Doğan Satmış
Dolar çıkar, şampanya patlar ve partinin sonu nasıl biter?
2000’li yıllardan önce Türkiye “dolarize” bir ülkeydi. Kur durmadan yükseldiği için insanlar maaşını alınca dolara yatırır, harcadıkça da bozdururdu.
Ancak 2000’li yıllardan sonra dünyada döviz bolluğu başladı. Gelişmiş ülkeler, kendi paralarına verdikleri faizi düşürdükçe düşürdüler. Bu yüzden o ülkelerin zenginleri, paralarını daha çok kazanacakları gelişmekte olan ülkelere yönlendirdiler.
Bundan en çok yararlanan ülkelerden biri de Türkiye oldu. Ha babam döviz girişi olunca, Türkiye coştu. Dolarla borçlanmak çok cazip hale geldi.
Türkiye’nin ne kadar eski sanayicisi varsa, şehir yakınlarındaki fabrikalarını kapatıp, dolarla borçlanarak AVM yaptırdılar. Fabrika işletmek “daha az kazanç” gibi görülmeye başlandı. Çünkü AVM’lerden gelen para, fabrikadan gelen paranın üç beş katıydı ve üstelik riski de yoktu.
AVM’lerdeki kiralar da dövize endeksliydi ve rakamlar baş döndürücüydü. Metrekare başına 2 bin Euro bile sıradan bir kira olmuştu.
O yüzden bir anda “Dünya AVM şampiyonu” olduk.
Mesela Zorlu AVM’nin 65 dönümlük arsası için yaklaşık 1 milyar dolar ödendi, sonra da AVM ve kuleler için 2 milyar dolardan fazla para harcandı. Sonuçta, 3-4 milyar dolarlık bir yatırım yapıldı, ortaya çıkan daireler bir kaç milyon dolara peynir ekmek gibi satılmaya başlandı.
Tabii böyle milyar dolarlar ortalıkta dolaşınca, ‘müteahhit-belediyeci çıkar işbirliği’ ile inşaatlar ‘kağıt üzeri oyunlarla’ bir kaç katına çıkarıldı, rant da katlandı.
Öyle bir hale geldi ki, İstanbul’da nerde eski bir site varsa, kapısını çalan, “Hadi size daire başına bir kaç milyon dolar verelim, burayı AVM-Otel-Rezidans yapalım” demeye başladı. Belediye sitesindeki evi için milyon dolarlar havada uçuşunca insanların da başı döndü.
Düşük döviz kuru nedeniyle, İsviçre’nin St Moritz, Fransa’nın Courchevel dağlarında kayak yapmak, Uludağ’daki otellerden daha ucuz oldu. (Üstelik, uçakla oraya gitmek ve araba kiralamak da dahil.)
Ayrıca, Mercedes ve BMW dururken yerli otomobil alanlara “Saf” muamelesi yapıyorlardı.
“Yunan adalarında yemekler daha ucuz” diye insanlar yatlara atlayıp, Ege’ye açılıyordu.
Tüm bu gelişmenin, sanal bir yapı olduğunu kimse anlatmadı. Herkes, “Ali Babacan işini çok iyi yapıyor” havasına girdi.
Bundan 7 yıl önce, “Türkiye bu gidişle duvara toslar” diyen ve doların bugün ulaştığı 7 liralık kuru taa o zaman gösteren uzmanlar da işsiz kaldı, kimse onlara inanmadı.
Herkes memnundu halinden.
Taa ki, Amerika’da Yellen diye bir ekonomist kadın, “Doların faizini yükseltiyoruz” diyerek gongu çalana kadar.
Sonuçta dolar el oğlunun parasıydı.
Amerika’da dolar faizi yükselince, bütün makyajlar döküldü.
Sadece Türk Lirası değil, Arjantin gibi ülkelerin paraları da bir gecede iki seksen yere serildiler.
Çünkü parti bitmişti.
İşte “Kara Cuma”ya böyle geldik.
Şimdi dolar 7 lirayı buldu. Banka hesaplarında milyon dolarları bulunanlar, ‘Param TL olarak iki katına çıktı’ diye lüks restoranlarda şampanya patlatıyor ama halk endişeli.
Ne olacağını hep birlikte yaşayacağız.
“Peki böyle bir kriz nasıl sona erer?”
İşte bu soruya, Amerikalı Nobel ödüllü ekonomist Paul Krugman şöyle cevap verdi:
“Eğer krize etkili bir politik cevap bulunamazsa, para birimi düşebildiği kadar düşer, iflas edenler eder, para bu kadar zayıflamışken, ülkede bir ihracat patlaması yaşanır. Ve ekonomi yeniden toparlanmaya başlar.”
(Krugman, bunun dışında bir çözüm daha bulunduğunu ama bunun daha zor olduğunu anlatmış, isteyen New York Times’taki yazısına bakabilir.)
Krugman, Türkiye’de yaşananları, Malezya ve Güney Kore’de 20 yıl önce yaşanan “Asya Krizi”ne benzetmiş. Bu benzetme, bana o yılları hatırlattı.
1998’deki Asya krizi sırasında ekonomisi mahvolan ülkelerden biri Hong Kong’du. Turizmi canlandırmak için bir grup Türk gazeteciyi ülkelerine davet etmişlerdi. Onlardan biri de bendim.
Gittik. Her şeyin fiyatı bize çok ucuza geliyordu nedense. Orada kriz olduğunun çok farkında değildik.
Bir kadın arkadaşımız, “Ben bir pırlanta küpe almak” istiyorum dedi. Kocaman bir mağazaya girdik. Bir katında altın, bir katında pahalı saatler ve bir katında pırlanta ve taşlar olan çok zengin bir dükkandı.
Arkadaşımız bir çift küpe beğendi. Satıcı fiyatı indirdikçe indiriyordu. Rolex saatler bile üçte bir fiyatınaydı. O kadar ki, şüphelendik ve “Acaba dükkan çakma ürün mü satıyor” dedik. Hatta, bizi davet eden Turizm Bakanlığı yetkilisini aradık. Yetkili, dükkanı biliyordu, “güvenin” dedi.
Sonunda, Türkiye’de fiyatı bir kaç katı olan bir çift pırlanta küpeyi 1100 dolara aldığımızı hatırlıyorum. Arkadaşımız çok mutluydu.
Sonunda satıcıya sordum, “Niye fiyatı bu kadar indirdin?” diye.
“Bakın akşam oluyor ve bugün dükkanıma giren ilk müşteri sizsiniz” dedi.
Ertesi gün gazetelerde de kolundaki Rolex için eli kesilen bir turistin haberi vardı. Polis eli atıldığı denizde bulup çıkarmış, yerine dikilmesini sağlamıştı.
Umarım ve inanıyorum ki, Türkiye’de işler bu noktaya gelmez.