Kerime Yıldız

Kerime Yıldız

Gerçeğin huyu ve kokusu

“Öksüz Ahmetler” yazımı okuyan Şarkışlalı hemşehrim çok duygulanmış. Siyâsetten sıtkı sıyrıldığından bana bir iyilik yapmak istemiş. Telefonda, “Boşver siyâseti! O dünya çok kirli. Böyle hikâyeler yaz!” dedi. “Olur” demedim elbette ama tesîrinde kaldım. Zihnim, bir konuya odaklanıyor, sonra vazgeçiyor. Boş beleş iş geliyor. Vaktiyle midemi bulandıran bir hâdise olmuştu. Servet Avcı’yı aradım. “Artık canım yazmak istemiyor.” deyince öyle zarif ve sert bir itiraz etti ki devam ettim yazmaya.

Kısa bir süre için İstanbul’dayım. Nevruz gelirken İstanbul’da olmanın işkence olacağı, aklıma gelmezdi. Dışarı çıkınca mümkün olduğu kadar hızlı eve dönüyorum. Seçime dâir her şey canımı sıkıyor. Ses, müzik, afiş…. Martıların muhteşem uçuşlarını seyrediyorum, camdan çatılara bakarak. Gökyüzünde bu kadar güzel süzüldüklerini hiç fark etmemiştim. Yaşadığım köyde martı yok. Başka başka kuşlar var.

Arefe günü bir öğretmen arkadaşıma misâfir oldum. İki kızı da akademisyen. Zamâne gençlerinden değiller. Küçüğü, sürekli düşünüyor; adını bilmediğim yerli yabancı yazarları okuyor, sorguluyor. “Kerime teyze, Alev Alatlı yazını, ablam yüksek sesle okudu; biz, heyecanla dinledik. Herkes, arkasından methiyeler düzerken yazman çok cesurca.” dedi. “Kadınla bir derdim yok. Derdim hamallar” dedim tekrar ve ekledim:

“Tevâfuk mu tesâdüf mü bilemem. Çok saygı duyduğum bir yazar var. Yazımdan önce ‘abla abla’ diye bir yazı kaleme almıştı. Yazımdan sonraki yazısında, ‘Alev Hanım’ diye bahsediyordu. Sebep ben isem hamallığı reddediyor yâni.”

İki târihçi profesörün uydurduğu yalanlara yaptığım itirazı da örnek verdim. Çaktırmadan düzeltmişlerdi yalanlarını. Çaktırmadan yapmalarına hak verdim. “Akademik ünvânı olmayan kadının biri, akademik olmayan ama bizi meşhur eden sallamalarımızı düzeltti.” mi desinler?

“Kadının biri” ifâdesi, târihî roman yazan bir akademisyen târihçiye âit. Gerçek dünyâdan kurgusal alana geçişe bu kadar hevesli olmasının sebebini sormuştum. Kızmıştı. Facebook hesâbında, “kadının biri” diye bahsetmişti benden. “Çok ayıp’ Benim bir adım var.” demiştim, köşe yazımda.

Mezkûr genç hanımın iltifatından sonra, yukarıda bahsettiğim hemşehri tavsiyesinin bir hükmü kalmadı elbette. Cesâret budalası değilim ama gerçeğin kokusu, baştan çıkarıyor; başımı derde sokuyor.

Birkaç gün evvel bir roman okumaya başladım. Yazarın, emekli büyükelçi kızı olan başka bir yazardan bahsedişi dikkatimi çekti. Zihnim, tereddüt etmeden Alev Alatlı’ya gitti. Peşine düştüm ve bakın nerelere gittim.

Sene 1999. Taha Akyol, İskele Sancak programına konuk olmuş. Konu, türban ve türbanlıların kamusal alana girmek istemeleri. Taha Akyol, bir hukukçu olarak türbanlıların kamusal alandaki hak taleplerini desteklemiş. Alev Alatlı, programa telefonla katılıp “çifte vatandaşlık” meselesini sormuş. Muhtemelen Merve Kavakçı’nın çifte vatandaşlığı meselesidir. O dönemde yakın olduğu siyâsetçilerin çifte vatandaşlığını sorgulayacak değil ya. Ayrıntısı yok. Programın videosu da yok. Bu program hakkında başörtülü bir yazarın eleştirisine ulaştım. Rejimin, türbanlı kadınları kamusal alana sokmamak için laikçi modern kadınlara badigardlık görevi verdiğini ve türbanlı kızların kendilerini anlatamadıkları tek kadın grubunun bunlar olduğunu söylemiş. Bu anlatamayışın sebebini de açıklamış:

“Çünkü badigardlar, savundukları şeylerin doğru mu yanlış mı olduğuna bakmazlar.”

“Abla abla” diyen hamallar ve şimdinin badigardları, şöyle dursunlar. Ayşe Böhürler, Hilâl Kaplan gibi yazarlar, “annem, hocam” diye yazılar döşerken bâzı başörtülü yazarların sessizliğini daha iyi anladım.

Bu yazdıklarımı, önce, “abla”dan “Alev Hanım”a terfi eden yazarı tanıyan bir arkadaşıma gönderdim. Yazara ulaştırmasını istedim. Niye? Mübârek günlerde kalp kırmayayım diye. Sonra vazgeçtim. Yalan, dolan, iftira dolu bir seçim ramazanında bu kadar hassas olmaya lüzûm var mı? “Otur yaz be kızım!” dedim. Düşünen, okuyan, sorgulayan, bunu yaparken cesâretin kokusuna ihtiyacı olan hemcinslerinin ve dahî gerçeğin âlî hatırı için.

GERÇEĞİN HUYU NEDİR?

İnci Tâneleri dizisinde, gerçeklerin birgün açığa çıkma huyu konuşuldu. Âdem, kendi teorisini şöyle açıkladı:

“Sır dediğimiz şey, uzun süre kapalı ortamda kaldığı için çürümeye başlar ve kötü bir koku yayar ortama. İşte yalanın kokusudur o. Kokunun peşine düşen insanlar da gerçeği ortaya çıkarır.”

Sandık kokusu ile sandık korkusunun birbirine karıştığı günlerde çok hoşuma gitti.

Benim de bir teorim var.

Gerçek, o kadar güzel bir koku yayar ki onun peşine düşenler, gerçeği ortaya çıkarırlar. Haşarat takımı, güzel kokudan kaçarlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.