesinlikle hukuka dayanmak zorundadır. Anayasa ve yasalardan kaynaklanmayan hiçbir yetki kullanılamaz. Gene anayasa ve yasalara dayanmayan hiçbir işlem de geçerli olamaz . Devletin içinde yer alan bütün hukuk makamları bu iki esasa göre hareket etmek zorundadır. Ne var ki, uygulamada ise anayasanın her gün çiğnendiği, anayasa ve yasalara dayanmayan bir iş ve işlemin keyfi yaklaşımlar içerisinde gerçekleştirilmeye çalışıldığı görüldüğü için bu durumdan hem Türkiye Cumhuriyeti devleti hem de ülkemizdeki hukuk devleti düzeni büyük zararlar görmektedir. Anayasa maddelerinin titizlikle uygulanması, her türlü iş ve işlemin anayasa ve yasalarda belirtilen kurallara uygun olarak yapılması hukuk devletinin gereğidir. Hal böyle olmasına rağmen, ülkede her gün hukuk dışı işlem ve eylemlerin birbiri ardı sıra öne çıkmaları karşısında hukuk makamları ve otoritelerinin bir araya gelerek ülkenin bütün kurumlarını ve herkesi hukuk devleti ilkesine uymaya davet etmeleri gerekmektedir.
Küreselleşmenin getirdiği yeni hukuk uygulamaları hukuk alanına yeni katkılar getireceğine başka handikaplar getirmiştir. Kamu denetçiliği kurumu, idari yargıya paralel bir yapılanma getirerek uygulamada düplikasyonlara yol açmıştır. Hakemlik uygulamaları ise, küreselleşme sürecinde karşı tarafı yabancı olan kesimlere yaramıştır. İsviçre’deki hakemlik merkezi küresel emperyalizmi meşrulaştırırken uluslararası şirketlerin çıkarlarını ulus devletlere karşı koruyarak, bu durumdan ulus devletlerin zararlı çıkmalarına giden yolu açmıştır. Hakem davalarında kaybeden taraf hep devletler olmuş, böylece ulus devletlerin tasfiyesi süreci hızlanmıştır. Ayrıca arabuluculuk uygulamaları da bir anlamda devletin resmi hukukunu devre dışı bırakan özel hakemlik kurumuna dönüşme eğilimi göstermiştir. Her üç yeni kurum, küresel emperyalizm tarafından desteklenerek bütün devletlere empoze edilirken, yerleşik devlet yapılarının üretmiş olduğu ulusal hukuk dışlanmış ve denetçi, hakem ve de arabulucu kişiler üzerinden hukukun bireyselleştirilmesi sağlanmak istenmiştir. Hukuka bireyselleşmeyi getirerek ulus devletlerin hukuk yapılarına zarar veren bu üç kurumun bir an önce kaldırılarak, ulus devlet hukukuna geri dönülmesi gerekmektedir.
Üst üste yeni kurulmuş bir partinin büyük çoğunluk ile işbaşına gelerek yürütme ve yasama güçlerini denetim altına almasından sonra, çağdaş cumhuriyet devletlerinin ve demokrasinin sigortası olan yargıyı da kendine bağlı kadrolar ile denetim altına almak istemesi üzerine, Türkiye’de hukuk devletinden parti devletine geçiş süreci yaşanmıştır. Daha önceleri iktidar partisi ile ortak hareket ederek devletin bütün güçlerine sızmış olan bir cemaatın bu aşamada iktidar partisi ile karşı karşıya gelmesi de Türkiye’de hem yargının tarafsızlığına hem de hukuk devleti düzenine ters düşmüştür. Bu durumda, Türkiye’de devletin parti denetiminden çıkarak yeniden hukuk devleti konumuna gelebilmesi için, kuvvetler ayrılığı sisteminin öncelikle yeniden ele alınarak daha geniş bir biçimde düzenlenmesi gerekmektedir. Türkiye önümüzdeki dönemde karşılaşacağı birçok siyasi ve hukuki sorunu ve hatta şimdi yaşanan iktidar ile cemaat çekişmesini ancak güçlendirilmiş kuvvetler ayrılığı sistemi ile aşabilecektir. Böylesine bir yapılanmayı sağlayacak adımların atılabilmesi için bütün hukuk ve yargı organlarının temsilcilerinin bir araya geleceği Türkiye Adalet Platformu bir an önce kurulmalıdır. Ayrıca Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ikiye ayrılarak, hakim ve savcıların ayrı kuruluşların çatısı altında birbirlerini denetlemeleri ortamı yaratılmalıdır.
İmparatorluklardan ulus devletlere geçerken, Avrupa ulus devletleri din dışı bir laik düzen içinde örgütlendiği için, Türkiye’de de ulus devletin ilanı ile birlikte laiklik düzeni anayasal bir çerçevede kurulmuştur. İmparatorluk dönemindeki kozmopolit yapılanmadan ulusal bir üniter devlete geçiş gerçekleştirilmeye çalışılmış ve bu doğrultuda din işleri cemaatların elinden alınarak laik devlete verilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti de din işleri ile ilgili olarak bir uzman kuruluş statüsünde Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. Bu başkanlık aracılığı ile devletin ve milletin dini gereksinmeleri kamu hizmeti düzeyinde karşılanmaya çalışılmıştır. Ne var ki, ılımlı İslam uygulamaları küresel dönemde dıştan destekli olarak öne çıkınca, bunun üzerine Kemalist devrimin laiklik düzeni tartışılmaya başlanmıştır. Bir yandan Aleviler bu kurumun çatısı altında Sünniler gibi yer almaya çalışmış. diğer yandan da Musevi ve Hrıstıyan dinlerinin mensubu olan gayrimüslüm kesimler, Vatikan ya da İsrail devletlerinin din işlerini dışarıdan yönetmelerine giden yolların açılmasını istemişlerdir . Osmanlı döneminden kalma gayrimüslüm vakıflarile okulların Hrıstıyan ve de Musevi cemaatların denetimine bırakılması talebi, cumhuriyet rejiminin geçen asrın başlarında getirmiş olduğu laik devlet sisteminden uzaklaşmaya neden olmuştur. Küresel emperyalizmin dinler arası diyalog anlayışı çerçevesinde bir İslam ülkesi olan Türkiye’de din işlerinin yeniden cemaatlara devri ile devletin bu işlerden çekilmesi talebi öne çıkmıştır. Türkiye’de hem Müslümanların hem de gayrimüslimlerin, hem Sünnilerin hem de Alevilerin yaşaması din ve mezhep çekişmelerine neden olduğu için, cumhuriyetin kurucuları laik devlet düzeni içerisinde sorunu çözmek istemişlerdir. Ne var ki, Atlantik emperyalizmi ile İsrail siyonizminin İslam coğrafyasını ılımlı İslam modeli ile yönetmek istemeleri yüzünden, Türkiye’de ki laik devlet modeli değiştirilmek istenmektedir. Anayasada her Türk vatandaşına din, inanç ve vicdan özgürlüğünün tanınmasıyla aslında cumhuriyet rejimi sorunu çözmüştür. Bugün gelinen aşamada Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılarak din işlerinin yeniden cemaatlara bırakılması, laik devletin geleceği açısından düşünülemeyecek bir girişimdir. Bu nedenle, Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili kanun yeniden düzenlenerek bu kurumun çatısı altında Dinler Yüksek Kurulu ile Mezhepler Yüksek kurulu gibi iki ayrı yüksek kurulun getirilmesi ve bu organlarda dinler ile mezheplerin ayrı ayrı temsilcilerinin katılması, ülkede yaşanmakta olan çekişme ve çatışmaların aşılması açısından yararlı olacaktır. Komşu ülkelerde var olan mezhepleri yakınlaştırma kurumları gibi kuruluşlar Diyanet İşleri Başkanlığı varken ayrıca kurulamaz ama Diyanet kurumunun çatısı altında bütün din ve mezheplerin temsilcilerinin bir araya gelerek din ve mezhep konularını tartışabilecekleri yüksek kurulların oluşturulması ile bu alana da demokrasi gelecek ve cumhuriyetin çatısı altında bir diyalog ortamı kurulabilecektir. Avrupa’da iki bin yıl boyunca yaşanan din ve mezhep kavgalarının Orta Doğu’ya taşınması, üçüncü dünya savaşı tehlikesi nedeniyle kesinlikle önlenmeliydi.
SONUÇ:
21. YÜZ YILDA YEPYENİ BİR CUMHURİYET İÇİN HODRİ MEYDAN…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.