Çidem Ayözger Ergüvenç
Abartı
Biz insanlar genellikle abartmayı severiz. Geçen yıl Marmaris’te bir korulukta yangın çıktı. Birkaç gün gecikmeli de olsa devlet-i âlimiz söndürmek için epeyce çalıştı. İşi gücü olmayan yöre halkı da, herhalde oyalanmak için olsa gerek, söndürme çalışmalarına katıldı. Bu koruluk bölgenin en güzel balını üreten işgüzar arıların kovanlarla getirildiği yermiş. Birkaç tane ağaç yanmış, yanan yanar kalan ağaçlar bizimdir; arılar telef olmuş, ne yapalım yani onlar da telef olmasalardı. Allah kanat vermiş uçup kaçabilirlerdi, besbelli üşenmişler. Bir de arılara çalışkan derler. Neyse, koru kendi haline bırakılsa yirmi, yirmi beş yıl içinde yeniden toparlanıyor. 1996 yılındaki büyük Gökova yangınında kül olan ormanın yeniden toparlandığına bizzat tanık oldum. Ama bu kadar beklemeye gerek olmadığını düşünüyorum. Üç ağaç eksik, beş ağaç fazla ne fark eder ki?
Şimdi, yeni yanan alan değerlendirilmek, üzerine görkemli oteller, siteler falan yapılmak isteniyor. İsabetli bir karar. Ne var ki kıymet bilmez halkımız bu yapılaşmayı engellemek için kampanya üzerine kampanya başlatıyor. Onlara ne oluyor ki, seçmişsiniz bir kadro sizleri yönetsin diye şimdi susup oturacağınıza çalışmalarını engellemeye kalkıyorsunuz. Neyse ki yüce yönetimimiz böyle şeylere pabuç bırakmaz.
Dün Gökova’nın Okluk bölgesi üzerinden Datça’ya gittik. Hayretler içinde kaldım; hani bin odalı Cumhurbaşkanlığı sarayı? Yok öyle bir şey; halkımız yine abartmış. Benim gördüğüm birkaç ayrı yere kümelenmiş yirmi beşer, otuzar tane çift katlı evlerden oluşan siteler. Yolun iki tarafına yerleşmişler; sanki ufak mahallecikler, hepsini bir arada değerlendirirsek sanki bir ilçecik oluşur. Doğal olarak girmek yasak, ne de olsa Cumhurbaşkanlığı bölgesi. Korumalar, polisler, orada çalışan personel falan oralarda yaşıyor. Saray, saray dedikleri yer ise otuz kırk odalı mütevazı bir evceğiz. Belli ki ne yazık ki itibardan tasarruf edilmiş. Hiç yakıştıramadım.
Okluk Koyu Gökova’da denizin en güzel olduğu yerlerden biridir ama denize girmek için personel minibüslere doluşup bizim iskelemize geliyor. Biz de doğal olarak bırakın oturmayı, havlumuzu koyacak bir şezlong bile bulamıyoruz. Doğal. Koskoca Cumhurbaşkanı ya da ailesinin girdiği sulara girebilecek değiller herhalde.
Biraz ilerleyince “Millet Camii” adlı bir yapı ile karşılaştık. Çok etkilendim; demek ki millet, seçtiği Cumhurbaşkanının kullanması için yapılan camide ibadet ediyor. Yanılmışım, cami kapalıymış, yalnızca Sayın Cumhurbaşkanı geldiği zaman açılıyor ama o zaman da halka kapalı tutuluyormuş. Ama yine de milletimiz ne kadar gururlansa yeridir. İçine giremese de kendi adına yapılmış bir cami var. Yalnız çok da şaşırdım, alışmışım her sokakta bir cami görmeye on dakika yol gittik, ilk cami! Neyse boşuna üzülmeme gerek yok , nasıl olsa kısa zamanda birkaç tane daha serpiştirilir.
Datça yoluna çıktık; birden uzaklarda toprak rengi tepeler. Eşime bunlar ne, film çekiliyor da ormanı kamufle etmeleri mi gerekti acaba? diye sordum. Meğer geçen yılki yangıncıkta yanan yerlermiş. Biraz sapa bir konumdalar ama güzelim bir yapılaşma gerçekleşirse mutlaka görkemli yollar da yapılacaktır.
Abartı sevilir ya, covit salgınının yoğun olduğu günlerde çalışkan, söz dinleyen, gayretli Sağlık Bakanımız, salgının vurduğu insan sayısını açıklıyor, çoğu bilim insanı itiraz etmezken birkaç işgüzar doktor çıkıyor televizyona, açıklanan sayının doğru olmadığını belirtip abartılı rakamlar söylüyor ve nankörlük ediyor.
HES’ler de ayrı bela. Enerji üretilecek enerji! Zaten ormanlar çıkan ya da çıkarılan yangınlarla giderek yok oluyor, dereler, ırmaklar dersen, hiç deme! çünkü güzelim siteler, müstakil villalar, büyük oteller yapılsın diye garibanların yolları sürekli değiştirildiği için çoğu kurudu. Bu nedenle kurumayanlar da küresel ısınmanın gadrine uğradı. Enerji elde etmek için ufak tefek ödünlerin ne sakıncası olabilir ki.
Gerçekten abartıyı seviyoruz. Kaz Dağları’nda altın aranacak, halk yaygarayı koparıyor. Ağaçlar kesilmemeli, ormanlar yok olmamalıymış. Adı üstünde Kaz Dağları, matah bir dağ olsa adını “Kaz” koyarlar mıydı? Biri bir aptallık yapınca kaz kafalı sıfatını yapıştırırız. Akıllı bir hayvanın adını koysalardı karşı çıkmalar bir derece haklı sayılabilirdi. O zaman bile fazla haklı olabileceklerini hiç sanmıyorum. Altın mı değerli, orman mı!
Abartılı ifadelerde ölmek fiili çok kullanılır. Çok sevdiğinizi anlatmak için “ben onun için ölüyorum”, çok yorulduğunuz anlamında, “öldüm yorgunluktan”, bir insanı defterden silince, “ne ölümüme, ne ölümüne”, birinin haklarını korumak için “ölesiye savundum”, bir konuda direndiğiniz zaman “Öldür Allah yapmam”, çaresizliği anlatmak için “öldüm dirildim yapamadım”, birine çok kızdığınız zaman “şimdi öldüreceğim”, bir yeriniz çok ağrıdığında, “öldürdü bu ağrı beni” gibi sözler ağzımızdan dökülüverir.
Abartıya başvurduğumuz bir başka durum da dedikodu yaparken ortaya çıkar. Birine bir dedikodu söylersiniz, o kişi başka birine biraz abartarak aktarır. Aktarılan kendine düşen görevi ihmal etmez o da kendi abartısını ekler. Derken lâf döner döner dolaşır dedikoduyu başlatana bambaşka biri tarafından geri gelir ama öyle bir hâl almıştır ki dedikodu sahibi şaşkınlık içinde kalır.
Yalanın da abartısı olur. Bugün söylediğinizi yarın inkâr eder, söylediğinizi iddia edenleri fena halde yerden yere vurursunuz. Aradan biraz zaman geçer, “ben bunlara yuttururum nasıl olsa” diye düşünüp aynı yalanı başka bir kisveye bürünmüş olarak söylersiniz. Yine itirazlar başlayınca pişkin pişkin polemik yapmaya soyunursunuz. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar derler, kısa ömürlüdür anlamında kullanılır. “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” (insan belleği unutma özürlüdür) denmiş bir zamanlar, kimin dediğine ve onun hakkında düşündüklerime değinmeyeceğim; ölünün arkasından konuşulmaz derler. Yalanlar havada uçuşur, derken sıra yalanları yalanlamaya gelir; derken yeni yalanlar üretilir; bir kısır döngü sürer gider.
Biz millet olarak korkarım balık hafızalıyız. Başımıza ne geliyorsa bu yüzden geliyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.