Alp Kırıkkanat
Depremin Düşündürdükleri
Yazıma başlarken Elazığ ve Malatya’da meydana gelen deprem faciasında hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, sevenlerine ve yakınlarına başsağlığı, yaralılarımıza ise acil şifalar dilemek istiyorum. Bu facia, bir kere daha bir deprem ülkesi olduğumuzu bizlere hatırlatmış oldu. Ülkemizin her yeri bir deprem tehdidi altında. Bu son depremle birlikte, bu tip doğal tehditlerin öncesinde ve sonrasında alınacak tedbirleri sürekli düşünmek ve geliştirmek zorunda olduğumuzu bir kez daha idrak etmiş olduk. Diğer yandan, toplumun her kesiminde başlatılan yardım ve dayanışma kampanyaları; kederde ve tasada, gerektiğinde kendi içimizdeki birçok anlaşmazlıkları bir kenara itebileceğimizi ve kenetlenebileceğimizi de ortaya çıkarmış oldu. Bir kısım sıkıntı ve eksiklerimize rağmen…
Bu düşüncelerle Kadıköy’deki sahilde ağır adımlarla yürürken, Orhan Veli’nin deniz kenarındaki odasında, pencereye hiç bakmadan, dışardan geçen kayıkların karpuz yüklü olduğunu bildiği ‘‘Deniz’’ isimli şiiri aklıma geldi. Acaba o günlerde mi yaşasaydım diye geçirdim içimden. Elbette böyle bir şeyin imkânı olmadığını hatırlayıp gerçeğe döndüğümde, kendimi kıyıdaki bir kafede buldum. Duvarda asılı duran büyük ekran televizyondan verilen haberler, genç bir çocuğun önüme koyduğu ince belli klasik bardaktaki çayı, daha içmeden içilemez hale getirmişti bile. Memleketin bu hali herkes gibi elbette beni de çok üzmekteydi. Her hafta düzenli olarak yazmaya çalıştığım, denizle ilgili konuları; bu defa çiseleyen yağmurun suladığı camların arkasından denize bakarak, düşünmeye çalıştım. Ancak depreme odaklandığımdan dolayı, kafamdaki yazı konusunu, şimdilik, bir kenara bıraktım. Bir ülke düşünüyordum, bu kadar çok ağır sorunu aynı anda yaşayan… Yerküre üzerinde bunun başka bir örneği var mıydı acaba?
İstanbul’a her gelişimde, uğradığım bu mekândan, sert havadaki dalgaların ilerleme yönüne bakarak anlamaya çalıştığım rüzgâr yönü; sanki bu defa, hepimizi sürükleyen bir istikameti gösterir gibiydi. Göklerin ve denizin ağlayışı belli ki uzun sürecekti. Kimi zaman toz ve kâğıt parçalarını uçuran ve ağaç dallarını hareket ettiren bir rüzgârın; aynı anda, denizdeki köpükleri hafiften dağınık bir koyun sürüsü gibi bir görüntüye çevirebildiğini görüyordum. Denizde çok sık karşılaştığım bu manzarayı, çay içerek keyifli bir ortamda izlemenin adilane olup olmadığını düşündüm. Depremdekiler ve denizdekiler aklıma geldi. İçime sinmedi bu keyif.
Diğer yandan depremde enkaz altında kalanların olduğunu bilip, bir şeylerin içimize sinebilmesi zaten mümkün değildi. Bu anlamda fiziki olarak hiçbir şey yapamamanın yarattığı karışık duygular, denizdeki sert rüzgarla harmanlanıp üzerimde farklı bir baskıyı yaratmaktaydı. Dalga dalga gelen kötü haberlerin şiddetinin, tesirli mutedil bir brizi aşmaması için dua ettim. Ancak insanlarımızı ve sevdiklerimizi, farklı maddi saiklerle, bir kısım inşaat yapılarında ilmi ve fenni uygulamalara yer verilmediği için kaybetmenin acısı çok daha farklı oluyordu. Umuyorum ki bu deprem, başka bir felakete kadar unutulmaya yüz tutmaz ve gerekli önlemler ülkemizin her yerinde süratle alınır. Tabi, hiçbir önlemin alınmadığını söylemek de haksızlık olabilir. Fakat, daha fazla tedbirin alınması da bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
Deniz ve hava durumuna bakıp, kendi kendime yapmaya çalıştığım bu bahri amatör terapi sonrasında, iskelede vapur bekleyen kalabalığın arasına karıştım. Herkes üzgün. Sanki, tarifsiz kederler içinde… Ancak ümit ediyorum ki bu ve geçmişteki benzer musibetlerden ders çıkarılır. Yıllar önce kaptan Jacques-Yves Cousteau, su ve yaşam döngüsünün bir olduğunu unutmamamızı salık veriyordu. Bu anlamda bir kısım çevre felaketlerini, insanoğlu kendi elleriyle yarattı. Ancak doğal deprem felaketleri karşısında tutunabilmemizin, benzer keyfiyetteki kişilerin eline bırakılmadan; akli ve ilmi çözümlere bağlı olduğunu hatırlamamız gerekir. Selametle…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.