Çidem Ayözger Ergüvenç
TELEFON
Küçüklüğümde, sanırım dört yaşındayken evimize telefon gelmişti. Siyah, benim elimin boyutlarına göre yaklaşık on katı büyüklükte bir alet, gövdesinde bir yuvarlak, üstünde delikler içinde bir’den dokuza kadar sayılar en son delikte de sıfır. Üstünde elinizle kaldırdığınız ahize denilen bir araç. Ahizeyi elinize aldığınızda onun oturduğu asıl yapının üstündeki iki düğmemsi şey yukarı çıkar ve ahizeden düdük sesi gelir; bu çevir sesi demektir ve arayacağınız numarayı tek, tek çevirirsiniz. Ahizeyi yüzünüze yaklaştırdığınızda, eğer yetişkinseniz tek kulağınızdan ağzınıza kadar uzanan, bir ucu kulaklık, diğer ucu mikrofon oldukça ağır bir şey. Eğer benim o günlerde olduğum gibi küçük bir çocuksanız ahize size daha da ağır gelir, ağız kısmına uzanması gereken şey ise neredeyse yarı belinizde biter. Konuşanın sesini kulaklıktan duyarsınız kendi sesiniz ahizenin ağzındaki boşluktan karşı tarafa ulaşır. Daha sonraları çalışan insanlara kolaylık olsun diye ahizelere omuz dayanakları konmaya başlanmıştı ki hem iki elleri boş kalsın hem de konuşabilsinler. Öyle telefonu elinize alıp herkesi arayamazdınız. Örneğin başka kentlerde bulunan görüşecekleriniz için sıfır üç numaralı santralden şehirlerarası telefon yazdırırsınız; Allah bilsin ne zaman bağlanır. Aceleniz varsa “yıldırım” yazdırırsınız daha çabuk görüşebilirsiniz. Aynı şey uluslararası görüşmeler için de geçerlidir.
Daha sonra hatta seneler sonra farklı telefonlar çıktı. Sanırım genellikle bordo renkliydi. Telefonu üzerinde yalnızca açma kapama tuşu olan hafif yokuş aşağı bir telefon yatağından ahizeyi elinize alırdınız; hem kulaklık, hem mikrofon, hem de numaralar üstünde olurdu. Bir numarayı çevirdiğinizde o numara otomatik olarak kaydedilir, aynı numarayı yeniden aramak istediğinizde “tekrar ara” tuşuna basınca aynı numara bir kez daha aranırdı. O günlere göre büyük kolaylık...
Ne var ki bu arada büyük bir sorun da yaşanmaya başlanmıştı. Beklersiniz, bir türlü çevir sesi gelmez. Beklersiniz, beklersiniz hâlâ yok. Sonunda telefonu yanınızda bir yere bırakırsınız, çevir sesi gelene kadar siz kendi işlerinizle uğraşırsınız. Sonunda istediğiniz numarayı çevirip de meşgul olduğunu görünce delirmek işten değil. Bekle ki yeniden çevir sesi gelsin.
Zamanla önce şehirlerarası kot numarasını çevirerek otomatik aramalar çıktı ama hem çevir sesi hâlâ sorun; üstelik çevirdiğiniz kot numarası da yanlış sinyali veriyor ise epey sinirlenmek kaçınılmaz olurdu doğrusu.
Gel zaman git zaman otomobil telefonları çıktı. Kocaman, ağır şeyler ama yine de iş görüyorlardı. Çabucak saltanatlarını cep telefonlarına bıraktılar. Hanımlar için çantalara sığdırması zor ve ağır, hantal aletler. Hanımların çantalarına sığmıyorlardı ama onların pek çoğunun gereksiz konuşmalarında oldukça işe yarıyordu. Derken bu telefonlar gelişti, boyları küçüldü, daha hafif ve sonunda akıllı oldular. Sanki her biri başlı başına birer bilgisayar görevi yüklenmeğe başladı. İnsanlar her işlerini bunlarla halleder hale geldiler. Ama ne yazık ki insan ilişkileri de bunlara bağımlı oldu. Her gerektiğinde bu telefonlarla sorunlarımızı çözmeğe yeltendik. Öylesi bir bağımlılık oldu ki artık sokakta yürürken kulaklarında ipimsi (kablo) şeyler sallanan insanlar güle söyleye ya da öfkeyle gaibe seslenir gibi gözleri uzaklara odaklanmış konuşmaya başladılar. Kahve içmek için bir yere giriyorsunuz; masalarda çeşitli yaşlardan insanlar oturuyor, her birinin elinde birer akıllı telefon, sanki karşılarında kimse yokmuşçasına telefonlarına odaklanmışlar. Ne oldu karşılıklı sohbetlere, paylaşımlara?
Anne, babalar atıştırmalık bir yerlere gidiyorlar; yanlarında bebeleri, bırakın onların birbirleri ile konuşmalarını o yavrucağın da elinde bir tablet ya da cep telefonu, herkes kendi dünyasında. Bunun adına da birlikteliği paylaşmak diyorlar. İşin acıklı yanı, bilgisayar ve cep telefonları ile yaşamlarını geçirmemiş yetişkinlerin ellerine de bu telefonlar tutuşturuluyor. Garibanlar bunları kullanmak için öyle şeyler yapıyorlar ki, örneğin hiç ilgileri olmayan insanlara arkadaşlık gönderme ya da hiç istemedikleri yerleri üst üste arama durumunda kalıyorlar. Karşı taraf da rahatsız olunca büsbütün üzülüyorlar. Kullanmasalar olmaz mı? Olmuyor, çünkü hem bazı durumlarda pek güzel yararlanıyorlar hem de bulundukları çağa uyum sağlamak zorunda hissediyorlar kendilerini. Eski rahatları ne kadar donanımsız olursa olsun onlar için çok daha çekici aslında. (Bu gruba ben de dahilim ama yazılarım nedeniyle bilgisayarla çok haşır neşir olduğumdan, telefonlara uyumum zor olmadı.)
Özetle, benim çocukluğumda birilerini aramak için çevir sesini bekleyen insanlar cep telefonuna kavuşunca dünyayı yeniden keşfetmiş gibi olurken, hiç ummadıkları sorunlarla da karşılaştılar.
Bu telefonlar yüzünden insanlar mektuplaşma âdetini bıraktılar. Herkes birbirine mesaj atar oldu. Oysa mektup okumanın keyfi hiçbir kolaylığa değişilmez. Gazeteler bile eskisinden çok daha az alınıyor. Açıyorsunuz telefonunuzu, o küçücük ekranda (bazen de tablet ya da bilgisayarınızda) günlük gazetenizi okuyorsunuz. Nere kaldı sayfaları çevirmek, gazetenin mürekkep kokusunu almak, elinizde katlarken çıkardığı hışırtı, hatta elinizin simsiyah kesilmesi; aslında tüm bunlar gazete okumayı seven insanlar için bambaşka bir keyiftir.
Yalnız telefonlar tümüyle otomatik olmakla kalmadı, santraller da otomatikleşti. Bir işyerini aradığınızda karşınıza “iyi günler” falan diyeceğiniz, ete kemiğe bürülü, capcanlı bir insan bulmayı umarken banda alınmış şen şakrak bir ses (o dakika siz önemli bir sorun yaşıyor ve böylesi bir yapay neşeyi hiç de paylaşmıyor olabilirsiniz) size çeşitli olanaklar sunuyor, şu işinizi görmek için bire, bu işinizi görmek için ikiye diye uzayıp giden talimat silsilesi; gerekli tuşa basıyorsunuz, bekle dur, ilk başta kulağa hoş gelen fakat yarıda kesilip tekrar, tekrar başa dönen aynı müzik ve arada, “görevlilerimizin hepsi meşgul olduğu için “biraz”! bekletiyoruz, özür dileriz” anonsu ve yine aynı müzik; deli olmak işten değil. Sanki işiniz gücünüz yok bekleyeceksiniz. En çıldırtanı da siz sabırla bekleye dururken telefonun aniden kapanması. Aynı rutin tekrar başlıyor ve siz sonunda epey sinirleniyorsunuz. Ben bir yol keşfettim, banttaki ses bana talimatları vere dururken ben para harcayacağım bir işlem istiyormuşum gibi, ilgili tuşa basıyorum. Örneğin televizyon kanalları satan işyerlerine yeni paket satın alma tuşuna, ya da bankalara kredi talebine basıyorum. Anında yanıtlıyorlar. O zaman sorunumu ve neden böyle yapmak durumunda kaldığımı açıklayınca genellikle ilgili birime aktarılıyorum.
Dünya açlıktan kırılıyor, Türkiye’de ise işsizlik oranı yürek yakıyor. Bütün bu acıklı durumlara karşın insanların çalışma alanları da bir, bir tükeniyor. Bir de Türkiye’de nüfus artışı pompalanmıyor mu?! Ört ki ölem!
Yine bir yemek tarifi ile yazımı sonlandırayım, tavuklu börek:
Bir tavuğun tam göğsü, bir küçük havuç ve bir avuç kadar bezelye haşlanır. Sonra hepsi birlikte robottan geçirilip içine tuz, karabiber, bir paket labne peynir ve bir diş sarımsak eklenir. Bu malzeme, hazır aldığınız ya da kendinizin yapmış olduğu birer porsiyonluk milföy hamurlarının içine tek tek konup rulo yapılır. Hazırlanan rulolar önce suyla ıslatılır sonra galeta ununa bulanarak yağlı kâğıt döşenmiş tepside 190 derece önceden ısıtılmış fırında kızarana kadar pişirilir. Hem çayla hem de yemekte değerlendireceğiniz bir tarif. Afiyet olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.