Muhammed Rıdvan Sadıkoğlu
TARLA NEMLİ OLMADAN TOHUM YEŞERMEZ!
Bilgi dolaşımını serbest bırakarak, her kafadan bir sesin çıkmasına kasıtlı imkân veren yeni tekno-medyatik düzen, sözlerin bir bilinç ve idrak filtresinden geçmesine mâni oluyor. Zira resmin bütününde serbest bilgi dolaşımından koşulsuzca faydalanan “herkes, her şeyi bildiğini sandığı için” her aklına geleni söyleyebiliyor, anında dolaşıma sokabiliyor.
Bu nedenle olsa gerek ki; ama ferdi ama toplumsal yazık ki yaşadığımız her olayda, başımıza gelen her musibette artık sözlerin ayarı, kelimelerin iffeti yok. Doğal olarak hemen herkesin her konuda bilip bilmeden, fütursuzca, başını sonunu düşünmeden esip gürlediği bir ortam da ancak kargaşaya ve bilgi kirliliğine sebebiyet veriyor.
Malumunuz gündem Afganistan. Tabi konu Afganistan olunca;
1979’da zamanın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilen Afgan topraklarında, Sovyet ilerleyişini durdurmak için, bugün oradan yalın ayak kaçtığı “iddia edilen” ABD’nin desteği ile kurulan ve adından da anlaşılacağı üzere “öğrenciler” adı altında “radikal” İslam’ı savunan, kimine göre bir örgüt, kimine göre terörist, kimine göre birlik, kimine göre “mücahid” olan Talibân da bugünkü başrol oyuncusu.
Gerek üzerinde bulunduğu coğrafi konum gerek yer altında barındırdığı bakır ve lityum rezervleri olmak üzere diğer madeni zenginlikler, gerekse de her geçen gün gücüne güç katan Çin’e ulaşmak için doğal bir köprü olan Afganistan, kaynakların önümüze koyduğu gerçekliklere göre giren kimsenin başarıyla çıkamadığı bir “bataklık” çok ama çok uzun süreden beri.
“Nasıl bir bataklık” diye sorulduğunda görülüyor ki;
Ø Yazılı ve görsel kaynakların ortak fikirle aktardıklarına göre yaklaşık 1 trilyon dolarlık yer altı zenginlikleri,
Ø Bu zenginliğe rağmen; ülke, yaklaşık 40 yıldır savaş halinde olduğu ve bu savaşların verdiği ağır tahribatlar nedeniyle bu yer altı zenginliklerinden faydalanamadığı için yoksul ve perişan bir halk,
Ø Dünyadaki “eroin” denen uyuşturucu maddenin yaklaşık yüzde 90’ının üretildiği bir uyuşturucu bölgesi,
Ø 1994 yılından beri yani yaklaşık 27 yıldır, “İslâm” adı altında radikal bir anlayışı bölge halkına dikte ettiren bir örgüt,
Ø Kimi kaynaklara göre bu örgütün elinde ve kontrolünde bulunan yıllık asgari 1 milyar dolarlık bir uyuşturucu trafiği,
Ø Sıfır dış borcuyla, başta Ortadoğu olmak üzere yaklaşık 70 ülkede varlığını teknolojik ve finansal anlamda iyiden iyiye hissettiren ve küresel erkler için ciddi bir tehlike olmaya başlayan Çin’e ulaşmak için bir köprü olan bir Afganistan’dan söz ediyoruz!
Yazının asıl meramı olan konuya geçmeden önce ben bazı yazar çizerlerin iddia ettiği gibi ABD’nin, 20 yıl boyunca her anlamda vakum gibi emerek sömürdüğü Afganistan’dan kaçtığına “neden inanmadığımı” kısa süre önce yaptığım günler süren bir araştırmada yayınlamıştım. Arzu eden okurlarım, bu araştırmanın “ilk kısmını” buraya tıklayarak okuyabilirler.
Çocukluğumu yaşadığım 1980 li yıllar, şu an hayal meyal anımsadığım kadarıyla sakallı, başörtülü, dindar insanların toplumda büyük saygınlığının olduğu yıllardı. Onları seven sevmeyen hemen herkesin fikir birliği içinde olduğu tek görüş; bu insanların, önderlerinin emaneti olan “güven” kavramının hakkını verdikleri idi. Çünkü hemen her biri (ufak tefek fireler her zaman ve zeminde olsa da) Peygamber ahlâkının varisi olduğunun fark ve erincinde bir yaşam sürüyor ve buna büyük ihtimam gösteriyorlardı.
O yıllardan bu yıllara yaklaşık 40 yıl geçti.
O yılların yokluğuna, kıt kanaat geçimine ve imkânsızlığına rağmen, bugün özellikle de teknolojinin yardımıyla gerek sosyo - ekonomik durum gerek bilinç düzeyi ve gerekse de farkındalık düzeyi azımsanmayacak derecede yüksek. Ama tüm bunlara rağmen, o vakitlerde aldığınız takvanın, insan kalabilme çabasının, koşulsuz teslimiyetin kokusu sanki imkânlar arttıkça kayboldu ve bugün buram buram kokan o güvenin, o nebevi soluğun yerinde yazık ki yeller esiyor.
Ceddinize rahmet olsun; anımsıyorum, bugünkü yaşamsal bakışımın mimarlarından olan rahmetli babaannem kendi el emeği göz nuru ile yaptığı oyalardan kazandığı parayla daha ölmeden aldığı kefenini çok şık ve muhteşem kokan bir bohçada saklardı. “Allahım, eğer kötülüğe vesile olacaksam beni çok yaşatma, ama iyiliği yayacaksam uzun bir ömür istiyorum” diye, nerdeyse zamane toplumumun duygularına tercümanlık yapan bir duayı dilinden düşürmediğine defalarca kez şahit olmuş biriyim.
Evet, okuma yazması yoktu ama bu dünyaya iyi olmak için değil; iyiliği yaymak, kötülüğün karanlığını imkân ve gücü nispetinde yok etmek, ayrım gözetmeksizin her mahlukata şefkat ve merhametle yaklaşmak için geldiklerinin erincinde idiler. Hemen yanı başlarındaki komşuları olan, o zamanki tabirle “gayri Müslimlerin” evlerine defalarca kez yardıma gittiğini beni de birlikte götürmesinden anımsıyorum.
Daha birkaç yıl öncesinde dahi, “falan yabancı filan ülkede İslâm’ı seçti ve Müslüman oldu” haberleri yüreklerimizde tarifi imkânsız bir sevinç dalgası estirirdi.
Aradan yaklaşık kırk yıl geçti.
O insanlar; aramızdan teker teker ayrıldıkça, abdestli hamura dokunmaya annelerimizi birer birer öteler yolcu ettikçe, çocuğunun boğazından haram lokma geçirmemek için gecesini gündüzüne katan babalarımızı toprağa yolladıkça ve hele hele de uykunun bile uykuda olduğu vakitlerde insanlığın selameti için gözleri nemli yüreği ateşli dua eden ak sakallı, nur yüzlü dilleri kaybettikçe dünyamız da eksildi; güven duygumuz, emniyet bakışımız da kayboldu.
Peki aradan sadece kırk yıl geçmiş olmasına rağmen neden bu kadar çabuk eksildik ve nerede kaybettik?
Bu soruyu günümüz geleneksel İslâm anlayışına sahip biri(leri)ne yöneltseniz anında verecekleri cevap “dış güçler, gayri Müslimler, kahrolsun Siyonizm” cevabını alacaksınız.
Haklılık payları var mı, elbette var.
Ama tek sebep bu mu, bence hayır!
Haklılık payları var çünkü, dünya geneline baktığınızda Afrika’da Boko Haram ve El Şebab, Afganistan’da El Kaide ve Taliban, Suriye ve Irak’ta IŞİD gibi örgütler; bilinçli kurulan grupların doğuşu ve büyümesi bugün dünyanın egemenliğini elinde tutan erklerce sağlandı ki, burada onların kim olduğunu uzun uzun saymaya gerek yok.
Ancak, finanse edilen ve artık bu finansmanın saklanmadığı bu örgütlerin ne fikirsel altyapıları ne din anlayışları ne de İslam gibi yaşatma, sevgi, merhamet ve adalet üzerine kurgulu bir din anlayışını; yok etme, nefret, kin, öfke üzerine kurgulayan yorumlayış biçimini “yoktan var edip”, bu örgütlere empoze etmedi bu güçler.
Evet, lider dediğimiz beyin takımları belki kendilerinden idi, kendilerinin yetiştirdikleri idi ama bu örgütlere katılanlar, ötelerdeki cennet hayaliyle yaratılmışa dünyayı cehennem edenler kabul etmek istemesek de aramızdan çıktılar.
Misal şu an gündem olan Talibân’ı ve onu doğuran mücahitleri az önce andığım gibi zamanın Sovyetler Birliği’ne karşı güçlendiren, besleyen ve destekleyen ABD idi evet ama; 1994 te bir araya gelip, 1996 yılında ABD ve Pakistan’dan aldığı destekle iktidar olduğunda; kız çocuklarının okutulmamasından tutun, kadınların gündelik yaşamına, müzik yayınına, erkeklerin sakallarından giyim kuşamına kadar her alanı “radikal” bir din anlayışı ile yasaklayan, tüm dünyada herkesin İslam’a bakış açısını değiştiren şey Talibân’ın din adamlarının verdiği fetvalardı ki, hala bu fetvalar yerinde olduğu gibi duruyor.
Yani işin en kısa tarifi, adamlar bizi “bizim silahımızla” vurdular, vurmaya devam ediyorlar.
Bir yerlerde sabit kaldığı sanılan “değişmez, değişmesi teklif dahi edilemez” sanılan doğruların; günümüze endekslenmesinde yaşanan sorunlar, günümüz İslâm’ın güncellenmesi tartışmalarının kısır fikirlere teslim edilmesi gibi, evrensel çağrıya sahip bir dini bağnaz, tutucu, ceberrut, yok eden bölgesel bir din olarak sundu.
Malumunuzdur ki alkış çift elle çalınır.
Bu mayanın tuttuğunu, fitne tohumu atılan tarlanın nemli olduğunu idrak eden kravatlı, üniformalı, önlüklü imparatorluklar, bu kez tarlaya IŞİD tohumunu ekti ve bunu açıkça da geçmiş yıllarda beyan etti. Bu beyanı merak edenler, ABD li General Wesley Clark’ın “DAEŞ’i biz kurduk” demecini araştırsınlar lütfen.
Ama bu tohum, öncekilerden çok daha zehirli idi.
Atılan bu tohumun sebep olduğu fitne ile kadın, erkek, çoluk, çocuk demeden baş kesme görüntüleri; kadınların pazarlarda köle gibi satılması, evli kadınlara kocalarının yanında el konulması gibi görüntü ve haberler, ellerinde bulunan medya gücü sayesinde bilinçli olarak “İşte İslâm bu” şeklinde servis edildi ve kadim İslâm anlayışına onulamaz son darbe vuruldu.
Kendi inananlarını canlı canlı yakan, kafasını kör bıçakla kesen, kadınları köleleştiren, onlara kocalarının yanında el koyan bir dine mensup olmak ister misiniz? Pek tabi ki hayır! Böyle bir din zaten yoktu ama onların sahneye koyduğu ve duyurduğu buydu ve adamlar IŞİD sayesinde tüm dünyada, şeytani bir zekâ ile Müslüman kimliğini terörize eden, bununla birlikte pasivize eden bir oyunu sahneye sürmeyi başardılar.
Bu kadarla yetindiler mi, hayır tabi ki!
Ellerindeki medya gücü sayesinde bilinçli servis edilen bu görüntü ve haberlerin; tüm dünya ülkelerinde yarattığı öfke, nefret ve korku dünya genelinde inançlar arası bir karşıtlık iklimi yarattı. Bu karşıtlığı besleyen yayınlar pompalandıkça ve istihbarat örgütleri buna yardım ettikçe de, dünya genelinde birçok ülkede Hristiyan gruplarca birçok Müslüman öldürüldü ve adamlar, bu sayede dünya genelinde bir İslam fobi patlaması yaratarak oluşturdukları nefret dalgasının tüm dünyaya yayılmasına ayrıca hizmet etti.
Bu hizmetin ülkemizdeki görüntüsü ise FETÖ ile oldu.
28 Şubat döneminde Aczimendiler ve Fadime Şahin gibi figüranlar eliyle istedikleri gibi başarılamayan tahribat; bu kez FETÖ eliyle iftira, yalan, kumpas, yatak odalarının gizli kaydı, sahtekarlık, dolandırıcılık ve en sonunda askeri darbenin resmiyle başarıldı.
Ama ülkede yaratılan travma beklendiğinden ağır oldu. Zira anılan suçlara karışanların veya karıştıkları iddia edilenlerin namaz kılan, baş örtüsü takan, dini kavramları dilinden düşürmeyen, yıllarca “masum eğitim işiyle” uğraşmış görünen insanların olması halk nezdinde tarifi imkânsız bir “paranoyaya” sebep oldu. Bu algının, ülke genelinde özellikle genç nesil üzerinde yarattığı tahribatı silmeye, sanıyorum ki ülkenin on yılları yetmeyecektir.
Yani bugün yaşamış olduğumuz “güvensizliğin”, sözünü ettiğim kırk yıl önceki o “merhamet, kardeşlik, birlik kokusunun” kayboluşunu alkışın çift elle çalındığını görmezden gelerek; “dış mihraklar” adı altında tek başına nitelendirmek çağı yanlış okumak olur ki, zaten en büyük yanılgımız da buradan kaynaklanıyor. Tanımlayamadığımız için tanımlanıyor; iekil veremediğimiz için şekil alıyoruz!
Kabul ediyorum evet, karanlık niyetleri olanlar düşünüp taşınıp haince, canice kötülük planları yapıyor, cana kıymak için insafsız tuzaklar kuruyor; yetinmeyip bu kirli planları bir hesap üzere kuruyor, bundan belli bir sonuç almayı umuyorlar.
Hatta hiç şüphe yok ki, insanlara kötülük ettiklerinde onların buna nasıl tepki vereceğini de önlüklü iblisleriyle psikolojik olarak hesaplıyor, hatta eylemi çoğu zaman bu tepkiyi oluşturmak için gerçekleştiriyorlar.
Ama kendimize sormamız gereken soru; “biz bu şeytani planların neresindeyiz ve neden öznesi oluyoruz?” olmalı.
Zira ama farkında olarak ama olmayarak bu kötülüğün öznesi kılınan bizler; zihin ve yaşam konforumuzu bozmadan bizzat bizim muhatap olduğumuz ve dünya üzerinde huzur, mutluluk ve refahı fısıldayan ilahi hitapları ana kaynağından öğrenmek, bu konudaki susuzluğumuzu suyun menbaından gidermek yerine; tayin ettiğimiz aracılar ve verdiğimiz tepkilerle bu değirmene su taşımış oluyoruz.
Yetinmiyor yaşanılan her olay, başımıza gelen her toplumsal musibette tıpkı onların beklediği gibi öfkelenerek aklıselimden uzaklaşmamız, fevrî hareketler ve söylemler ortaya koymamız onları sadece besliyor.
Tamam yaşanan acılara, oynanan oyunlara, bu şeytani kurgulara kayıtsız kalmak elbette mümkün değil! Ancak, bu karanlık oyunları bozmanın tek yolu, kötülerin yapıp ettikleriyle hedefledikleri sonuçları onlara vermemektir. Onların hedef olarak gösterdikleri yöne doğru savrulmamak, aklı selimde sımsıkı sabit kalmayı başarıyor olmamız gerekiyor.
Zira adamlar çok eski zamanlardan beri toplumsal alanda infial uyandırmak, farklı toplum kesimlerini birbirine düşürerek çatıştırmak; başaramazlarsa duygu birliğini yok ederek beraber hareket edemez, ortak bir hissiyata sahip olamaz hale getirmek için uğraşıyor; hatta bizi kargaşanın bir parçası kılarak duygusal parçalara ayırmak, sonra da bizi bir arada tutan kimyayı değiştirmek istiyorlar.
Bu yüzden görmeliyiz ki, aklıselimden uzak her öfke seli, bir sonraki karanlık eylemin aradığı uygun zemini oluşturuyor ve açık sinir uçlarımız, sinir uçlarıyla oynayarak iş görenlerin iştahını kabartıyor.
Bizim, tam da bu sisli zaman diliminde kötülüğe mağlup düşerek aklını yitirenlere değil, aklını başına toplamayı bilenlere ihtiyacımız var. Çünkü maksatları, bizim en büyük gücümüz olan ortak aklı, ortak duyguyu, toplumsal aklıselimi yok etmek. Zira biliyorlar ki bizi tarih boyunca yedi düvele karşı kolay lokma olmaktan koruyan tek şey; bizim duygusal birliğimiz, ortak paydalarımız ve tüm farklılıklarımıza rağmen kucaklaşabilmemizdir.
“Ne yapmalıyız ve göç” konusunu bir başka yazıya inşallah!
Farkında olabilme ve bu farkındalıkla duygularımıza, birliğimize, kardeşliğimize sarılabilme dua ve temennisi ile.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.