Cüneyt Şaşmaz

Cüneyt Şaşmaz

Nasıl Oluyor Da, Böyle Bir "ADAM"ı Sev(e)miyorsunuz?!

Psikedelia (İng. Psychedelia), özellikle 1960'lı yıllarda popüler olmuş ve sanat dallarını ve alt kültürleri etkisi altına almış olan bir akım.

Etimolojik olarak Yunanca "ruh ve bilinç" anlamına gelen psycheile "açığa çıkartmak" manasını taşıyan delos kelimelerinin birleşiminden meydana gelen Psikedelia "gözle görülemeyen ruhsal dünyanın görünür hale gelmesi"ni ifade ediyor.

Psikedelia kavramının ortaya çıkışı hakkında net bir bilgi olmasa da ilk defa 1957 yılında Humprey Osmond tarafından halüsinojen ilaçları anlatmak için kullanıldığı düşünülüyor.

Fakat popüler kültüre girmesi ve yaygınlaşması, karşıt kültür ikonu olarak tanınan Timothy Leary'nin kitaplarında bu terimden bahsetmesi sayesinde gerçekleşmiştir.

Psikedelik müziğin en önemli isimleri arasında The Doors, Pink Floyd, Jefferson Airplane, Iron Butterfly, Jimi Hendrix, The Animals, The Yardbirds ve The Beatles gibi dünyaca ünlü sanatçılar yer alıyor.

Bu türün Türkiye'deki temsilcileri arasında ise Erkin Koray, Moğollar, Haramiler, Kardaşlar, Apaşlar, Ersen Dinleten, Selda Bağcan, Replikas, Gaye Su Akyol ve Baba Zula bulunur.

Allen Ginsberg ve William S. Burroughs’un şiirlerinde psikedelik ilaçların ve uyuşturucuların etkisinden bahsedilen ifadelere ulaşmak mümkün.

Aldous Huxley’nin Doors of Perception (Algı Kapıları) kitabının yanı sıra Antanin Artaud, Henri Michaux ve Timothy Leary gibi edebiyatçılar da eserlerinde psikedelia kavramını işlemişlerdir.

Psikedelikler veya Saykodelikler, birincil etkisi olağandışı bilinç durumlarını tetiklemek olan halüsinojenik madde sınıfıdır.

Bu maddeler, belirli psikolojik, görsel ve işitsel değişikliklereve sıklıkla büyük ölçüde değişmiş bir bilinç durumuna neden olur.

Selen Atasoy, Psikedelikler üzerine araştırmaları olan Türk kökenli bir akademisyen.

Kendi adıma bir Türk Bilim Kadını'nı burada kendi sütunumda görmek gerçekten gurur verici.

8 Şubat günü Turkish Forum adlı haber sitesinde yayınlanan "İşte Kurtuluş savaşı öncesi yaşananlar" başlıklı yazısında hayret ve şaşkınlıkla soruyor:

"Nasıl oluyor da, böyle bir "ADAM"ı sev(e)miyorsunuz"!?

...

İşte Kurtuluş Savaşı öncesi yaşanan acılardan bir bölümü...

Ağva'ya bağlı Çanaklı Köyü’nün kadınlarını bir araya toplayıp anadan doğma kalana kadar soydular.

Çırılçıplak halde kocalarının katledilişini izlemeye zorlanan kadınlar, sonrasında toplu tecavüze uğradılar..

Küpelerini almak için kulakları, bileziklerini almak için bilekleri, yüzüklerini almak için parmakları kesildi; acıyla kıvranarak can verdiler...

(...)

Ateşe verilen Hacı İsmail Köyü ve erkekleri iple bağlanıp yatırılarak kurbanlık koyun gibi kesilen Karadere Köyü’nün kadınlarına tecavüz ettiler...

(...)

İmranlar Köyü’nde, ırzlarına geçmek üzere bütün kadınları bir eve topladılar; kendilerini korumaya çalışanları lime lime doğradılar...

(...)

Tekkeler Köyü’nde bacaklarından asılan on beş genç kızı, insan aklının alamayacağı işkenceler yaparak öldürdüler...

(...)

Karamandıra Köyü’nde yağmaya direnen Hacı Mustafa’yı kurşuna dizip karısının ve kızının ırzına geçtiler..

Irzına geçtikleri kızı, yaraladıkları bir ata bağladılar, at can havliyle oradan oraya koştukça kız parçalara ayrıldı...

(...)

Çınarcık’ta, erkek çocukları, annelerine tecavüz etmeye zorladılar.

Yaptıramayınca hepsini süngülediler...

Kadınların karınlarını yarıp, kundaktaki bebekleri yardıkları karınlarına gömdüler...

(...)

İzmir rıhtımında eşlerinden veya oğullarından haber bekleyen kadınların çarşaflarını yırttılar, hakaret ederek yerlerde sürüklediler...

(...)

Maraş’ta, hamamdan çıkan kadınlara sarkıntılık yaptılar, peçelerini yırttılar...

(...)

Karacaali’de, köyün kadınlarına kocalarının gözleri önünde tecavüz edip kurşuna dizdiler...

(...)

Bu satırlar Hâkimiyeti Millîye’den:

"Yunanlıların kadınlara ve kızlara yaptıkları tecavüz, üzerinden yüzyıllar geçse, kendilerini Türklere affettirmek için her şeyi yapsalar, bunu başaramazlar.

Binlerce masum kız Yunanlıların eline düşmektense, kurşunla, süngüyle, ateşle ölümü tercih etmişlerdir."

(...)

İkna olmayan, "resmî tarih(!)"in parçası bulan, inanmayanlar için, bu satırlar da bizatihi işgalciler, işkenceciler, tecavüzcülerle soydaş olan yabancı bir "kadın" gazeteci Berthe Georges-Gaulis’den:

"Bilecik bir felaket ve acılar diyarı...

Henüz dumanı tüten taş yığınları altında kim bilir ne kadar insan cesedi yatıyor...

Tecavüze uğramamış genç kız veya kadın kalmamış...

Biraz ötede, kızını kurtarmak isterken, kafasına taşla vurularak öldürülmüş bir ihtiyarın mezarı..."

(...)

Belki de bu nedenle, yani "işgal"in ne demek olduğunu en önce, en çok ve en fena biçimde onlar anladığı için, Türk Kurtuluş Savaşı’nın, Millî Mücadele’nin, Kuvayı Millîye’nin -yahut siz nasıl anıyorsanız o direniş günlerinin- "büyük hainleri" arasında bir tek "Türk kadını" yoktur!

Onlar o sırada "hainlere" karşı yazılacak bir "destan"ın ön sözünü inşa etmekle meşguldür!

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından "Mebuslar"teslim bayrağı çekerken gazetelere yolladıkları "Millî haklarımızı ve ismetimizi koruyacak hükümet ve erkek yoksa, biz varız"ilanlarıyla eli silah tutan Türk erkeklerine tarihî bir ders verirler mesela!

TBMM Başkanlığı'na gönderdikleri;

"Erkekler vazifesini yapmayacak, dinlerini ve vatanlarını, zevce ve hemşirelerini muhafaza etmeyecek kadar aciz ve ilgisiz iseler, düşmana karşı koymak için bize izin versinler.

Yalnız topraklara gömerek paslandırdıkları silahları bize versinler.

Irzımızı, namusumuzu, iffet ve ismetimizi biz kendi ellerimizle müdafaa edeceğiz!"

Dilekçesiyle, vatan savunmasından kaçanları, yüzlerine tükürmekten beter ederler!

Sultanahmet’ten Kastamonu’ya, Üsküdar’dan Bursa’yamemleketin her yanında "biz kadınlar bu hak cihadında en önde olacağız" diye onlar haykırırlar!

Bütün bunlar olur, sadece Anadolu’da değil, Türk kadınları mütareke İstanbul’unda da sarhoş işgalci askerlere meze olmaya, üstelik de "gönüllü meze" olmaya zorlanırken, onların dramına, çığlık atsalar duyacakları mesafedeki "Saray"ında oturan Vahdettin, "işgal güçleri hangi dinden ve milletten olursa olsun onlara Türk misafirperverliği gösterilmesini" buyurur!?

Atatürk ise, "düşman kaçarken, kadınlarınızı ve çocuklarınızı dağlara ve emin yerlere saklayınız" diye bildiri yayınlıyordu!

Padişah, varlığını "Allah'tan sonra işgalci İngilizlere" emanet ederken, Mustafa Kemal kadınların sadece ırzını ve canını kurtarmakla değil, vatanı o mezalimden kurtarıp bağımsızlaştırmak ve onlardan doğacak kız çocuklarının, kız torunlarının yerlerde sürüklenmeyip omuzlarda yükseltileceği bir rejimin temellerini atıyordu!

Hal böyleyken...

Siz, nasıl oluyor da, böyle bir "ADAM"ı sev(e)miyorsunuz?!

Cüneyt Şaşmaz

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum