Kerime Yıldız
“GAY’LER ESKİDEN ESNAFTAN SAYILIR VE PADİŞAHIN HUZURUNDA YAPILAN RESMÎ GEÇÇİTLERE BİLE KATILIRLARDI”
Bursa’da geçtiğimiz günlerde yürüyüş yapmak isteyen eşcinseller engellemeler yüzünden değil yürümek, birkaç metre bile ilerleyemediler ve sadece bildiri okumakla yetinmek zorunda kaldılar.
Ama bu eşcinsellerin büyük büyük dedeleri, bundan asırlarca önce "meslek grubu" kabul edilip esnaftan sayılmış, hattá hükümdarların sefere çıkmalarından önce düzenlenen büyük resmigeçitlere bile katılmışlardı. İşte, Evliya Çelebi’nin meşhur "Seyahatnáme"sinde, 17. asır gay’lerinin Dördüncü Murad’ın huzurunda yapılan bir geçit resmine yanlarında kendilerini pazarlayanlar olduğu halde katılmalarının anlatıldığı bahis...
GAZETELERDE okumuşsunuzdur: Eşcinseller, geçtiğimiz günlerde Bursa’da valilikten izin alarak "Buluşma" adı altında yürüyüş yapmak istediler ama engellendiler; değil yürümek, birkaç metre bile ilerleyemediler ve sadece bildiri okumakla yetinmek zorunda kaldılar.
Hadisenin kahramanlarının bu sayfada da gördüğünüz fotoğraflarından, yürüyüşe hazırlananların çoğunluğunu travestilerin ve transseksüellerin teşkil ettiği anlaşılıyordu. Yorumunu sizlere bıraktığım böyle bir görüntüye bugün Anadolu’nun herhangi bir viláyetinin sokaklarında rastlanmasının imkánsızlığı bir yana, bu yürüyüşün Bursa gibi bir sanayi şehrinde bile yapılabilmesi zaten çok zordu.
Bursasporlu Esnaf Derneği Başkanı Fevzinur Dündar, yürüyüşten önce bir demeç vermiş, "Osmanlı’nın payitahtı olan Bursa’da böyle bir yürüyüşü kabullenemiyoruz" demiş ve "Bursa’nın erenlerin, evliyaların şehri" olduğunu söylemişti. Neticede, Bursa’da planlanan "Buluşma" mümkün olamadı.
RESMİ KAYITLARDA VAR
Buraya kadar herşey tamamdı, zaman ve şartlar işin gereğini yerine getirmişti ama doğru olmayan tek husus, Osmanlı’nın "payitahtında" yani "başkentinde" böyle bir yürüyüşün yapılamayacağı meselesi idi. Zira, Osmanlı Devleti’ne daha sonraları asırlarca başkentlik yapmış olan ve "erenlerle evliyalar" bakımından Bursa’dan hiç de geri kalmayan, hattá hemen her köşesinde bir veya birkaç yatır bulunan İstanbul’da, geçmiş asırlarda böyle yürüyüşler yapılmıştı. Eski zamanların eşcinselleri, İstanbul’da padişahın huzurunda düzenlenen resmigeçitlere bile iştirak etmiş, hattá yanlarında kendilerini pazarlayanlar olduğu halde yürümüşler ve bu yürüyüşler o devrin kayıtlarına ayrıntılarıyla geçmişti.
Osmanlı zamanında müşteriye çıkan delikanlılara "hîz oğlanı" denirdi ve mesleklerini icra eden "hîz"lerin devlet tarafından kayıt altına alınmaları şarttı. Hayatını bu işten kazanan erkekler "defter-i hîzán" yani "hizler defteri" denilen kütüğe yazılırlardı ve bugünden çok daha önemli bir farklılık sözkonusuydu: Profesyonel eşcinseller, "esnaftan" kabul edilirlerdi. Esnaf, o devirde ordunun bir bölümü sayılır, padişahın sefere çıkışından önce İstanbul’da yapılan büyük geçit resmine bütün meslek grupları katılır ve "hîzán", yani eşcinseller de bu geçit resminde yeralırlardı.
Bu törenlerden birini, 17. asrın çok önemli bir ismi, Evliya Çelebi, meşhur "Seyahatnáme"sinde ayrıntılarıyla yazıyor. Zamanın hükümdarı Dördüncü Murad’ın bir sefere çıkışından önce yapılan büyük resmigeçide askerlerin yanısıra bütün İstanbul esnafının da katıldığını, meselá börekçilerin sanatçılarla, peksimetçilerin imamlarla, yelkencilerin de dalgıçlarla, imamlarla ve müezzinlerle birarada yürüdüğünü ve binlerce kişilik kortejde "eşcinsellerin, deyyusların ve pezevenklerin" de yeraldığını söylüyor.
İNANMAYAN OKUSUN
Evliya Çelebi, Seyahatnáme’sinin birinci cildinde her meslek grubunu ayrı ayrı anlattığı ve İstanbul’un esnaf tarihi bakımından bugün en önemli kaynak kabul edilen bu geçit resmi bahsinde, eşcinsellerin yürüyüşünü bugünün Türkçesi ile şöyle yazıyor:
"Pasif dilber eşcinsel esnafı: Bunlar, evsiz-barksız 500 kişidir. Kendi kadir ve kıymetlerini bilmeyip Bábulluk’ta, Kalatyonoz’da, Finde’de, Kumkapı’da, San Pavlo’da, Meydancık’ta, Kiliseardı’nda ve Tatavla’da málum işin yapıldığı yerlerde boğaz tokluğuna çalıştıkları sırada avlanıp Subaşı’nın (yani, o zamanın polis müdürünün) tuzağına düşer ve deftere kaydedilirler. İşte, sözü edilen bu kişiler geçit resminde Subaşı ile şakalar ederek yürürler. Bunlar gibi daha nice esnaf mevcuttur ama anlatmakta hiç fayda yoktur ve sadece Subaşı tarafından bilinirler. Resmigeçide katılan deyyusların sayısı 212, pezevenklerin adedi de 300’dür."
17. asır Osmanlı İstanbul’undaki eşcinsel resmigeçidinin ayrıntıları Evliya Çelebi’de kısaca işte böyle geçiyor ama bu yazdıklarımdan dolayı hiddetlenecek ve her zamanki ádetleri veçhiyle "Bunların hepsi uydurma" diyecek olan zamanımızın gönüllü Osmanlı polislerinden de önceden küçük bir ricam var: Geçmiş dönemi duygu ile değil, bilgi ile yorumlayın, dolayısıyla oturup okuyun, en azından verdiğim kaynakları gözden geçirin, hattá bu kaynakların nakletmediğim bahislerini de bir zahmet tedkik buyurun ve diyeceğinizi ondan sonra söyleyin! Zira bu tarih beğenelim veya beğenmeyelim bizim tarihimizdir ve olayların meydana geldikleri zamanın şartlarına göre değerlendirilmeleri halinde utanılacak hiçbir şeyimiz yoktur.
Gay ilişkilerden Avrupalı olmaya karar verince utanır olduk
İSTANBUL caddelerinde geceleri mesleklerini icra etmeye çalışan travestileri görüp de "Ahlák namus kalmadı, ne günlere geldik" diye yakınanlar, eski devirlerin daha başka ve daha temiz olduğunu zannetmekle hata ediyorlar!
Hata ediyorlar, zira málum işin geçmişiyle bugünü arasında hiçbir fark yoktur, insanoğlu aynı insanoğlu, merak da aynı meraktır. Değişiklik, sadece málum işin gizli yahut açık yapılmasında ve tıp teknolojisinin gelişmesi neticesinde transseksüellerin ortaya çıkmasındadır. Ama, geçmiş asırlarda gizlenmesinde gerek görülmeyen bazı eğilimler bugün "ayıp" kabul edilmekte ve örtülü bir şekilde sürdürülmektedir.
Uygunsuz kadınlarla erkekler, Osmanlı zamanında da faaliyetteydiler. Devlet bu faaliyetlere bazen göz yummuş, bazen de sıkı yasaklar getirmişti ama yaygın düşünce, "İsteyen, canının çektiğini yapsın" şeklindeydi. Üstelik bu iş eski devirlerde sadece bize mahsus değildi, bütün dünyada várolan birşeydi. Aynı cinse duyulan ilgi Osmanlı toplumunda da hafiften yadırganırdı fakat yadırgama kendi cinsine düşkün olanın bu merakını gizlemesini gerektirecek bir hále gelmez, herşey ortada, apaçık cereyan ederdi. Şairlerin delikanlı sevgilileri için kaleme aldıkları gazeller elden ele dolaşır, bestecilerin yine genç erkekler için döktürdükleri nağmeler de her yerde terennüm edilirdi.
Meselá, Fuzuli’nin "Subh çekmiş çerha tıygın táşa çalmış áfitáb / Záhir etmiş ol meh-i delláke aynı intisáb" mısraıyla, yáni "Sabah usturasını bilemiş, güneş kılıcını taşa çalıp o ay gibi telláka bağlılığını göstermiş" sözleriyle başlayan gazelinin bir delikanlıya yazıldığı daha ilk okuyuşta anlaşılırdı. Gazel, daha sonra "Başlar, onun anber kokulu usturasının hareketinden, suyun dalgalanıp kabarcıklar meydana getirmesi gibi neşelenip tertemiz oluyor. Her kılımın ucunda bir baş olsaydı ve sevgilim onları saç gibi doğrasaydı, kanlar döken usturasından yine de kaçmazdım..." sözleriyle devam etmekteydi.
Bir başka örnek: Küçük Mehmed Ağa’nın eseri olan ve müziğimizin en san’atlı parçalarından sayılan Evcárá makamındaki bestede, yáni "Gelince hatt-ı muanber o meh cemálimize / Yazıldı mebhas-i sevdá kitáb-ı hálimize" güfteli eserde "O ay yüzlü sevgilimizin sakalları çıkmaya başlayınca, hálimizi anlatan kitaba sevda bahsi yazıldı" deniyordu.
Eşcinsel ilişkiler, Avrupalı olmaya karar verip Tanzimat’ı ilán etmemizden sonra, 1840’lardan itibaren "ayıp" sayılır oldu ve bir zamanlar sıradan hadise gibi görünen münasebetler artık sessizliğe büründü.
19. asrın büyük álimi ve devletin resmi tarihçisi Cevdet Paşa, "Máruzát" isimli eserinde bu anlayış değişikliğini apaçık, şöyle anlatır:
"...Kadın düşkünleri çoğaldı, delikanlı meraklıları azaldı. Oğlancılık sanki yere battı. İstanbul’da eskiden beri delikanlılara karşı olan aşk ve ilgi kızlara yöneldi. Sultan Üçüncü Ahmed zamanından beri devam eden Káğıthane seyri daha fazla rağbet buldu. Gerek orada, gerek Bayezid Meydanı’nda arabalara işaret verme usulü başladı. Devletin önde gelenleri arasında kulamparalığıyla meşhur Kámil ve Áli Paşalar (o devrin sadrazamları, yani başbakanları) ile onlara mensup olanlar kalmadı. Áli Paşa, yabancıların eleştirisinden çekinerek kulamparalığını gizlemeye çalışırdı." ("Máruzát", Türk Tarih Kurumu Yayını, sah: 9)
ÇAK ÖNEMLİ NOT
Yukarıdaki yazıyı Murat Bardakçı, 27 Ağustos 2006’da Habertürk’te yazmış. Noktasına virgülüne dokunmadan aynen aldım.
Bardakçı’nın deyimiyle “gönüllü Osmanlı polisleri”, Ebrar Karakurt’u linç ediyorlar. Voleybol milli takımını tebrik eden Melih Gökçek, “Ebrar konusunda tek geri adımımız yoktur.” diye şerh düştü. Adımı var da geri atmıyor. Peh peh peh! Cumhurbaşkanı Erdoğan, voleybol milli takımını Külliye’ye dâvet edince ne olacak peki? Jelibon yalayıp seyredecek.
Ebrar Karakurt ne yaptı? Milli takımı şampiyon yaptı. Yâni işini yaptı. Para kazandığı işini, en iyi şekilde yaptı. Bülent Ersoy Külliye sofrasında ağırlanırken ağzını açmayanlar, gönüllü polisliğe başladı.
Ya bi durun, daha Erdoğan konuşmadı. Sizin ne haddinize ondan evvel konuşmak!
Bülent Ersoy, Külliye sofrasında. Yuıkarıdaki yazının sâhibi Sünbülzâde, Külliye’nin târihçisi. Bir cemaatin CEO’su iki adamla aynı yatakta.
Ebrar da Ebrar!
Ebrar kadar başınıza taş düşsün! Yeşim Salkım’ın sözlerine bayıldım. “Yatak teri değil, alın teri!” demiş bir yalakaya.
Ebrar Karakurt’a bir tavsiyem var. Eğer Külliye’ye dâvet alırsanız giderken başını ört. Spor Bakanı bile olursun. İnan ki işe yarıyor. “Sâyemizde hidâyete erdi” deyip başlarına tac ederler.
Voleybol Milli Takımımızı amasız fakatsız tebrik ediyorum. Terlerini formalarına silerek destan yazdılar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.